28 Kasım 2024 Perşembe

Ateş Renkli Çiçekler-Volkan Öten

 


Ateş Renkli Çiçekler çıktı! Benim ilk öykü kitabım. İlkgençliğim.
Yayıncının kitabıma yazdığı arka kapak notu şöyle:
"Ateş Renkli Çiçekler, hayatın çelişkili duygularını bir
buket hüzünle harmanlayan etkileyici bir hikâye derlemesi.
Volkan Öten’in bu eseri, geçmişin derin izlerini, insan
ruhunun karmaşık duygularını ve zamana direnen hatıraları
ele alıyor. Her bir öykü, okuyucuyu İstanbul’un sokaklarında
dolaştırırken, unutulmuş anılardan yeniden doğan bir şarkıyı
mırıldanıyor.
Bir babanın işçi ellerindeki nasırdan, çocukluk hayallerine…
Yitip giden dostluklardan, bir mektuba sığan özlemlere…
Ve bir kahve molasının dinginliğinden, hayatın kaçınılmaz
çürümesine… Öyküler, her sayfada insanı farklı bir duygu
denizine sürüklüyor.
Halid Ziya’dan Virginia Woolf’a uzanan edebi referanslarla
beslenen Ateş Renkli Çiçekler, insan olmanın derin sancılarını
ve güzelliklerini keşfetmek isteyen herkes için unutulmaz bir
okuma deneyimi sunuyor.
Bu kitap, yalnızca bir öykü derlemesi değil; aynı zamanda
bir insanlık portresi."
“Her şey çürüyor… Ama yine de insan hatırlıyor.”

22 Kasım 2024 Cuma

Geçip Giderken

gece ağır ağır kapandı üzerime
uyudum ve uyandı içimdeki beriki
hangisiydim tam olarak kestirmek güçtü
fakat içi dışı hüzün ben'lerimin.
sorguladıkça düşüyordum ya o esrarlı felsefeye
adım adım
yaklaşıyordum "düğün gecesi*"ne ömrümün
bir ben vardı** bir ben
Yunus'tan beri içre
"Azrail'in kahkahasında patlayan***" o şiiri anımsadım
Anımsa****'ma tarihten ibaret değil miydi?
tarih geçmiş
melankoli duvarıma yazıldı bütün bunlar benim
geçemedim öte diyara
geçemedikçe savruldum
savruldukça gece müziklerinin içinde bittim
bir o durak bir bu durak
sıra sıra sarmaşıkları göğüsledim çocukluğumun
dedemin özene özene ektiği menekşeler ayrıca
nasıl da geçti ömür: Ânın kayboluşu ile birbirine bağlı kareler
yaş kırk iki halbuki
yirmi sekiz yılım olsun bu diyardan geçişime
gene de insan doymuyor ömre
doymadıkça daha fazla yaşasın istiyor
benim için kafidir yetmiş yıl
yolun tamamı*****
olmasın isterim bedenim bir başkasına yük

Mevlana*
Yunus**
Enis Batur***
Ahmet Oktay****
Cahit Sıtkı Tarancı*****

12.06.2022

20 Kasım 2024 Çarşamba

Eski Bir Fotoğrafa Doğru-Volkan Öten

 


On dört yıl aradan sonra yeni kitap. Çekmecem dolmuştu. Bir yerden sonra yayımlama ihtiyacı hissediyor insan. Bir daha bu kadar ara vermeyeceğim sanıyorum. Od Kitap yayımladı Eski Bir Fotoğrafa Doğru'yu. Benim ikinci şiir kitabım. Mutluyum. Çok da güzel bir yazı eklemişler arka kapağa, paylaşmak isterim:
"Volkan Öten'in şiirleri, gündelik yaşamın içinden süzülen incelikleri, kent insanının yalnızlığını ve modern zamanların hüznünü ustalıkla işliyor. "Eski Bir Fotoğrafa Doğru", belleğin dehlizlerinde gezinen, aile sıcaklığını arayan, emekçilerin hikâyesini anlatan ve aşkın en ince tonlarını yakalayan şiirleriyle dikkat çekiyor. Kitap boyunca okur, İstanbul'un arka sokaklarında dolaşıyor, eski fotoğraflara bakıyor, portakallı kereviz kokusunun sardığı evlerde nefes alıyor. Öten'in şiirleri, modern şiirin imkânlarını kullanırken geleneksel duyarlılığı da ihmal etmiyor; Yunus Emre'den Nâzım Hikmet'e uzanan geniş bir şiir mirası ile diyalog kuruyor.
"Eski Bir Fotoğrafa Doğru", hayatın içinden geçen şiirleriyle, okuru kendi hikâyesiyle yüzleşmeye davet ediyor."
Bir süre sonra kitabevlerinde olacak.
Şimdilik ön satışta:

17 Kasım 2024 Pazar

Ateş Renkli Çiçekler

Önce gizli kalan bir şeyler vardı. Anlatılmayı bekleyen. Yazılmayı. Derken bütün bir
bulanıklık içinde seçmeye çalıştığınız hayat sizi günün birinde batkıya uğratabilirdi. Bu acımasız düşüş bir intihara da sürükleyebilirdi. Ölüm de bir seçimdi ne de olsa.
Bazılarının ise yazmaya ihtiyaçları vardır. Yazmadan atamazlar üzerinden. Yazarak yaşayabilen bedenler. Bazıları ise bununla yaşamayı öğrenmişlerdir. Yaşamakla geçirecek vakitleri çoktur.
Yazmak!
Ölmek!
Yaşadığınızın farkına mı varmak, yoksa ölü olduğunuzu mu fark etmek?
Ama bir organizma nasıl da direnir hayata, nasılda çırpınır…
Çırpınmalar.
Çırpınmaları anlatacağım.

Günceler yazılır hiç tanımadığımız şehirlerde, ülkelerde, bu gece ve her gece yazılır. Tarih atılır. Gizlenir. Sonra gizlenir, bir daha hiç açılmamacasına. Ölümler çıkagelirler. Arta kalan yazıların ardında ölü bedenlerizdir. Yırtılıp atılmasa, kaybolup gitmese, değeri bilinirse, günün birinde açılıp... Bu giz açılıp okunur. Okunur. Anlamaya çalışılır. Her gün ne yapıldıysa düşülür.

"Her gün acılarını düşüyordu."

Sürekli.

Kimileri düzenlidir bu konuda, kimileri bölük pörçük tarihler atarlar yazdıklarına. Kimileri hiç yazmaz. Yazamaz. Yazmanın da bir çığlığı vardır. Bu çığlık kopup sizin kulağınızı çınlattığında, oturur yazmaya koyulursunuz. Her şeyi, ama her şeyi yazmak istersiniz. Bazen de yazdıklarınızdan utanır, korkarsınız. Korkularımız vardır.

Korkular.

Hayat korkulacak bir şey, demeye mi çalışmıştı Anna Frank?: Yazmalıyım! Böyle mi söylemişti?!
Yazan insan hangi korkulardan geçer, hangi hayatlardan korkar? Kimindir bu yüzleştiklerimiz? Gizli bir yüzün bize bıraktıkları mıdır?
Hep sorarsınız...
Ötede bir başka "ben" mi vardır?

Mesai saatlerimiz, kahve molalarımız, çocuklarımız, yaşamın getirdikleri. Bütün bu yaşamdan soyut yazdıklarımız.

"Yazdıklarımız bütün bir yaşamı karşılamıyor." dedi.

"En çok yazamadıklarımızdır hayat, bir de bunu düşün." demişti.

Yazamadıklarımız.

Ahmet Cemil'i düşündü. Sonra yazmak eyleminin kişide yarattığı o içinden çıkılmaz sarsıntıları. Edebiyat dünyasında ünlü olmayı istemek. Yazmanın temel sorunu bu muydu?! Ahmet Cemil yazmak istiyordu. Yazıyordu. Hayallerinden biriydi. Tanınıp, ün sağlamak. Hayır, bu değildi. Yazmaktan başka çıkar yolu bulamadı. Sürekli yazıyor, yazıyor-yazıyordu. Herkesin bir yazma amacı da var.
Yazmadan rahatlayamayacak. Bu devasız aşk acısını yazarak hafifletecekti.
Ahmet Cemil'i düşündü. Halid Ziya'nın bedbaht karakteri. "Onda şiir ile uzun uğraş yoğun bir hassasiyet getirmişti. Hastalıklı bir durum. Duygusallığına engel olamıyordu.

Cemil itiraf etti:
"Henüz olmuş bir ürünüm olamaz. Geçmişte çalıştığım birtakım işler yüzünden okumalarımı tamamlamış değilim. Okumak, tamamlanacak bir eylem miydi? Sonu yoktu. Şimdi ise günün on iki-on üç saatini okumak ve yazmaya ayırıyordum. Yazabiliyor muydum? Hayır! Henüz hayır. Okuyabildim mi? Henüz değil. Tam değil. İşin bir de maddi kısmı var.”

"Son iki yıldır kuruş para kazanamadım." dedi. Şiir, öykü, roman sevdam beni günden güne daha çok diplere çökertiyor. Sonu ne olacak merak ediyorum. Bunu yaşamalı ve görmeliyim."

Kalemle yazmak daha keyifli.

İtiraf edemese de Ahmet Cemil gibi tanınmak istiyordu.

Bu günceyi yazarken tanınmayı hiç düşünmedi. Sadece acılarından kurtulmaktı amaç

Roman yazmak istedi. Bir roman yazmak... Olmadı.

Cemil'in güncesini okuduğumda roman olduğunu düşündüm. Cemil'in beceremediği roman sanatını ona göstermek istedim. Güncesinin roman olduğunu göstermek.

Edebiyat şöyle bir tutsaklık: Bir romanın bölümü bittiğinde, bir öyküyü okuduğunda nefes almak için bir sigara yakarsınız. Sigara da bir tutsaklık. Bir an evvel bitse de yeni öykülere, yeni roman okumalarına koşsam dersiniz.

Okuduğu romanlara koşmak isteği.

Ahmet Cemil'in hikâyesini içinde hissetti.

Küçük odanın dışında. Kitapların dışında olmak beni ürkütüyor, demişti. Sürekli geri dönmek. Çayına, sigarasına ve edebiyatına. Güncesi başka. Ah, ince duyarlılıklar. Yaralı bir dünya.

"Dünya içinde bir tarafı seçeceksem bu edebiyat olmalı.” dedi.

Aşağı yukarı dört metre kare bir odada yazmaya başladı Cemil.

Odasının içinde bir masa, ayrıca küçük bir masa. Bunlardan biri, küçük olanı şiir okuma masasıydı. Diğeri roman-öykü okuma masası. Peki, nerede yazıyordu? İki masada da yazma isteği. Bunu kestirebilmek mümkün değil.
"Kendimi ulaşılması zor, uzak, ücra bir manastırda görüyorum." dedi, “halktan soyut.” Bunu ben seçmedim.

Aşk seçti.

Ama ben bu aşktan bahsetmeyeceğim.

"Yazmak aşkı başka, yaşadıklarım başka.” dedi.

İşin bir de yorgunluk kısmı var.

Okunan roman, öykü, bir deneme veya şiir vesaire-vesaire-vesaire cebelleşmek, zihinsel çöküntü halinde dalgın dalgın, yorgun argın yürümeye sebebiyet verebiliyor. Bu cümle de böyle bozuk yazılabiliyor. En güzeli ise edebiyatta bir epigrafin içinde yaşamak, birçok yaşam alanları bulmak kendine.

Bu ayrıcalıklı durumu hissetmek.

Defterciğini açtı ve başladı yazmaya. Başka çaresi de yoktu. Aksi halde ötelere savrulacaktı. Bir orgazım defteriydi.
Her gece olduğu gibi küçük notlar karaladığı defterciğini açıverdi. Bir ıstırabı dindirircesine çalakalem yazıyordu. Yazdıkça, hayatı boyunca hiç ulaşamadığı zevklere erişiyordu. Bütün bir hayat boyu ulaşamadığı o muhteşem haz hali. Bu gece ve her gece bunun yaşanması gerekiyordu. Başka türlü tutunamıyordu. Tutunmaya çalıştığı bu ince hayat ağır geliyordu.

Hayat mı inceydi, yoksa Cemil'in kendisi mi inceydi; bu karmaşık sorunsal her geçen gün diplere çekiyordu onu. Bu duyarlılıklarından ancak yazarak kurtulabilecek, yazarak güçlenecek, yazarak duyarsızlaşacaktı. Kimilerinin içerlediği duyarsız bir yaşantıyı özlüyordu. Dengesizdi hayatı. Olur- olmaz duyarlılıklar gerçek hayata tersti. Akışın ne önemi vardı ki... Önemli olan yazmaktı. Çalakalem. Dinmesiydi ıstırabın.

Bir aşkın pençesindeki ıstırap.

Anlatmaya başladı.

Mevsimlerden bir mevsimdi.

Bütün kapılar yüzüme karşı kapanıyordu. Gitmek, karşılaştığım en vahim duygu hali idi. Ben ise kalarak sırtlamaya çalıştığım onca yükü kaldıramaz olmuştum.

Sürekli...

Sürekli anneme sarılır ağlardım. Peki, annem bunca yükle ona gelişimi nasıl karşılıyordu… Tabii ki zor... Ah, çok zor bunu anlatmak.

Hatırlayabildiğim kadarıyla, loş, kara kalem yapılmış bir eskize bakakalmıştım. Yalnız bir keman resmiydi. Yazarlık uğraşısını düşünmeye dalmışken eski bir fotoğraf makinesi de bana bakıyordu.Yazarlık hastalığı mı yoksa başka bir illet mi?
O zamanlar bilgisayar yoktu evimde. Çoğu kimseninse yeni yeni oluyordu. Ne de çok anı...

"Sıraya koymalıyım..."

Dönem dönem gelen nöbetlerimi de artık dizginleyemez olmuştum. İyice ayyuka çıkmışlardı.
Kurtulmalıydım bu ölü ruhtan...
Bu hastalıktan nasıl kurtulabilirdim?
Bu hastalık yazarlık mıydı, yoksa yaşadıklarım mı?
Yazarak kurtulabileceğimi sanıyordum. Her geçen gün yazarak.
Her zaman yazma olanağı bulamıyordum. Olanak dedimse de bu; tam bir yazma sürecine girilirken yarattığım ortamlardı. Bu ortamları yaratamamak sürekli hastalığımı tetikledi durdu. Aksi halde bir midye kabuğu gibi başka kime bu kadar açılabilirdi yüreğim. Sık sık kalbime inen ağrı olduğunda yazmaya koyulamamak, günden güne deliye çeviriyor ve davranışlarımdaki bozukluklar insanları rahatsız edecek derecede artması zor bir hal alıyordu. Dediğim gibi komik gelebilir, ciddiyetsiz gelebilir fakat yazmak benim için, yaşama sarılmak gibiydi. Başta annem olmak üzere ve diğerleri, benim günden güne eridiğimi görmeleri çok acı bir durumdu.

"Yine de başarmalıydım."

Ağlama krizleri...

Fena halde diplere çekiyordu.

Geçelim.

Dedim ya;

Mevsimlerden bir mevsimdi. Mevsimsiz bir yazı sürecinde sanki sürekli mevsimimi arar oluyordum. O, loş, karakalem eskiz beni takip edebilirdi. Ediyordu. Hiç bırakmıyordu...
Ve yine şiir gibi anımsadım seni; geçmiş günlerden kalan eski bir yazı.

Sonra suskuya gömüldüm.

Uzunca bir süre susku.

"Her şeyi ama her şeyi bağışlıyorsun... Kalbini-kalbimi bile, ama yaşanmışlıkları bağışlayamıyorsun...”

Yaşanmışlıklardan sebep: Bitmiş ya,

Yaşanmışlıklardan sebep başlamadı mı? Sürekli suçlu oluyor yaşanmışlıklar... Aynı kitaplara aşık olmak mesela. Misal; aynı filmi aşırı beğenmek. Farklı bir yaşanmışlık duygusu…Evet, o filmi ben de görmüştüm. Tekrar-tekrar-tekrar.

"Aşk nefret ettiriyor kimi zaman, kimi zaman da doruğa çıkartıyor sevgimi..."

O an aşka...

Hep yaşanmışlıklar-yaşanmış-lık-lar...

Göğsüm daralıyor...

Bunu anlatması çok zor, nasıl tasvir etmeli, bilemiyorum. Öyküde-romanda en çok tasvirler dikkat çeker, öyle mi yapmalıyım? Ama günce yazıyorum ben.

Tasvirlemeli miyim?

Bunu bilemiyorum, dedim ya, sadece rutin bir ayrılık sonrası yazmak isteği. Ayrılıklardan şikâyet mi ediyorum? Bu istekten kurtulmak zor oluyor. Hemen bir öykü çıksın istiyorsun. Kasıt değil inan sevgili günce. Bu elimde değil anla, ne olur... Yazmadan atamıyorum üzerimden yaşantıları.
"Benim olsun istemiyorum Fikret..."
Çok acı çekiyorum ne yapayım... Kusmak istiyorum her şeyi yazıya...

Ne mi yazmalı? Ne Yaşadık ki ne yazalım...

Ne de çok anı yığıldı üst üste bir buçuk-iki yılda...

Bir gün denize tükürdük, Belki bir gün bir dilenciye para salladık, bir gün seksenler partisi verdik evimizde Fikret. Hepsi yığıldı. Bir gün hiç unutmuyorum seksen sonrası film hastalığı yüzünden sürekli bohemlik nedir onu tartışmaya açıyorduk...

Hepsi...

Hepsi yığıldı işte üst üste anılar-anılar-anılar...

Yaşanmışlıklar...

Bu sefer yine Norah Jones takılı teypte. Ama bu başka. Bambaşka... En azından birkaç kelimelik değil; çok fazla...

"Yün kazağın kokuyor buraları senin"

Romanlarda en çok neyi severim biliyor musun sevgili günce? Henüz başlarken bitmiş olan romanlar. Fikret'ciğim de hep romanlardan şikâyet etmede idi. Bir türlü roman okutamadım ona. Bir gün okumuştu, hatta bu ne yahu roman değil bu, büsbütün anılar zinciri.

Böyle roman mı olurmuş...

Romanı yazan kimdi?

Fikret okudu bu romanı. Ben üç defa okumuştum.

"Üff, ne sıkıcısın, nerede melankoli orada sen" derdi Fikret.

"Şimdi nerdesin Fikret!"

Neredesin. Nerelerdesin soruyorum... Bütün renklerimi kaybediyorum...

Fikret, bu öykü bir gün eline geçerse dön bana ne olur... Bekliyor olacağım seni Fikret, kahretsin seni ne kadar da sevmişim... Yazamıyorum...

Vesselam baş sayfada bitsin isterim öykülerin, romanların...  Bu öykü de böylece bitti. Ama yaşanmışlıklar kaldı geriye.
Ayrılık sarı demek.
"Şimdi bu leke dolusu, buket buket lila rengi leylakları ben ne yapacağım?"

Evine gelmiştim. Henüz ilk defa yalnız kalışımdı seninle. Seni dudağından öptüğüm ilk akşamdı. Senin gözlerinin içine ilk bakışımdı...

Bir vazonun içindeki çakıl taşlarıyla devrilişi izledim. Bu devrilişi asıl sen yaşadın ya gecenin sonuna doğru. Ah, ne de çok üzmüşdüm seni.
Daha ilk günden vakti miydi ayrılmanın.
Bir denizde yaşayan balıkların kayboluşuydu. Aslında bunlar, bu deniz balıkları, bu nereidler. Bir Selim İleri romanında saklı hüzün yortuları oluyorlardı.

"Her Gece Bodrum neyin romanı idi aslında biliyor musun?"
Denizin romanı, balıkların, deniz balıklarının...
Kütüphanenin öyle bir albenisi vardı ki, o enerji ile vazonu kırmıştım doğrusu.
Saklamamalıyım. Ben çok sakar biriyim. İlk günden firemi vermiştim. Vazo paramparça olmuştu. Ne yapacağımı şaşırır vaziyette içimden düşünüyordum:

"Değeri neyse hemen alabilirim, yeter ki rahatsızlık vermeyeyim sana...”

Bunu sana söylemedim tabi..."

"Vazo çok değerli miydi?"

"Yok, canım, ne değerli olacak..."

"Ya, ben çok üzüldüm..."

Her şeye de kafamı takarım. Neden düştü? Neden? Neden?
Bunun için üzme kendini demiştin. Ne kadar da rahatlamıştım bir bilsen. Ah, o güzel uzak ışıklara bakışımı hatırlar oluyorum.

Evin salonu dışarı bakıyordu. Aydınlık bir odan vardı, senin dünyanın ışıkları. Kitaplar, çiçekler, kaktüslerin, birkaç renkli lokumun masada duruyordu. -Bütün renklerde kusmak istiyorum günceye- Çocuklar gibi sevinirdim o lokumları gördükçe. İlk gelişim dedim ya. Bu karşılıklı ilk konuşmalarımız. Ne de çok konu bulmuştuk konuşurken. Sabaha kadar süren felsefe muhabbetlerimiz, bu mitoloji, bu tarih, bu edebiyat... Hiç de sıkılmamıştık, sabahın ilk ışıklarına dek, sen karşı çekyatında ben de senin hemen karşında öylece uyuya kalmıştık.

Bu ilk utanma hali.

Lokumlarına el sürmeyişim.

Tat tat lokumlar... Renk renk...

Umutlar.

Umut...

"Peki, neden ayrıldık o gece, neydi ayrılmamıza sebep olan?"

Hatırlayamıyorum.

Hiçbir sebep söylememiştim ne acı...

Şu an gibi hissediyorum... O an sen hissetsen de, şimdi ayrılık acısını bana yaşatıyorsun.

Şimdi benim hissetmemi sağlıyorsun.

Dayanabilecek gibi değil bu ayrılık.

Zaman öylesine hızlı ki Fikret'le ne zaman, nasıl ve nerede ve ne şiddette tartıştığımı hatırlayamıyorum.

"Ne içindi onu kırışım? Bilemem! Hatırlamak istemem..."
"tarih-siz"

Bugün kendim için bir şey yapmaya karar verdim.

Ne de bencillik…Hatırlamak istemem diyorum... Bencil biri miyim ben... Ah, ince duyarlılıklar... Ne zaman kurtulacağım bu melankoli illetinden. Çisem Hanım söylemişti. Çisem Hanım benim terapistim; beni iyi eden kişi.

Mutlaka günce tutmalıymışım başka türlü hatırlayamazmışım...

Haklı, tutmalıyım.

Daha önce uygulamalıydım. Zararın neresinden dönersek kârdır, ne yapalım.

"Senelerce günce tutum..."

Bu en zoru olacak.

Çok günce yazan biri olarak şunu söylemeliyim ki, günceler yalan söylerler. Mutlaka bir tarafından tutarsınız. Taraf tutarsınız. Çünkü ileride gerçeklerin bilinmesinden korkarsınız. Gerçekleri konuşmak cesaret ister. Bu zordur. Güncenizin gerçeklerini ileride okunmasından korkarsınız. Daha kötüsü, yalanlarınızın açığa çıkmasından korkarsınız. Yalanlarınızın açığa çıkması sizi öldükten sonra bile rahatsız edecek hissine kapılırsınız. Bu yalanlarınızı kimse bilemeyecek olsa bile...

"Yalan söylemeden yazacağım."

Yalan söylemeyeceğim. Güncemi yazarken doğrular, gerçekler bana acı verse de özgür olacağım ya bu yeter bana. Sırf bu sebepten dolayı bile Incil'i sevebilirim. Erguvan rengini hep sevmişimdir.

"Gerçekler sizi özgür kılacaktır..."

Sanırım ilk defa yalan söylemeden günce tutacağım. Belki de... Daha doğrusu daha az yalan söyleyeceğim. Yalanları seyreltmekte bir başlangıç olabilir... Çünkü edebiyat için değil, kendim için yazmış olacağım. Yüzleşeceğim kendimle. Hayallerimle...

Şimdi başlamalıyım...

Sürekli hayalle gerçek arası; dehşet verici bir şeyler oluyor. Bütün iğrençlikler zihnimde canlanıveriyorlar. Çok rahatsız edici, sıkıcı şeyler... Bir örnek, bütün gün evde romanımın üzerine çalışıyordum. Bir çay molası vermek için çaydanlığı ateşe koydum. Tamamen kendimi oyalamak, melankoliden kurtulmak için. Romanla cebelleşmek beni yeteri kadar melankolik yapmışken... Kaynattığım suyla kahve koydum kendime. Tam bu sırada zihnimde canlanan, dehşet verici bir an...

Bunu anlatması çok zor.

Dedim ya günceler yalan söyler. Ama ben doğru söyleyeceğim.

Anlatacağım...

Çaydanlıktaki kaynamış suyu ikinci bir şahsın başından aşağı döküyorum. İşte bak, tam anlatamadım ikinci sahsın kim olduğunu söylemedim.

Bu eksik bir günce olacak, değil mi?

Bütün olan biteni ile o hafta terapistime anlatıverdim olanları. Hem de hiçbir yorum katmadan. Öyle rahatladım ki.

Çok doğal karşıladı.

Sürekli dehşet verici hayaller görüyorum. İnsanlara zarar veriyorum. Şiddet uyguluyorum. Nedir?

Nedir beni bu kadar rahatsız eden şey?

Çisem Hanım şöyle söyledi: yeni doğum yapmış bir annenin kendi çocuğunu kucağına aldığı zaman -çoğu annede böyleymiş- ona cinsel şiddet uyguladığını hayal ederlermiş. Ve bu da insan beyninin bize oynadığı oyunlardan biriymiş. Buna birçok insan kapılırmış. Çok doğal, ama anlatması zor bir durum.

Hatırladıkça yazıyorum.

Ağlamalar.

Ağlamalardan kurtulamıyorum.

Çok acı veriyor. Ağlıyorum. Sürekli ağlıyorum. Çok ağlıyorum.

Ağlıyorum... Ağlıyorum... Ağlıyorum...

Bir hayal: uzun bir zamandan beri görmediğim ablamı evin içinde görüyorum. Kapıda onu uğurluyorum. Hemen sonrasında başıma doğrulttuğum bir silahla kendimi vuruyorum. Kanlar içinde görüyorum kendimi yerde. Bir solucan gibi kıvranıyorum. Ama gerçek dışı.

Hayaller.

Hayallerimden utanıyorum...

Bir gün hiç unutmam zil çaldı, açtım... Fikret geldi. Ağladım sebepsiz.

"Neden ağlıyorsun? Yeter, bıktım senin ağlamalarından."

Evet, gerçekten çekilir şey miydi bu. Ne de zor bir hayat.

Melankoli bir hastalık bende. Kimilerinde eğlence-hüzün aracı bende ise ölümcül deneyler yapan bir hastalık bedenimin içinde.

Erguvan: Melankolinin bir rengi...

Neyse ne... Geçsem iyi olacak...

Fikret beni bugün hiç aramadı... Bütün bunları neden mi anlatıyorum. Kabullendiğimin resmi olmayacak mı bu günce. Bunun için yazıyorum sevgili günce. Artık bilsinler... Herkes bilsin... Ben hastalığımı yendim. Hiçbir eksik kalsın istemiyorum. İtiraf olsun. Bir manifesto olsun bu günce. Ama bunları bilseler de ne çıkar ki. Hayat dışarıda devam ediyor değil mi? Günceler de sayfayı kapatınca biter gider, değil mi? İstiyorum ki güncelerde kalmasın iyileştiğim... Günce yazmam bitince de fırlatıp atacağım. Yeni bir hayata başlayacağım. Ama olmuyor, atamıyorum.
Erik ağacı her mevsim olduğu gibi yine karşı bahçede duruyor. Orada durması bile melankoliye yetiyor.

Geçelim mi?

Annemi özledim... Anneme ağlıyorum, demiştim. Rubbilimsel bir şey olmalı. Fikret'i gördüğüm anda annemi hatırladım ve ağladım. Hâlbuki daha dün görüşmüştüm annemle. Hep bir yaşanmışlık duygusu...

İşte böyle sevgili günce.

Kırmızı kalemle yazıyorum. Nasıl yazmam gerekiyor yaşadıklarımı? Kan akıyor gözyaşlarımdan, içime dışıma kan. Masum bir aşk için evrenin etrafinda sonsuz kereler tur atmaya razıyım diye girdim cümleye. Fikret bu masum aşk sen olabilirdin, ama sen de gidiyorsun. Git o halde, ne yapalım. Bana garip duygu ya da duygusallıklar yeter.

"Günlükler, kitaplar, eski paralar, sözler, gülüşmeler." dedi, Zeynep. Duysun, son defa bir el sallasın. El sallamadan terk edilmiştim. Hayatı ıskalamamalıymışım. Bana hediye ettiği bir şey varsa Zeynep'in, o da anı yaşamalıymışım. Bu hediyesini hiçbir zaman uygulayamadım. Fikret bunu sen de zaman zaman söylüyordun bana.

Çığlık!

Yeter ?!

Koskoca bir yeter diye çığlık atasım geliyor an lafını duyunca. Kazakistan'a kadar ulaşsın. Şimdiki zamanı yaşamaktan nefret ediyorum. Şimdi neredesin Zeynep! Gitme Fikret benimle kal olur mu?

Sonra.

"Sıraya koymalı ve anlatmalı." dedi.

Geceyi aydınlatan sis enikonu çökmüştü. Gökyüzünün karanlığı belli belirsiz çarpıyordu gözlere. Uzakta sis ışıkları parıldıyorlardı. Sanki gündüzdü. Çökeltinin yoğunluğu geceye ay gibi doğmuştu. Ay ise henüz görünürlerde yoktu. Her şey birden bire çöken sisin altında kaybolmuş, yitip gitmişti... Sanki yeni bir güne başlanacaktı. Bulunduğu zamanın ayrıntısını yansıtamıyordu gökyüzü.

Gece kimliksizdi.

Uzun ince kayan yolun, sağlı sollu moloz yığınları arasında, ufukta yeni yeni yapılmış bağımsız binalar, site içinde binalar, gökdelenler... Binaların, gökdelenlerin arasında, (arafta kalmış) çayırlar, otlaklar, çimenlikler, ağaççıklar... Azınlık bir orman! Küçük, müstakil yerleşkeler. Köy yerleri. (Uzaktan birkaç köy böyle gözlemlenebilirdi.) Betonarmelere rağmen yaşamayı başarmış köyler.

Deniz yoktu burada yahut uzaktı. Şehir merkezine oldukça uzak, yeni yeni gelişmeye açık, geleneklerini yavaş yavaş kıran, biraz mahzun, biraz da heyecanlı bir kasaba... Artık her şey değişebilirdi. Değişimi kabul etmekte zorlanan, nüfusu az da olsa köy ahalisi, parsel parsel konutlar diken müteahhitler. Evet, burası İstanbul'un fakir ve ücra tepelerinden bir yerdi. İlerde zenginliğin, burjuvanın, lüks otellerin, büyük alış veriş merkezlerinin odak merkezi olmaya aday olacak yeni İstanbul. Geceden şantiyelerde kalan inşaat işçileri, hamallar... Ara sıra denetime gelen kurt müteahhitler. Rüzgâr, sis ve uzak ışıklar. Sonra yeni dünyanın, yeni şehrin, yeni kasabanın zamana ilk direnmeleri. Eski, yerleşik hayatın ilk çırpınmaları. Bu ilk heyecan, ilk mahzunluk, ilk merak, sonra ilk site mahalleler.

“İlk aşk” dedi Cemil, kafasının içinde dolanan onca düşünce, bu ilk buluşma, yeni bir hayat. Şehirle özdeşlik kurdu, (şehir dedimse de kasaba, şehrin ücra ve fakir bir köşesinde yeni bir hayat) bir pay biçti kendine.

“İşte yenidünyanın uzak ışıkları” dedi Fikret, uzaktaki evlere bakarak. “Sis, rüzgar ve uzak, uzak, çok uzak ışıklar. Benim yuvam!"

Arkadaşlık ne de güzel bir duygu, aynı kitaplara âşık olmak, aynı filmleri sevmek, aynı şiirlerde buluşmak, aynı romanları değişik zamanlarda da olsa okumak. Sonra buluşmak bir yerde. Aynı noktada birleşmek. Konuşmak, uzun uzun sohbet etmek. Bu kitaplar, bu tarih, bu arkeoloji, bu mitologya, bu özlenilen ilk kıpırdama, ilk paylaşma. Arkadaşlıktı bütün bunlar.

Arkadaşlık...

Buluşmalarından önce uzunca bu konuları konuşmuşlardı.

Kıştı. Kuru bir hava. Göz gözü görmüyordu. Toz toprağın gözlere inen acısı. Uzunca bir yol yüründü. Sonra Saadet Sitesi, C/blok... Asansör kayışlarının iç gıcırdatan o tedirgin, titrek ses hali. Şimdi Fikret'in kiralık evinde bu ilk beraberlik. Bu ilk buluşma.

Peki, nasıl tanışıldı?

Fikret'in bir şiiri, Cemil'in bir öyküsü 'Defne' adlı edebiyat dergisinde yayımlanmıştı. Birbirlerini hiç tanımıyorlardı. Daha sonra Cemil bir şekilde Fikret'in elektronik posta adresini buldu bu dergiden. Dergi internet üzerinden de yayım yaptığı için birçok kişiye giden e-posta adreslerine ulaşmak mümkündü. Cemil, Fikret'in yazdığı mitolojik ögeler yüklü şiirini çok beğenmiş, bunu yazan kimse tanışmak istemişti. Daha sonra uzunca bir msn sohbetinin ardından ilk daveti Fikret yaptı.

Kadıköy’de buluşmuşlardı. Uzunca edilen sohbet! Şimdi Fikret'in evindeler.

"Senin öykünü annemlere sesli okudum" dedi Fikret, “henüz seni tanımazken. Televizyonu kapattım ve başladım yüksek sesle öykünü okumaya.”

"Bu harika" dedi Cemil, böyle bir şeyi başka hangi okuru yapmıştı ki! Cemil şanslı bir çocuktu.
"Ben alışverişe çıkıyorum, bir şeyler alacağım" dedi Fikret.
"Bir şeye gerek yok, biraz oturur kalkarım ben" dedi Cemil.
"Neden ?"
"Çünkü bu saatten sonra seni Bostancı'ya götürecek bir vesait kalmadı da ondan.” Burası İstanbul dışı neredeyse. Eve de gece onda gelmişlerdi. Cemil henüz ilk günden utanma ile sıkılma arasında gitmeliyim diye düşündü, ama bir yanı kalmayı istiyordu.

"Taksi de mi kalmadı?"

Gülüştüler.

"Haydi, o zaman ben de seninle geleyim" dedi Cemil.
Markete birlikte gittiler.
Neler almadılar ki, patates cipsi, kuru yemiş, çikolata, içecek olarak da meyve suları ve bira.
Moloz yığınları arasında eve döndüler. İlk bakışta hiçbir cazibe uyandırmayan, terk edilmiş, unutulmuş gibi gözüken bu İstanbul dışı sayılabilecek yer Cemil'in içinde garip, ifadesi zor hislerin başlangıcı oldu.

"Burası Yeni Amerika" diye bağırdı Cemil.

Moloz yığınları ve yeni inşa edilmiş evlerin arasında havlayan sokak köpeklerinden başka kimse bu seslenişi duyamayacaktı. Bu da insanı daha bir özel hissettiriyordu. Sanki bütün şehrin kalabalığından uzak bir manastırdaymışcasına. İlk izlenim olarak sessizlik, sakinlik korkulacak bir şeydi. Pek tekin sayılmazdı. Jandarma bakıyordu bu bölgeye. Jandarma da ne kadar ilgiliydi ki bilmiyorlardı. Ama Fikret üç yıldır burada yaşadığını ve hiçbir olaya tanık olmadığını söylemişti daha önce konuşmalarında. Söylentiye göre burada yeni yapılan lüks villa tipi binalarda oturan insanların çoğu mafyaydı veya mafya ile bir bağlantısı vardı. Bu yüzden bu tip insanların çalışma mekânları genelde şehir merkezlerinde olduğu için, bu tip fakir ve ücra köşelerde ise ikametten başka ne işleri olabilirdi ki... Pis işlerini şehrin göbeğinde yapıp, akşamları evlerinde huzur içinde uyumaları için böyle uzak, çok uzak, sessiz, sakin bir yerde oturmayı tercih etmeleri normaldi elbette. Bu sebepten güvendeydiler.

Cemil balkona çıkıp uzaktaki seçmekte zorluk çektiği köy evlerine baktı. Uzun uzun sessizliği dinledi. Yalnızca köpek havlamaları, cırcır böcekleri ve çöken sisin boğuk havası. Bir an annesini düşündü. Evden uzaklaştığını. Evinden pek çıkmayan biri için bu uzak buluşma ürkütücüydü ilk etapta. Tatlı bir ürkeklik. Heyecanlı bir ilk uzaklaşma.

"Annemi aramalıyım" diye düşündü Cemil.
"Alo, anne"
"Oğlum, sen misin? Neredesin? Bugün aramadın beni.
"Anne ben bu akşam bir arkadaşımda kalacağım"
"Kim o arkadaşın, ben tanıyor muyum?"
"Yeni tanıştık, sen tanımıyorsun, aynı dergide yazdığım biri. Fikret! "
"Oldu oğlum, kendine dikkat et."

Yirmi sekiz yaşında biri için evden uzaklaşamamak hazindi. Her yaptığı eylemi annesi ile paylaşmak ihtiyacı duyan Cemil için bu göz hapsi enikonu bir çıldırıya doğru yürümekteydi. Her genç özgür olmak, mutlu olmak, istediği hayatı yaşamak ister. Cemil yaşlarındaki gençler ise çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı bile. Eski arkadaşlarının birer birer evlendiğini gördükçe yalnızlığı daha çok artıyor, ama bir yandan da bu durum kendini özel hissettiriyordu. Önemli olan kendi istediği hayatı yaşamaktı insanın. Kimi insanlarda evlilik başkaları için yaşamaktır. Başkaları için yaşamak istemiyordu. Bu hayat onu tamamlayan bir hayattı.

Fikret, kuruyemişleri küçük kâselere koyma işleminden sonra dolaba koyduğu biralardan birer adet seçip salonda oturan Cemil'e ikram etti. (Bu arada annesi ile olan konuşması bitmiş, telefonu kapamış düşünceler içindeydi Cemil)

"Teşekkür ederim" dedi Cemil “Çok incesin.”
"Afiyet olsun." dedi Fikret, müzik açalım, ne dersin?
"Olur olur. Neden olmasın… Sen istersen her şey olur."

Cemil, E.M. Forster’ın "Maurice' adlı romanı için söylediği şu sözü bölük pörçük zihninden geçirdi:
"Mutlu son zorunluydu. Hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine âşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar"

"Edebiyatta değil, gerçek hayatta bunu yaşamak istiyorum." diye düşündü Cemil.
Açık olan bilgisayarın müzik listelerinden bulduğu Harun Kolçak'ın 'yanımda kal’ adlı parçaya tıkladı Fikret.

Şimdi uzun uzun sohbet vaktiydi. Felsefeden, edebiyattan, mitolojiden, güncel siyasetten... Uzun uzun konuşuldu o gece. Saat iki gibi Fikret, yatacak yer hazırladı Cemil'e. Salonda üç çekyat vardı. İkisi de salonda karşılıklı yataklara geçtiler. Uzun sohbete bu şekilde yatar vaziyette devam ettiler. Ama ayrı yerlerde. Sabahın ilk ışıklarına değin cinsellikten uzak, bu masum ilk tanışmada ezan sesine değin konuştular. Sabah ezanı ile birlikte uyuyakaldılar. Öğlenden önce yataktan fırlayan Fikret, kahvaltı için bir şeyler hazırladı, Cemil'in uyanmasını bekledi. Cemil ise hiç uyumamıştı, bunu Fikret'e hiçbir zaman söylemedi.

Uyumamıştı değil, uyuyamamıştı.

Kahvaltı hazırdı. Harun Kolçak çalıyordu mutfakta.

"bana ellerini ver, rüya olsa bile değer, yalnızım ve korkuyorum, saçlarımı okşa yeter."

İşte böyle bir anda Fikret sarılıverdi Cemil'e. Ayrılık vaktiydi.

O sabah annesinin evine dönen Cemil, içinde huzur, saadet, şenlik, canlılık, heyecan, memnuniyet vesaire bütün güzel anımsanan sözcüklerde ağlıyordu. Hüzünlüydü.

Kullanılan o sihirli sözcük: Aşk!
Söylendiği anda kaybolup giden, bir daha izine rastlanamayan gizem.
Cemil bütün gün ağladı, ağladı-ağladı.

O ilk cinsellikten uzak öpüşme. Yanak yanağa.

Hepsi. Hepsi uzunca bir suskunun zihinde süregelen imgeleri. Dönüp dolaşıp onu arama, bir yerlere sığamama. Hayat birbirine eklenmiş fotoğraflarla yapılı bir albüm. Sayfalar, sandığımızdan çok olsa da hızlı bir şekilde açılmakta. Tükenmekte. Çarçabuk gözden uzaklaşmakta.

"Uzaklaşsın istemiyorum." dedi Cemil.
Odasında yalnız başına, bu iç konuşmasını not deftercine yazdı. Bir de tarihledi üstüne: Uzaklaşsın istemiyorum.

Sis yoktu. Akşam çökmüştü Bostancı'ya. Şehir merkezinde olan evine, topu topu üç metre kare odasına geri döndü. Anne-babasının evine. Haftada bir köşe yazdığı Öncü gazetesine yazısını yazmaya koyuldu. Aklında aşktan başka bir şey yoktu. Evet, âşık olmuştu. Küçük not defterciğini açtı. Bütün bir hayatını batkıya uğratan ayrılıkları vardı Cemil'in. Yazacağı yazısını yarıda bıraktı ve bir sırrı tutar gibi bütün ayrılıklarını not ettiği defterciğine bu ilk kıpırdanmayı yazdı.

Hepsini. Hepsini yazmış olmalıydı. İki acı ayrılık yaşamıştı daha önce. Bu üçüncüsü en kötü ama duyarlı olanı diyordu. İlk buluşma sonrası ayrılık diyemeyeceği bu kısa süreli uzaklaşmayı da defterciğine ayrılık olarak düştü. Bir ilişkiye başladığında her gün prova ettiği o sarı sargın ayrılık.

Bir yazar: Selim İleri. Bir kitabı: Yarın Yapayalnız.

Çalışma masasının üzerinde duruyordu Yarın Yapayalnız. Tek bir sözcük okumamıştı. Bu kitabı satın almasını etkileyen tek unsur başlıktı. Yarın Yapayalnız. İki sözcük okumuştu. Yarın ve yapayalnız.

"Artık mutlu olmanın zamanı geldi." dedi Cemil “Bütün ayrılıkları unutarak, unutarak.”

Bir sonraki buluşmayı düşünerek kitabı masanın üzerinden aldı, sayfalarını çevirdi, okumaya başladı. Uzun uzun okudu. Akşama doğru Fikret aradı.

"Alo..."
"Merhaba canım."
"Merhaba."
"Ne yapıyorsun?"
"Valla ne yapayım, aynen devam. Yeni çıkacak dergimiz için çalışıyorum."
"Dergimiz mi?"
"Evet, dergimiz."
"Edebiyat olmalı."
"Kesinlikle"
"Senin şiirlerine de yer vermek istiyorum."
"Ah, çok teşekkür ederim aşkım."

Kısa bir sessizlik yaşandı. Telefonun öbür ucundaki Fikret'in heyecanlı bir ses hali vardı. Cemil yirmi sekiz yaşındaydı, ama yaşıtları kadar büyümemişti. Ana kucağıydı onun yeri. Yirmi sekiz senelik, koca bir adamın anne sevgisine doyamayışı.

Bu ilk itiraf oldu Cemil'e. Aşkım. Ah, ne de güzel söylenir. Şöyle azını açık tutup, ş'ye doğru bir şaplatma ve sonra bir kım'lama. Cemil ne diyeceğini şaşırmış, konuyu değiştirmek için bahaneler aramıştı. Bir taraftan da annesinin odasına gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Sanki telefondaki sesi annesi duyacak, bu yasak aşkı bilecek, her şey batkıya uğrayacaktı. Cemil 'in tedirgin davranışları bir erkeğe âşık olmanın korkularıydı.

Kendisi için normal olan bu durum ailesi için normal sayılmazdı. Yakın çevresi, arkadaşları, yakın-uzak akrabaları buna ne derlerdi. Gizli yaşanmalıydı. Her şey. Evet, her şey-telefon konuşmaları, buluşmalar, konuşmalar, yazışmalar- her şey gizli olmalıydı.

Her an aklından çıkmayan, kendiyle barışamayan, sürekli bu durumuna kılıflar uyduran bir ruh haliyle yaşıyordu Cemil.

"Canım, ben... Ben müsait değilim. Sonra ararım seni olur mu ?" dedi Cemil, telefonu yüzüne kapadı Fikret'in.
Salona girdi. Annesini kontrol etti. Annenin bir şeylerden haberi yoktu elbet, ama anneler her şeyi hissederlerdi. O gece bunu düşündü Cemil. Bütün gece bu ilk kıpırdanmayı kimseye açamadan yalnızca annesini, sevgilisini düşündü. Uyumadan önce Yarın Yapayalnız'ın arka kapaktaki şu sözleri okudu: “Aşk hep aynıdır."

Fikret'i o gece hiç aramadı.

Sabahın ilk ışıklarıyla ayaktaydı. Geceden yazamadığı yazısı düştü zihnine. Kahvaltıdan sonra çalışma masasına oturdu. İçinde sıkıntı ile mutluluk arası bir hissiyat vardı. Sıkıntı olan tarafı Fikret'i arayamamış olmanın verdiği mahcubiyet olmalı. Mutlu olan tarafı ise Chopin dinlerken bir an her şeyi unutup ilk aşkını düşünüyor olmasıydı. Öğle vakti telefona gitti eli. Aramalıydı. Aramalıydı ve her şey başlamalıydı. Sabahtan kapalı tuttuğu cep telefonunu açtı, şifresini girdi ve menüye geldi. İşte Fikret'in numarası. Yeşil tuşa basarsa aranacak. Yeşil tuşa parmakları titreye titreye bastı ve telefon çalmaya başladı.

"Alo!"
"Evet!"

"Fikret !"
“Nasılsın?
"İyiyim, iyiyim. Bak ne diyeceğim. Bugün müsait misin ?"
"Akşam işim bitecek. İstersen buluşabiliriz."
"Canım, nasılsın?"
Yine tedirgin.
"Her şey için üzgünüm, daha ilk günden böyle. Müsait değildim. Dün gece için çok özür dilerim.”
"Olsun canım, ne olacak."
Fikret'in, Cemil'e hatırını sormasını takip edemeyen Cemil devam etti.

"Nasılsın ?"
"Sağol, iyiyim canım senden ne haber?
“İyiyim, iyiyim. Kadıköy’e gelebilir misin?
"Olur, gelirim."
"Akşam altıda, Süreya Sineması'nın önünde."
"Orada olacağım." dedi Fikret.

Akşam altıda Süreya Sineması önünde.

Akşamüstü Öncü gazetesi için yazdığı köşeyi teslim etti ve Kadıköy’e doğru yol aldı. Bostancı'dan atladığı minibüs onu Altıyol'da bıraktı. Saat henüz beş buçuktu. Tramvay yolunu takip ederek yürüdü, yürüdü, yürüdü. İçinde garip bir heyecan eli telefona gitti.

"Alo, ben geldim Fikret, Süreya'dayım."
"Tamam, ben de Rıhtım'dayım. Yukarı doğru yürüyorum."
"Oldu canım, ben bekliyorum seni" dedi Cemil, titrek bir heyecan aldı halini.

Buluşuldu.

Tramvay yolu boyunca yürüdüler. Moda sahiline kadar uzun uzun yürüdüler. Yine edebiyat konuşuldu.

"Dergimiz." dedi. Cemil, çıkarmalıyız.

Şimdilerde tek hayali bu edebiyat dergisini çıkarmak olacaktı. Henüz isim koymamıştı çıkacak olan dergiye. Fikret'in de düşüncelerini almak, ona göre bir yol çizmek istiyordu. Derginin ne önemi vardı ki, as olan müşterek bir şeyler yapmak, aynı ortamlarda bulunmak, aynı şiirleri okumak, aynı öykülerde aynı acıları paylaşmaktı amaç. Derginin de bunlar için bir araç olması gerekiyordu elbet.

"Bugün bende kalır mısın? "dedi Fikret, bütün bir gece yine ilk günkü gibi konuşuruz. "Elbette." dedi Cemil, “çok sevinirim. Seninle olmak güzel.”

Uzun ince, sağlı sollu bir yılan gibi kayan yoldan geçtiler. Moloz yığınları arasından eve varacaklardı. Bu yol Fikret ile Cemil'in artık hayallerindeki Likya olacaktı.
"Likya Yolu olsun.” dedi Fikret, “artık her geçmede seni hatırlayacağım.”
Köyün içinden geçerlerken Cemil atıldı. Küçük bir patika yol vardı burada.
"Eos patikası olsun” dedi Cemil “her geçmede seni hatırlayacağım.” Artık geçilen her yerde, her köşe başında bir isim buluyorlardı. Gece yarısı döndüler eve.

Her şey ne kadar da rüya idi. Bütün bir gece birlikte oturup muhabbet ettiler. Gece yarısı bir an Cemil düşündü.

"Nasıl olacak? Nasıl yaşayacağız?"

Hiç olmadık bir zamanda Fikret'e doğru yanaştı. Fikret kütüphaneden seçtiği İlhan Berk'in şiir kitabını elinde tutuyordu. Tam bu anda Cemil yaklaştı, yaklaştı-yaklaştı. Ve Fikret'in dudağından öpüverdi. Saniyelerle sınırlı bu öpüşme bütün bir hayata bedeldi. O gece bu öpüşmeden sonra Cemil kendini uzak tutmaya başladı Fikret'ten. Anlamsız bir şekilde uzak tuttu. Anlamını bilemediği bir davranış yapmıştı sanki ve bunu çözmeye çalışıyordu. Sürekli düşünüyor, düşünüyor-düşünüyordu.
"Hiç bitmesin." dedi Fikret, hep mutlu kalalım.
“Ayrılmalıyız.” dedi Cemil, “bu yaşadığımız sadece garip duygu ya da duygusallık.”

Nasıl oluyor da birkaç saat önce dudağından öpmek için yeltendiği ve birkaç saniyelik o dayanılmaz heyecanı yaşayan Cemil, aynı anda düşüncelerini değiştirip ayrılmak istediğini söylemişti Fikret'e. Öpüşmeyi anlamlandıramayan Cemil, ayrılık kararını da anlamlandıramıyor, sürekli düşüncelere boğuluyordu. Fikret ise hiç beklemediği, Cemil'in ayrılık kelimesinden sonra ıstırap içine düşse de, bunu gece boyunca fark ettirmedi. Ama neden diyordu.

"Neden?"

Bu kadar kısa mı olacaktı. Bir anlık mı öpüşecek, bir anlık mı sarılacak, bir anlık mı konuşacak ve sonra ayrılıp gidecektik.

"Bunu bana neden yapıyorsun." dedi Fikret, “sen ne dediğini bilmiyorsun.”

"Bu böyle olmalı."dedi Cemil, hiçbir açıklama getirmedi ayrılığına. Kendisi de emin değildi ayrılıktan.
Hakkı var mıydı daha ilk öpüşmeden sonra ayrılık kelimesini etmeye.  Bu kadar da erken. Bu kadar anlık. Ne de çabuk yılgınlık. Nedir bu yılgın olmanın sebebi?  Her şeyin mutlu gittiği bir anda alt üst etmek. Buna hakkı olabilir miydi bir insanın. Elbette buna kimsenin hakkı olamazdı. Olmamalıydı. Hiçbir zaman çözemeyeceği bir davranıştı Cemil'in ayrılık isteği.

Sabah kahvaltı sonrası hiç konuşulmadı. Büyük sessizlikler yaşandı. Fikret ne kadar da şanssızdı. Fikret'in eski sevgilisi Ahmet evlenmiş, bir daha beni arama, ben evli biriyim artık, demişti.

"Bu böyle yürümez. Hayatıma girmeni istemiyorum." demişti Ahmet.

Birden Ahmet'i anımsadı.

"Şimdi de sen gidiyorsun. Ama bu kadar çabuk bir anlık mı olmalıydı."

Cemil evden çıktı ve annesine koşmaya başladı. Bütün bir hafta boyunca yaşadığı bu garip duygu ya da duygusallığı düşündü o an. Annesine gidiyor, bir yandan da düşüncelerden kurtulamıyordu. Bir hafta içinde neler yaşadığını düşündü. Peki, istemiyor muydu Fikret'i.

İstememek ne kelime.

Âşık olmuş ve ayrılmak istemişti. Bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman çözemeyecekti.

Bir erkeğin bir erkeğe âşık olması... Zor, zor-zordu bu coğrafyada...

Fikret akşam uzak ışıklara bakarak yalnız olmadığını duyumsadı...

Cemil güncesine devam etti.

Yağmur çiseliyordu.

Her şey bir şiir akşamına gittiğimde başlamıştı. Aslında her şey bir şiir akşamında bitti. Yağmurlu bir şiir akşamında, bir hayalin peşinde koşmaktan, olanaksız bir hayalin... Geri dönülemeyecekti. Yollarımız zorunlu bir ayrılığı hak ediyordu. Gece eğlenceli bir hal aldı. Şiirler okunuyordu. Yalnız, bir masada okunan şiirleri dinlerken, bir yandan da rakımı yudumluyordum.

İçime ağlıyordum.

Bir ara boşluktan yararlanan garson benim masaya doğru yöneldi.

"Yanınızda oturan var mı?"

"Yok!"

Karşısında ayakta durarak şiir akşamını takip etmeye çalışan Kerem, çok rahat gözüküyordu.

"Merhaba."

"Merhabalar."

Gecenin ilerleyen saatlerinde büyük bir sabırla karşımda ayakta duran Kerem, bira söyledi kendine, Bir yandan rakımı yudumluyor, bir yandan şiirleri dinliyor, bir yandan da bütün yaşanmışlıkları sıraya koymaya çalışıyordum. Olmuyordu. Bir türlü sıra olmuyorlardı. Çalakalem düşünüyordum.

Bu günce de çalakalem yazılıyordu.

Suraya koymalıydım.

Içime ağiyordum.

Kerem'in ayakta durmasından rahatsız olduğumdan gidip arka taraflardan bir sandalye çektim. Duyarlı bir davranış sonrası ara ara sohbet açıldı.
Şiirler okundu. Sustuk. Dinledik. Ara verildi.
Konuştuk. O ana kadar ruh halimi bilemeyen, bilmek de istemeyen Kerem çok mutluydu; ne de olsa yeni bir insanla tanışıyordu. Yalnızdı. Yeni insan yeni arkadaşlıklar, yeni ilişkiler, yenidünyalar demekti... Giderek büyüyen muhabbet aynı yazarları sevme meselesine gelince: Kerem'in en sevdiği şair Attilâ İlhan'dı...

İşte böyle geçip gitmişti vakit, gece olmuş, herkes evlerine dağılıyordu.

"Hepsi, evet hepsini anlatmalıyım..."

Günce tutmak değil sevgili okur asıl amaç; bu tamamen kendisidir hayatın. Günce yazmaya günce tutmadan başlamalıyım. Günceler yalan söyler demiştim ya, bu görüşü hâlâ destekliyorum. İşte bu şiir akşamında yalnızlıklar çıkageldi. Yalnızlıklara karşı arkadaşlıklar. Henüz ilk ayrılık sonrası ilk tanışma. Güzel, sevecen, çok sıcak bir iç dökme. Fikret'ten ayrıldığım zaman sonrası bu ilk şiir akşamıdır. Bu ilk sıcak arkadaşlıktır. Kerem, bütün kalbiyle beni dinliyor, dinliyor-dinliyordu. Hiç Sıkılmadan dinliyordu.

Düşüncelerim akıp gidiyor, sıraya koyamıyordum. Bu başka.
Bambaşka bir aşk. Sıranın dışında yaşanmış, şimdi her şey bitmişken anlatmaya çalışılan...

Günce diyelim...

Yalnız, Fikret bütün manzarayı görsün istiyorum bu günceyi okuduğu zaman. Bütün resmi çizmeliyim anlatırken. En eskiden başlamalıyım. Başlayacağım.
Kerem ile tanıştığım o gece ne kadar da yalnız hissediyordum kendimi bil bilsen sevgili günce. Artık hayatımda ne Zeynep vardı ne de Fikret. Zeynep'ten ayrıldığımda Kazakistan'a gitmişti.
"Şimdi de Fikret sen gidiyorsun."

Ama bu gidenlerin hiç biri ortak bir hayali sırtlamak istemediler. Fikret, sen bizim uygarlık hayalimizi biliyor musun? Hiç unutur musun? Kim bilir belki de kuruntu yapıyorum. Gidenler kazanmışlardır ben hep kaybetmişimdir.

"Ama Fikret başka..."

Başka diyorum ama o da gidenlerin arasında yer alıyor. Gitmek kazanmaktır sanırım. Kalmak kaybetmek. Bu görecelidir, değil mi? Gecelim.

Ertesi hafta yine şiir akşamında Kerem'le buluştuk. Bu buluşmalar daha da yoğunlaşmaya başladılar. Herkes gitti ama Kerem burada, yanımda duruyor. Yine şiirler okunuyor, dinleniyordu. Şiir için çok önemli isimlerin katıldığı bir şiir gecesiydi. Yanımda getirdiğim dergilerde yayımlanmış birkaç şiirim vardı. Çok sıkılırım, okuyamam ben dedim. Ama ısrarla ismim yazdırıldı. Sıraya koyulmuştum. Kerem, yine soğuk duruşunun altında yatan sıcaklığı ile yanımda tek destekçimdi.

"Günce yazmak deliliktir. Günce yazmak delirmektir..."

Yeni bir şeyler yazmalı oysa hep taze ve bayat olmayan şeyler.

Sürekli.

Neden eskiyi yazar insan anlamam. Bu insanların arasında Cemil de var elbet. Bu günce Cemil 'in zihnine düşen ilk sözcükler. Toparlayacağını umuyorum. Eski yaşanmışlıklardan bir şeyler çıkarmaya, bir sonuç elde etmeye çalışıyor olmalı. Acılar bilgisi bir kitap yazmaya çalışıyor olmalı. Yazmak da öyle bir şey ki,  kalemi eline alana kadar. Gerisi önemli değil. İlkyazını yüreğinle yazarsın, ama sonra iş teknik bilgilere gelince yüreğin mantığınla sürekli kavga ederler. Bu düşünce akışı günden güne delirtiyor Cemil’i.

Sıraya koymalı.

Kurtulmak amaç, değil mi? Bu ölü ruhtan kurtulmak.

"Bu günce düşüncede akan yazılar bilgisi"

Acılarbilgisi.

"Bu yazdıklarını bir hastanenin bahçesinde yazıyor Cemil."

Bir de aşklarım. Onlar hep uzaklarda beni bekliyor. Gitmiyorum da, görmüyorum da onları. Acı veriyor yüreğime gidememek. Gitmenin de şartları vardır. Her aşk maddidir. İyi bir işin varken bile gönlünün istediği kazancı sağlayamıyorsan hiçbir boka yaramaz bu hayat. Böyle bir aşk yaşadığımı düşünüyordum. Gönlümün istediği bir aşk. Bu yüzden yazmaya devam etmeliyim.

Aşk var mıdır?

Bu gecelik bu kadar.

Ölüm!

Evet, ölüm...

Hayat dedim de aklıma gelmişken.

"Ölümün de yaşamanın bir parçası olduğunu bilmek... Ve sarılmak yaşama, sımsıkı

bağlanmak... Ölümü anlayabilmek...”

Önce iç organlarının boşaldığını hissediyorsun, sonra soğuk bir ter ve ardından sanki organlarından yalnızca yüreğinin sesini duyabiliyorsun. Tik-Tik-Tik değil... Küt... Küt... Küt

Bunun adı nedir?

Senelerin eskitemediği korku filmi gibi bir aşk yaşadım. Ne de aşk denilebilirse. Yaşanmamıştı önceleri, yaşanması gerekiyordu. Yaşanınca da her şey alt üst oldu. Zeynep demiştim ya bıraktı gitti beni hem de Kazakistan'a, bir daha da görmedim. Ne yapıyor, ne ediyor bilmiyorum. En çok da gidenlerden haber alamamak kırıyor ya insanı...

Yazı bazen neşedir insan için, bazen mutluluk. En kötüsü acının olmasıdır bir yazıda. Evet, bence yazı bir acıdır.

O andır sadece, yazarsın ve biter sanırsın; ama o hiçbir zaman kaybolmaz ve günün birinde karşına çıkar. Acıtır seni. Acıtır canını. Cemil'in ıstırabına ortak olmalıyım. Paylaşmalıyım.

Peki ben kimim? Cemil kim? Yoksa Cemil, ben miyim?

Bütün bu düşünce akışımdan sonra şiir akşamına dönüyorum. Hiç ayrılmadığım şiir akşamına. Bu günce de şiir gibi yazılmalı diyorum...

"Kerem sen ne iş yapıyorsun?"
"Bilgisayar mühendisiyim, ama bilgisayarın dışında her şey ilgi alanıma girer. Edebiyatı severim."
Ne de olsa şiir akşamındayız. Böyle bir yerde tanışacağınız insanlar sıradan gitmezler hayat yolunda. İlla ki bir yamukları vardır. Yazmaktan başka bir uğraşı edinmeyen bir insan olarak asıl sıradan insan burada ben oluyorum herhalde.

"Boş zaman bulduğumda öykü, şiir yazarım." diyor Kerem, öğünerek.
Bu çok güzel bir şey. İnsanın işinin dışında kendini meşgul edecek bir şeyler olmalı elbet.

"Kerem benim bir hayalim vardı. Bugün bitti biliyor musun?"

Bugün bitti."

Neydi biliyor musun?"

Bir çocuğa âşık oldum ama her şeyine... Bütün hayatı benim olsun istedim. Yanlışı da doğrusu da benim olsun. Asıl yanlışı da burada yaptım sanırım. Bu yüzden acı çekiyorum. Hem kızlarla hem de erkeklerle olanlara Biseksüel diyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum Kerem. Sınıflandırmaları sevmiyorum. Sağcıymış, solcuymuş, Ermeniymiş, Türkmüş, Rummuş, liberalmiş, eşcinselmiş; pek umurum değil. Bunu da böyle bil olur mu? Bakarsın sana da âşık olurum. Ben böyleyim ne yapayım. Ama en iyi romanlar Biseksüeldir Kerem, bunu da yaz bir kenara...

Nasıl anlatmalı.

Anlatmalıyım.

Fikret ile yaşadığım aşk uygarlığın beşiğinde; şu bildiğin kahpe İstanbul'da oldu.

"Mitologya; "Akhilleus'un Hektor ile kavgasında bütün inatçılığı ve gaddarlığını, oğlunu almaya gelen Priamos karşısında sürdüremez ve oturup hıçkıra hıçkıra ağlar. Hektor'un ölüsünü yıkar ve babasına teslim eder... Anadolu halkı bu olayla Tanrısal Akhilleus'un katı ve kin dolu yüreğini eritmiştir..."

"Priamos yığılıp kalmıştı Akhilleus'un ayağının dibinde, yiğit öldürülen Hektor'a ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Akhilleus 'da bir yandan babasına ağlıyordu, bir yandan Patroklos'a ağlıyordu bağıra çağıra. Hıçkırıklar ve çığlıklarla doldu evin içi. Tanrısal Akhilleus doya doya ağladı."

Cemil doya doya ağlayacak ve bu iş bitecekti.

Tam miyologya anlatırken bir anons duyuldu şiir akşamı içinde. Kürsüde şiir okumam için ismim anons edilmişti. Heyecan içinde çıktım ve her şeyi haykırdım. Kısa bir konuşma için mikrofona yöneldim.

Ses çıkmadı. İkinci defa yöneldim ve bağırdım.

"Bizim bir hayalimiz vardı. Uygarlık hayali. Bu hayali paylaştığım insandan bugün ayrıldım."

Herkes bilsin istiyordu. Bu hayali haykırdığı yalan. Günceler yalan söyler. Nasıl haykırabilirdi ki?

Yasaktı.

Günah.

Kim bilir, günahtı.

Bu uygarlık hayali de kendi hayalimdi belki de. Kendi hayallerime bütün insanları alet etmeye bayılırım. Ama yanlış olduğunu biliyorum.

"Uygarın Pusulası" adlı şiirimi okumaya başladım...

Ben Biseksüelim, dolayısıyla eşcinselim ya... Bir şey daha hatırladım.

Zeynep, dedim ne kadar da rüya idi. Seneler önce bir mektup atmıştım cevap alamamıştım. Şu hale bak uzun aradan sonra bir mektup yazmış.

Samimi miydi?

Kıştı. Yağmurlar yüreğimi ıslatıyordu. Yalnızdım ve ilk aşkımı bekliyordum. Her şey bir tesadüf üzerine başlamıştı. İlk aşkımla Taksim'de karşılaşmıştım. Elektronik mektup adreslerimizi almıştık. Benim ona yazdığım mektup'un ona ulaştığı ihtimalini bile düşünmüyordum. Artık unutmuştum. Bir daha da başlamasın diyordum. Daha kötü olacaktı aksi halde.

Zeynep bir mektup yollamıştı.

“Ne zamandır aklımda aslında bir türlü zaman ayırıp da yazamadım. Nasılsın? Umarım her şey yolundadır. Senden neler yaptığın hakkında bir mektup bekliyorum olur mu? Ben bu aralar daha rahatladım. Çünkü Alman Hastanesinden ayrıldım. Hayatımda hiçbir şeye zaman ayıramıyordum. Çok yoğun bir çalışma temposu vardı.

Gece nöbetleri özellikle çok yorucu oluyordu.

Bu nedenle ayrıldım ve şu an başka bir yerde çalışıyorum.

İlginç gelecek belki sana ama yaptığım işin dört yıl okuduğum üniversite ile yakından uzaktan hiçbir alakası yok...

Baktım ki sağlık sektörü çok yoğun ve yorucu ben de bundan sonra eğitim sektöründe çalışmaya karar verdim. Şu an özel bir sektörde eğitim danışmanlığı yapıyorum. Eğlenceli bir iş! Bakırköy'de çalışıyorum. Bunun dışında bir değişiklik yok, denebilir. Sen neler yapıyorsun asıl. Ne işle meşgulsün?

Kendine çok iyi bak. Mektubunu bekliyorum.

Hoşçakal.”

Atılan bir mektuba en az kaç sene sonra geri dönülebilir? Geri dönülen mektup ne kadar samimi olabilir? Ne kadarı masumdur yazılanların... Bu sorulara hiçbir zaman yanıt bulamayacağım...

Sanki bulamayacağım...

Kanmıştım yazılanlara. Ne de renkliydiler. Bütün renkleri kirlenmiş bir hayatın kapıda beni bekliyor olduğunu nereden de bilebilirdim.

"Bana cevap yaz” dedi Zeynep “aşkımız başlasın. Aşkımız başlasın..."

Şöyle cevapladım mektubunu:

“Bana yazdığına çok sevindim. Özellikle yazdığın için sevindim. Ben iletişimde en çok yazı ile ilgili olan kısmı severim. Seni bilmiyorum, ama ben genelde arkadaşlarımla yazılı görüşmeler yapmayı tercih ederim. Gerçi günümüz teknolojisinde cep telefonu trafiğine yakalanmamak elde mi? Daha çok yazının kalıcılığını seviyorum desem daha doğru tasvirlemiş olurum. Yeni işinde sana daima başarı diliyorum.”

Zeynep aramıştı beni dedim; şimdi aramaz olaydı. Daha doğrusu teknolojiden yararlanarak elektronik bir mektup atmıştı. Başlık koymayı unutmuştu. Yeni yazılan mektuplar başlıklı oluyordu artık ne de olsa.

Evet, seninle en son ne zaman muhabbet etmiştik hatırlayamıyorum, dedi Zeynep.

Hatırlamasına da imkân vermiyorum. Bu çok eskiydi.

Her şey

"Her şey kurmaca bir yalanın parçasıydı. Sevgilisinden ayrılmıştı Zeynep. O sıralar tutunacak bir dal bulamıyordu. Ağına Cemil'i düşürmesi gerekiyordu. Düşürmüştü...”

Ne kadar da garip değil mi tıpkı romanlardaki gibi.

Sabahın en erken saatlerinden biri ve yazı masasında yazıyor Cemil. Zeynep ile en son görüşmesinden sonra sakin kafa ile düşünmeye başlamış, yazmak istemiş. Cemil'in bu mektubu yazdığı saatlerde ise Zeynep muhtemelen bin dört yüz elli üçüncü rüyasını görüyordu. Zeynep için ne önemi vardı ki. Hayat Cemil'e geldiği gibi değildi Zeynep için. İlk olarak ne zaman görüştük diye düşündü Cemil.

"Ne kadar hızlı geçiyor zaman öyle değil mi?"

"Zaman akıp gidiyor, öyle ya da böyle, bitecek bu hayat. İstiyorum ki elimde kayda değer bir

şeyler olsun."

Bir kum saatinden kayan kumlar gibi şu orospu hayat kayıp gidiyordu tabii. Cemil an an duyarlıydı bu hayata. Zeynep ise bütün hayatının kurgusunu alternatif bir aşka yansıtmış, Cemil gibi salak bir insanı aldatmaya yönelik hareketler yapıp çıkıp gidecekti hayatından. İlk buluştukları haftaların ardından başka bir buluşmada Zeynep'in nişanlısı olacak olan patolojik bir vaka Erdem çıkagelecekti. Cemil'i öldüresiye dövecekti. Cemil ise bunun bir karşılığı olamaz hayatta diyecek. Öteki yanağını gösterecekti.

Cemil bir piçti ne de olsa. Piçlerin babası olmaz, arka çıkmaz, çıkamazlardı değil mi? Öylece dayak yemekten zevk duyarlardı piçler. Karşılık vermez beyefendiliğe oynardı. Hastanede alırdı soluğu ve kimin Cemil'i hastaneye kaldırdığını da bilmezdi.

Cemil bir piçti öyle değil mi?

Bu yüzden Cemil'i kimin hastaneye getirdiği önemli değildi. Hastanede olmak önemli değildi.

Sırf bu yüzden bile İsa'ya tapabilirdi.

"Sana bir tokat atana öteki yanağını göster"

"Stokholm sendromu” demişti Fikret.

Sırf sana aşık olduğum için, beni eşek sudan gelip, bir de üzerime... Beni döven adamla evlenmiştin. Bu meşhur hastalık tablosu ismini 1973 yılında İsveç'in başkenti Stokholm'de yaşanan bir olaydan alıyor. Banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan bir kadın, soyguncuya âşık olur. Serbest kaldığında ise soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek, kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.

Peki, beni neden aradın Zeynep, hiç mi insaf yoktu sende? Şu hayatta bula bula bir beni mi buldun ağına düşürecek.

Kerem ile Bostancı'da buluştu Cemil. Geberene kadar çay ve sigara içme isteği vardı. Bütün bu yazdığı günce daha çok diplere çökerken Kerem buldu Cemil'i.

"Seni seviyorum." dedi Kerem; çünkü temiz bir kalbin var.

Bütün bu yaşadığım hayat bu temiz kalp için mi, dedim. Bütün temiz kalplere lanet okuyabilirim. Temiz kalpmiş. Ne de sıkıcı bir cümle. Temiz bir kalp yoktur Kerem, sana sesleniyorum. Kalpler doğar doğmaz pislenirler.
"Aldım elime kalemimi yazmaya başladım." dedi, Kerem'e, Cemil.
Kırmızı kalemle yazıyorum. Nasıl yazmam gerekiyor yaşadıklarımı. Kan akıyor gözyaşlarımdan, içime dışıma kan. Masum bir aşk için evrenin etrafında sonsuz kereler tur atmaya razıyım diye girdim cümleye.

"FİKRET BU MASUM AŞK SENSİN İNAN BANA SEN AMA ARTIK HÜRRİYETİME KAVUŞMAMIN VAKTİ -ZAMANI GELDİ!!!

Git o halde ne yapalım. Bana garip duygu ya da duygusallıklar...

"Günlükler, kitaplar, eski paralar, sözler, gülüşmeler.” dedim, Zeynep duysun son defa bir el sallasın diye bana. El sallamadan terk edilmiştim.

Hayatı ıskalamamalıymışım.

Bana hediye ettiği bir şey varsa Zeynep'in o da ânı yaşamalıymışım. Bu hediyesini hiçbir zaman uygulayamadım.

Çığlık!

Yeter ?!

Koskoca bir yeter diye çığlık atasım geliyor an lafını duyunca. Kazakistan'a kadar ulaşsın bu…

"Şimdiki zamanı yaşamaktan nefret ediyorum. Şimdi neredesin Zeynep!"

“Gitme Fikret, benimle kal olur mu?”

Sonra.

Sonra. Günce yazılıverdi bir çırpıda.

Mor dedi; ilk sırayı alır renklerimde. Hüzünlenir ağlarım. Bizans'in erguvanlarını hatırlarım. Sürekli düşüş kapısıdır bu renk benim için. Kapıyı açar açmaz düştüğümü hissederim. Deliksiz, uçsuz bucaksız bir hiçlik duygusu kaplar, terk edilmişliği yaşarım.

Leylaklar ve yalnızlıklar ve yok oluşlar.

Ateş renkli çiçekler.

Mavi dedi; sonsuz bir özgürlüktür. Denizin ulaşılmazlığı. Çok çeşitli balık türleri vardır orada. Nereidler misal; deniz yalnızlığı...

Yeşil dedi; sürekli değişirim bu kapıda. Bir metafor gibi ne yaptığımı bilmeden değişirim.

Sarı dedi; kirlendiğimi hissederim. Bir kış gecesi, yağmurun altında çamurlanırım. Bu kapıda çamurlu sularla örer bedenimi.

Kırmızı dedi; dehşettir... Her dökülen kan, kutsal uğruna da olsa vahşettir...

Beyaz dedi; tarafsız olmak! Tam değil ama altında aradığım soru işareti vardır. Bütün renklerden arınmak da bir seçimdi. Annemi düşünürüm... Temiz kalbini...

Siyah dedi; kapıdan içeri girmek istemem. Bir yandan sokarım kafamı içeri, olup bitenleri izlerim. İşte bu renkte annemi ararım asıl. Annem çıkagelir, tutar kolumdan.

Midem bulanıyor. Yaşam kaygım başladı bile...

“Dur” dedi Kerem “Bir daha düşün...”

Artık hürriyetime kavuşmamın vakti-zamanı geldi...

"Bütün renklerden kurtulmalıyım."

 

Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.