Babaannem ve dedemin anısına...
Henüz sabahtı. Sabah sekiz. Bir cumartesi günü. Dadım, her zamankinden daha erken uyandırmıştı bizi. Kahvaltı için babaannemlere, üst kata çıkacaktık. Dadım beni uyandırdıktan sonra hemen yataktan kaktım. Dün ablamla gene kavga etmiştik.
Anne ve babamın odasına koştum hemen. Annem tuvalet masasında saçını tarıyordu.
“Günaydın şeker çocuk.”
dedi annem. Cevap vermedim. Başımı öne eğip, ablamı işaret ettim.
“Ne o, yine kavga mı
ettiniz?” dedi annem.
“Hayır.”
“Ne var peki?”
“Ablam benimle
oynamıyor.” dedim.
“Ah be yavrum, ah be
çocuğum. Daha sabah. Hem, ablan yeni uyandı. Rahat bırak kızı.”
“Ama annee!”
“Haydi hazırlan, Zeynep
Teyze’n seni hazırlasın. Babaannenlere çıkacağız, bugün cumartesi.” dedi annem.
Sesinde tatlı bir hava vardı. 
Dadım, kıyafetlerimi
çıkarırken yüzüm kızardı. Bir çırpıda akşamdan ütülenmiş pantolonumu giydim. Sonra
dadım beyaz bir gömlek geçirdi üzerime. Ablam artık büyümüştü ne de olsa, kendi başına hazırlanabiliyordu. Bir an yanımıza geldi.
“Zeynep Teyze, saçımı
örer misin?” dedi ablam. Ben yatak odamızda koltuğa oturdum ve futbolcu kartlarıma
tek tek bakınmaya başladım. Zeynep Teyze, ablamın saçlarını örüyordu. Uzun uzun
onları izlemeye başladım. Babam da henüz uyanmış ve ablamla benim odama, Zeynep
Teyze’nin ablamın saçını ördüğü koltuğa oturmuştu. Ablam on üç yaşındaydı.
“Dadısı güzel kızımın
saçlarını mı örüyor bakalım?” dedi babam.
“Babacığım!” dedi ablam.
O sırada annem de saçlarını taramış ve bizim odamıza gelmişti.
“Mehmet, haydi çıkalım.” dedi
annem babama.
“Hazır mıyız çocuklar?”
dedi babam.
“Hazırız hazırız.” dedi
Zeynep Teyze. 
Merdiveni çıkıyorduk.
Sıra sıra sarmaşıklar üst kata kadar uzamışlardı. Ablam trabzanların tozunu
eliyle alarak basamak basamak merdivenden yukarı çıkıyordu. Annem geride
kalmıştı. Sonra birden bire annem geri döndü.
“Ne oldu Yıldız?” dedi
babam.
“Akşamdan hazırladığım
börekler…”
“Tamam tamam.” dedi
babam.
Biz; babam, ablam ve ben
yukarı kata çıktık. 
Saat dokuzu vuruyordu. 
Babaannem karşıladı bizi.
Dedem de mutfaktaydı. Birtakım sesler işitiyordum. Yine ayaküstü bir tamir
yapıyordu dedem. Evin her eksiğini gediğini giderirdi. Sonra o da salona geldi.
Çok büyük bir salondu burası. Ortada yuvarlak bir yemek masası vardı. Pencere
kenarında sallanan bir sandalye. Dedem, zaman zaman buradan Boğaz’ı izlerdi
yakın dürbünüyle.
“Öp dedenin elini.” dedi
dedem. Öptüm. Sonra babaannemin de elini öptüm. Bayram değildi. 
“El öpenlerin çok olsun.”
dedi dedem. Merdivenlerden bir ayak sesi işitiliyordu. Annem börekleri bir
tabağa koymuş, yukarı kata, babaannemlere getiriyordu.
“Günaydın anne.” dedi
annem. Babaannemi öptü.
“Baba, nasılsın?” dedi
annem. 
“İyi kızım, haydi geçin.”
Kahvaltı masasına geçtik.
Cumartesileri biz ailecek babaannemlere giderdik. Birlikte kahvaltı eder, zaman
öldürürdük.
Büyük bir pencere vardı önümüzde. Köprüden geçen arabaları seçebiliyorduk. Yalnız etrafta yerleşik alan yoktu. Her yer yeşillik. Bu sayfiye yeri Çengelköy’ün sırtlarıydı. Etrafta hiç bina yoktu.
Kahvaltıya geçildi…
Zeynep Teyze masayı hazırlamada yardım ediyordu anneme ve babaanneme. En son o
da bizimle kahvaltı sofrasına oturdu. Çaylar içildi. Ben süt içtim. Ablam çayı
sütlü içti. Uzun uzun konuşuldu. Dedem, “Dersler nasıl bakalım?” dedi bana.
Ablam, “Dedeciğim, Kubilay çok tembel. Nasıl olsun? Derslerine hiç çalışmıyor.”
dedi. Yüzüm kızardı. Ablam çok çalışkandı. Bunu her defasında yüzüme vurması
beni ağlatıyordu. Masadan kalktım. Bahçeye çıkacaktım. Dedem izin vermedi. Ben
de gittim ablamın saçını çektim…  Babam
hiç kızmazdı böyle şeylere. Daha çok keyif alırdı. Annem beni azarladı.
“Saygısız.” dedi. “Otur bakayım.” Babam, “Kahvaltını yap, haydi oğlum.” dedi.
Dedem bu arada kendi eliyle yaptığı vişne reçelini ekmeğine sürüp yiyordu.
Babaannem kızarmış ekmeğine tereyağı sürdü. Babam, Zeynep Teyze’den babaannemin
eliyle yaptığı vişne likörünü dolaptan alıp masaya getirmesini istedi… Annem,
“Sabah sabah içilir mi hiç Mehmet?” dedi. Babaannem, “Kahvenin yanında fena
olmaz Zeynepciğim, bir kadeh de bana getirir misin?” dedi. Uzun uzun oturuldu.
Babam bir sigara yaktı. Evin ön balkonundan uzakları seyrederek
tellendiriyordu. 
Dedem de kahvaltısını
bitirmiş, bahçeye çıkmıştı. Bahçe bakımlıydı. Sadık Efendi yine kuru  taşları suluyordu. Henüz sabahtı. Sabahtı ve
çiçekler sulanmamalıydı. Ekseri akşamları sulanırdı çiçekler. Dedem genelde
kendisi sulardı çiçekleri. “Sadık Efendi, akşam Çengelköy merkezde bir
arkadaşımla buluşacağım.” dedi dedem. “Çiçekleri akşam sen sularsın artık.”
“Elbette Kaptan Bey,
gözün arkada kalmasın.” dedi Sadık Efendi.
Saat onu vurdu.
Bahçeye bakan havuzun
yanı başında ablam çakıl taşlarıyla oynuyordu. Sabah bozuşmuştuk ama ablamı çok
seviyordum. Hele onunla oyunlar oynadığım vakit zamanın nasıl geçtiğini
anlamazdım. Yanına gittim… Fakat dedim ya sabah bozuktuk… Ablama dedim ki,
“Ablacığım, haydi Vikingcilik oynayalım.” Kabul etmedi. “Sen kendin oyna.”
dedi. “Yalnız başıma çok sıkılıyorum ama.” dedim. “Hem, birazdan ödeve
oturacağım.” dedi. Havuzun başından kalktı ve bahçe masasında duran ders
kitaplarını açtı, oturdu ve çalışmaya başladı. Etrafta hiç ev yoktu. Olsaydı
belki benim gibi çocuklar da olurdu. Yoktu. Futbolcu kartlarımdan bir oyun
ürettim kendi kendime. Her takımların oyuncularını yan yana dizmek. Babamdan
dolayı Fenerbahçe’yi tutuyordum. Hemen o yılın kadrosunu topladım. İlk on bir
şöyle oldu:
1- Toni Schumacher
2-      İsmail
3-      Semih
4-      Nezihi
5-      Müjdat
6-      Turan
7-      Hakan
8-      Rıdvan
9-      Hasan
10-  Oğuz
11-  Aykut
Bütün takım tamdı. Şimdi
sıra diğer takımlardaydı. Böylece bir saat geçmişti. Saat on biri vurdu. Ablam
mola vermişti bu arada… Havuzun başından kalkıp ablamın yanına gittim. “Abla,
oyun oynayalım mı?” dedim. Ablam bu defa daha sert tersledi beni.
 “Görmüyor musun, kitap okuyorum!”
“Ders çalışacaktın?”
“Ders bitti.” dedi
“E, hadi oyun oynayalım o
halde.” dedim.
“Kitap okuyorum.” dedi.
Dedem ve babaannem
bahçeye girdiler. Annemle babam eşlik ettiler onlara. Çay içiliyordu. Ablam
kitap okuyordu. Dedem atıldı. 
“Senin dersin yok mu
bakayım?” dedi. 
“Var.” 
“Neden sen de ablan gibi
çalışmıyorsun?” 
Cevap vermedim.
Bir hışımla eve doğru koştum. Bahçeyi geçtim ve kapıdan içeri girdim. Uzun koridoru yürüdüm. Sonra yavaşladım. Sağlı sollu yağlıboya tablolar, gravürler ve birtakım çerçeve fotoğraflar. İzledim bir vakit onları. Koridorun solundan ikinci bir koridora çıkan yere geldim. Burada amcamın odası vardı… İçeride kitap okuyordu… Kapı aralığından bir vakit onu izledim ve uzun koridoru yürüdüm. İkili kapıyı açtım ve salona ulaştım. Dedemin gramafonu vardı. Birtakım plaklar… Fişini taktım. Gramafonun kafasını kaldırdım. Yuvarlak bölge dönmeye başladı. Kafayı indirdim, yuvarlak bölge durdu. İlhan İrem’in “Boşver Arkadaş” adlı albümünü yuvarlak kısma yerleştirdim. Kafayı tekrar kaldırdım. Plağı yerleştirdikten sonra iğneyi plağın üzerine doğru kapadım. Tuhaf cızırtılı sesler geliyordu. Parmaklarımla plağı rahatsız ediyordum. Tuhaf sesler işitmek bende hınzır bir duygu yaratıyordu. Sonra plağı bir daha rahatsız etmedim. Uzun uzun İlhan İrem’i dinledim. Bu arada, futbolcu kartlarım elimde, bir yandan duygulu müziği dinlerken diğer yandan kartlarıma bakıyordum… Plak çaldı, çaldı ve durdu. Bir süre sonra dedemin manzara koltuğuna oturdum. Sallanan sandalyesine…Bir vakit sallandım, durdum. Dedemin yakın dürbünü vardı. Boğaz’dan geçen şilepleri izledim dürbünle. Sonra sahil şeridindeki otomobilleri saydım. Boğaz Köprüsü’nden geçen otobüsleri seyrettim. Bir süre sonra bu eylemlerimden de sıkıldım. Merdivenlerden aşağı indim.
Öğlen güneşi tepedeydi.
Yakıcıydı. Sıcacıktı. Birazdan öğlen uykusuna yatılırdı. Hiç arkadaşım yoktu. Okulda
edindiğim arkadaşlarım bize gelmeyi göze alamıyorlardı. Uzaktı okulumuz. Beni
dadım her sabah okula bırakırdı. Mehmetçik İlkokulu. Dedem de arkadaş sevmezdi.
Onlar yalnızlıklarında mutluydular. Ya ben? Yalnızlıktan kendi kendime oyunlar
üretiyordum… 
Saat on ikiyi vurdu. 
Salondan çıktım. İkili kapıyı açtım, koridoru yürüdüm. Sağa döndüm. Amcam yazı yazıyordu. Odasına gizlice baktım ve koşarak ikinci koridoru geçtim. Kapı bahçeye açılıyordu. Açtım. Hemen kapının başında annem:
“Haydi, öğle uykusu.”
dedi.
Ablamın yanına gittim.
Kitap okumuyordu. “Ben biraz uyuyacağım.” dedi bana. 
Sıkıldım. “Haydi, sen de
uyu Kubilay.” dedi babaannem. 
Herkes uyuyordu. Nasıl da
sıkılıyordum. Annem ve babam misafir odasında uyuyorlardı. Yanlarına gittim. Büyük
bir yatakta iki kişi yatıyorlardı. Ben de aralarına yattım… Yavaş yavaş öğle
uykusu bastırıyordu. Yazdı. Sıcak. Ablam salonda kanepeye yer yapmıştı. O da
uyukluyordu. Ben bir süre sonra annemin ve babamın yanından kalkıp ablamın
yanına, salona gittim. Ablam uyuyordu. Usulca yaklaştım. Saçını çektim. Birden
ablam çığlık attı. Ayağa kalktı, beni kovaladı. Sonra gülmeye başladı.
“Haydi, oyun oynayalım.”
dedi.
“Ne oynayacağız?” dedim. 
“Bak sana yeni bir oyun
öğreteceğim.”
“Nedir?” dedim.
“Otomobil saymaca!”
“Peki, nasıl oynanır bu
oyun ablacığım?” 
“Ben sana öğretirim.”
dedi. “Git dedemin dürbününü getir.” Bir çırpıda masanın üzerinde olan dürbünü
ablama getirdim. “Boğaz’a bak!” Çıplak gözle Boğaz’a baktım. “Boğaz’a
bakamıyorum abla, güneş gözümü alıyor.” dedim. “Öyleyse sahil şeridine bak
bakalım.” dedi. 
“Ne görüyorsun?”
“Yol.” dedim.
“Yoldan neler geçiyor?”
“Otomobiller ablacığım.”
“Şununla bak, dürbünle.”
Dürbünü elime aldım.
İzlemeye başladım. Ablam, “Otomobilleri izle, tamam mı?” dedi. “Bir de renk
tut.”
“Ne rengi?”
 
“Tut işte bir renk.”
“Tuttum.” dedim.
“Hangi renk?”
“Beyaz!”
“Ben de sarı!” dedi
ablam.  
“Şimdi saymaya başla. Ben
zaman tutacağım, oldu mu? Beş dakikada en çok hangi renkteki otomobil geçecek,
say bakalım.”
“İki adet beyaz otomobil
geçti ablacığım.” dedim.
“Saymaya devam et.” dedi.
“Şimdi de bir sarı.”
“İkiye bir öndesin.” dedi
ablam. Sonra iki adet sarı otomobil geçti. Ablam üç iki öne geçti. Sonra bir
beyaz iki sarı… Beş üç oldu. Üç sarı daha. Sekiz üç.
“Son saniye de doldu.”
dedi ablam. 
Kazanmıştı. Kazanmıştı
ama ben oyunu çok sevmiştim… Fakat sarı otomobiller neden daha çok geçiyordu?
Anlam verememiştim.
Güneş kızgınlığını daha
fazla vurmaya başladı. Saat de ikiyi vurdu. Bu saate kadar ablam beni hep
yenmişti. Yüzüm düştü. Tam bu ara dedem yatağından kalkmış, salona, sallanan
koltuğuna oturmak üzere bize doğru yürüyordu. Oturdu ve benden dürbünü istedi.
Koşarak dürbünü dedeme götürdüm. Uzun uzun yakın dürbünüyle uzakları izledi.
Sonra bana döndü. 
“Derslerine çalıştın mı
bakayım sen?”
“Bugün cumartesi.” dedim.
O sıra babaannem girdi
salona. Annem ve babamın seslerini işitebiliyordum artık. Ev uyanmıştı. Saat
üçtü. Öğlen üç. Bir ara bahçeye bakan camdan Sadık Efendi göründü. Dedem, ondan
birkaç çiçek makası istemişti. Kuru otları ve ağaçları budamak için gerekliydi.
“Koş Kubilay.” dedi dedem. “Makasları getir.” Hemen koşarak Sadık Efendi’nin
yanına gittim. Makasları alıp dedeme getirecektim ki, bahçeye bakan pencereden
bakarak, “Masaya koy yavrum.” dedi bana. “Ben geliyorum.” Bu sırada dedemin
ektiği menekşelerin üzerine basa basa ağır ağır yürüyen bir kaplumbağa gördüm.
Dedem sevmezdi. Çiçekleri tarumar ediyorlardı bu kaplumbağalar. 
Dedem bahçeye geldi. Makasları benden aldı ve taka-tuka odasına girdi. Bir süre bir şeyler arandı. Küçük radyomuz vardı bahçede. Fener’in maçı vardı. Dedeme hatırlatmak istiyordum. Bir işi bitse. Maç akşam beşteydi. Geri döndü. Bana,“Gel benimle.” dedi. Bahçede terasa açılan bir merdiven vardı. Adım adım çıktık. Erik ağacı, üzüm, hurma… Yan yanaydı. Teras ayrıca ormanlık alana çıkıyordu. Haftaarası teras biz çocuklara yasaktı. Salkım salkım üzümler elimizin altındaydı. Dedem makasla üzümleri bir sepetin içine topladı. Bu arada birkaç salkım üzümü de yemem için bana bıraktı. Demiştim, haftaarası yasaktı burası. Dedem disiplinli bir adamdı. Bir uçurtma yapmıştı bana elleriyle, bir çitalı! Pır pırı vardı. Uçtukça rüzgârın pır pır sesi duyulabiliyordu. Ama yasaktı. Sadece haftasonu.
Cumartesiydi! Belki uçurtma uçurabilirdik.
Saat dördü vurdu. Bahçe
yavaş yavaş serinlemeye başladı. Fakat güneş hâlâ yakıyordu. Üzümleri toplayıp
aşağı indik. Dedem, “Ben Çengelköy’e iniyorum.” dedi. Arkadaşıyla buluşacaktı.
Ben de tekrar ablamın yanına gittim. “Oyun oynayalım mı abla?” dedim. Kabul
etti. “Ne oynayacağız?” dedi. “Vikingler!” dedim. Oynamaya başladık. Hep bir ağızdan,
“Haydi yallah hop hop hop! Haydi yallah hop hop hop!” diye kürek çekiyor gibi
yapıyor, oynuyorduk ablamla. Havuzun hemen kıyısındaydık. Havuz boştu. Zaman
zaman suyu çeker, temizlerdi Sadık Efendi burayı. Bir ara, ablamı hınzırca
ittim. Ablam havuza düştü. Sonra yüzümü düşürdüm. Çok kızdı bana. “Bir daha
seninle oyun oynamayacağım!” dedi. 
Saat beşi vurdu. 
“Haydi beş çayı!” dedi
babaannem. Zeynep Teyze, bahçedeki masaya yiyecek birtakım bir şeyler getirdi.
Çayı koydu. Babaannem, geceden gül reçeli yapmıştı. Masaya oturuldu. Babam,
annem, babaannem, Zeynep Teyze, Sadık Efendi… Birlikte beş çayı içilecekti.
Babaannem yaptığı gül reçelini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ben hiç
sevmiyordum gül reçelini. İçinde çok börtü-böcek olurdu, babaannem gülleri
toplarken görmüştüm. Bir de bütün bu börtü-böcekler bir tencerede kaynıyor
muydu? İğrenç!
Semaver kaynıyordu. Çok severdim üzerinde tüten dumanı. Vapur dumanı gibi… Babaannem, bana hatıra defteri almıştı. Onu getirdi, koydu masaya. Bu arada, Fener’in maçı başlamış olmalıydı…” Bak yavrum” dedi “Bu anı defteri. Arkadaşlarına bir şeyler yazdırırsın, tamam mı benim güzel oğlum?” Sevindim. “Ama” dedi “ilk ben yazacağım, tamam mı?” “Ne yazacaksın babaanneciğim?” dedim. “Yazınca okursun!” dedi. Sonra “Git amcandan kalem iste, bana getir.” dedi. Hemen koştum. Amcam pek odasından çıkan biri değildi. Yazarlık yapıyordu. Kapıyı açtım, koridorun sonuna vardım. Amcamın odasının kapısını açtım… Amcam bana çok kızdı. “Bundan böyle bu kapıyı tıklatmadan içeri girme, tamam mı Kubilay?” dedi. “Ne var, söyle!” “Babaannem kalem istiyor.” dedim. Kalemliğinden bir tane tükenmez kalem çekti. Bana uzattı. Uzatırken “Her şey anlaşıldı, değil mi?” dedi. ”Anlaşıldı amca.” dedim. Kalemi aldım. Koşa koşa babaannemin yanına geldim. Bu arada, annem “Çay demini almış.” dedi. “Mehmet, tazeleyeyim mi?” “Tazele valla iyi olur” dedi babam. Sadık Efendi de kendine çay doldurdu. Zeynep Teyze de içiyordu. Güneş ağır ağır uzaklaşmış, biraz serinlemişti hava.
Beş çayından bu yana
yarım saat geçmişti. Babaannem, hatıra defterime yazmaya başladı:
“İlk erkek torunum
Kubilayım,
Sen dünyaya ilk
geldiğinde babaannelerin en mutlusu olmuştum. Dün gibi hatırlıyorum. Aylar,
yıllar ne çabuk geçti. Minicik bir çocukken şimdi ilkokul üçüncü sınıf
öğrencisi oldun. Seninle iftihar ediyorum. Gelecekte iyi bir insan olursan,
vatanına ve annene, babana hayırlı olursun, canım Kubilayım. O günleri ben de
görmek isterim. 
Sana hayatta, sağlıklı,
uzun bir ömür, başarılar dilerim, benim yakışıklı torunum.
Seni çok seven babaannen,
Nermin. 
06
Mayıs 1989”
Saat altıyı vurdu. 
Artık üçüncü sınıf
öğrencisiydim. Kitap okuma derslerini ihmal etmemem gerekiyordu.
Dedem merkezden geldi.
Arabacı Hasan Efendi’yi bahçeye bakan ağaçların arasından gördüm. Dedemle
yukarı, eve doğru yürüyorlardı. Merdivenleri çıkmaya başladılar. Bahçeye
vardılar. Babaannem, “Erken geldin Kaptan Bey.”dedi. “Evet.”dedi dedem “İşim
uzun sürmedi. Çay var mı?” “Biz de yeni kalktık sofradan.” Dedeme doğru
atıldım. “Bak dede, babaannem bana hatıra defteri aldı. Sen de yazmak ister
misin?” “Yazarım tabi.”dedi. “Haydi sen bana çay koy Nermin.” 
Bahçede masanın üzerine
hatıra defterimi yaydı ve babaannemin yazdığı aynı sayfaya kısa bir yazı yazdı:
“Hayatta tüm başarılar ve
mutluluklar daima seninle olsun. Sağlık ve afiyetle esenlikler dilerim.                                           
Deden, Kaptan”
Yalnızdım. Etrafta
komşularımız da yoktu. O yıllarda, 1989’da, bunca kısır döngü, hayatın
sıradanlıklarını anlamak zordu. Hatıra defterini elime aldım ve yazmaya
başladım. Hâlbuki bu defter okul arkadaşlarımın birtakım hatıra bir şeyler
karalayacakları defter değil miydi? Öyleydi. Gelgelelim ben her gün bu deftere
bir şeyler yazmaya başladım. Bu tekdüzeliklerin kayıt altına alındığının farkında
değildim o vakit.
Ablam “Saat yedi.”dedi. 
Evin içi çok sıcaktı. Zeynep
Teyze yine sofra hazırlıyordu. Bazı zamanlar evin içini ayrıntılı gezer, tek
tek her yere bakardım. Zihnime kayıt eder dururdum her şeyi.
Akşamdı.
Gizlice amcamın odasına
girdim. Zengin bir kitaplığı vardı. Duvarlara asılı posterler. Bir
sehpa üzerinde plaketler duruyordu. Galiba edebiyat ödülleriydi bunlar. Amcamın
anlaşılması zor, gizli bir hayatı vardı. Bütün gün odasına kapanıyor,
kitaplar okuyor, yazılar yazıyordu. Birtakım dosyalar, heykeller, objeler,
siyah-beyaz bir televizyon sonra sigara küllükleri, duvara asılı bir Anadolu halısı,
bir tablo, yağlıboya tablolar, vitrayler… Hepsini hatıra defterime yazıyordum. 
Ablam, “Yemek hazır!”dedi.
Tekrar yemek yenecek ve
sonra televizyon karşısına geçilecekti. Zeynep Teyze, salonun ortasındaki
yuvarlak masayı güzelce sildi. Yavaş yavaş tabakları, kaşıkları, çatalları,
peçeteleri, bardakları getirdi. Bu arada, annem mutfakta yemeklerin başındaydı.
Patlıcanlı köfte, pilav ve cacık vardı yemekte. Dedem hemen masaya kuruldu.
Babaannem de oturdu. Babam bir sigara yaktı. “Gene yemekten önce yaktın be
oğlum sigarayı.” dedi babaannem babama. Bir an sinirlendi babam. Hemen söndürdü
sigarasını. Annem de geldi en son. Ablam da masadaydı artık. Pencereler açıktı
ve cırcır böceklerinin sesleri işitilebiliyordu.
Saat sekizi vurdu.
Boğaz’a doğru bakıyordum. Karanlıktı… Işık kirliliği yoktu. Yıldızlar seçilebiliyordu. Uzakta evlerin ışıklarını görebiliyordum. Uzak da olsa denizin üzerindeki ışıltılar görünüyordu. Uzun ince kıvrılan önümüzdeki yol karanlığa gömülmüştü. Şimdi pek tekin sayılmazdı akşamlar. Burası Çengelköy sırtlarıydı. Etrafta yapılar çok azdı. Yok denebilecek kadar az. Dedemin dürbününü aldım. Boğaz köprüsünden geçen otomobillere baktım bir süre… Sonra yüzüm düştü. Ne yapacaktım? Televizyon açıktı. Dedem salondaki televizyonu yeni almıştı. Eski televizyon siyah-beyazdı. Bu renkli. TRT’de haber kuşağı başladı. Sabah ceviz ağacının bitişiğinden topladığım cevizleri sıra sıra dizmiş, misket oynar gibi birbirlerine vuruyordum. Dedem ve babaannem haberleri izliyorlardı. Ablam, kendi başına koltukta oturuyordu. Annem ve babam alt kata indiler. Amcam odasından çıkmıyordu. Ayağa kalktım, pencereye doğru ilerledim. Pencereden uzaklara baktım. Uzakta Çamlıca Tepesi’nden ışık huzmeleri görünüyordu. Karanlıktı fakat uzakta evlerin ışıklarını seçebiliyordum.
2025

 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder