21 Ekim 2025 Salı

Labirent

Gene kâbusla uyandım.

Her zaman olduğu gibi saat sabah on biri geçiyordu. 

“İşte sana yeni gün.” dedim” Lanet olası bir gün daha.”

Nasıl geçecek? Ne yapmalı? Ya da melankoliden nasıl kurtulmalı da günü kazanmalı? Neyse, sabahtı işte. Yaşanacaktı. Doğru banyonun yolunu tuttum. Yüzüme su vurdum ve bir süre aynaya bakakaldım. Gün başlamıştı. Annemin sesine yöneldim. “Bir işin de ucundan tut be oğlum.” diyordu. Cevap vermedim. Mutfağa doğru yöneldim. Sert bir Türk kahvesi pişirdim. Kahvemi alıp salona geldim ve miskin bir şekilde yavaş yavaş yudumladım. Annem, salona girdi ve “Ah be yavrum! Gene aç karnına…” dedi.  Cevaplamadım. Kahvemi içmeye devam ettim. Bu arada, annem elektrik süpürgesini çalıştırmış etrafı süpürüyordu. Rahatsız olmuş olmalıyım ki odama geri döndüm. “Her gün aynı şeyler.” dedim kendi kendime “Her gün… Bu rutin insanı deli eder.”

Kahvaltı hazırdı. Sabahları bir şey yemeyi hiç sevemedim.  Gene annemin zorlamasıyla birkaç lokma bir şeyler attım ağzıma. İlaçlarımı içtim ve odama geri döndüm. Okuma koltuğuma oturdum ve geceden kapağını açık bıraktığım kitabı okumaya başladım. Uzun bir süre, belki iki-iki buçuk saat kitaba gömüldüm. Öğlen iki buçuk oldu. Uykusuzdum. Annem bıraksa akşama kadar uyuyabilirdim. Kâbus da beni bir hayli yormuştu. Kitabı yatağın üzerine attım ve koltukta başımı arkaya doğru yasladım. Bir süre gözlerimi kapadım. Rahatlamıştım. Unutmak iyi geliyordu. Bunun en iyi yolu da kestirmekti. Kestiriyordum.  Yarım saat bir saat kadar uyuyakalmışım. Annemin sesine uyandım. “Bu kedi yine halıya pislemiş!” diye bana bağırıyordu. Hemen doğruldum. İtinayla pisliği temizledim. Çok yalnızdım. Hayvan nefesi bana iyi gelecekti. On yıldır bizimleydi. Neredeyse kendimi eve hapsettiğim ilk yıllardı. Sevgilimden ayrılmış, kendimi eve hapsetmiştim. Yalnızdım fakat zihnim birtakım karakterler, öyküler, şiirler, romanların kalabalığıyla doluydu. Fakat bu acı veriyordu bana. İnsanlara güvenememek ürkütücüydü. Kitaplar benden sosyal hayatımı almıştı. Aslında sevgilimden ayrıldığım zamandı bu sosyalliğimin sıfıra inişi.

Eski dostlarla da ayrılalı yıllar vardı. Gelgelelim kitaplar git gide bende tuhaf bir körleşmeye sebep veriyordu. Olayların inceliklerini görebiliyordum da, somut söylenen şeyleri anlayamıyordum. Hafızam da -hiç insan görmediğim için- zayıflamıştı. Elimden bir iş de gelmiyordu. Yazarlıktan da pek bir şey kazanmıyordum. Sanıyorum çok da okunmuyordu öykülerim. Ama gene de yazmak, diyordum… Ona yazmak… Birtakım işaretler bırakmak. Ben bu odadayım, demek. Her neyse. Geçelim.

Bir oda içinde yaşıyordum. On yıldır, oda, kitaplar ve yazı… İçinde bulunduğum çağ teknoloji çağı değil miydi? Gelgelelim orada da yalnızlıktan başka bir şey yoktu. En sansasyonel olaylar bir anlık gündemde kalıyorlar; sonra sönüp gidiveriyorlardı. Kalıcı olmak istiyordum. İstiyordum ki kalıcı olayım. Ayrıca birtakım arkadaşlar edineyim. On senedir bu oda; evet! Yazık ki bu oda. Kalıcı arkadaşlık derken… İnsanların hayatında anlamsızlıktan başka bir şey bulamıyordum. Yetişiyorlar, evleniyorlar, çoluk çocuğa karışıyorlar. Sanata yer yoktu bu dünyada. İstiyordum ki bir romanın bir sahnesini tartışalım. Bir şiir okuyalım. Bir öykünün inceliklerinden bahsedelim. Olmuyordu. Olmuyor. Böyle böyle kendimi kitaplara verdim işte. Oluk oluk okuyor, tartışıyordum. İnsanlar yok ama. Sadece kitaplarla bir özdeşlik kurmaya çalışıyordum. Romanları okuya okuya empati duygum çok gelişmişti halbuki! İnsanlarla anlaşabilirdim. Ama galiba insan edinmenin de bir yaşı vardı. İlkgençlik yıllarımda tanıştığım insanlarla iletişimim kalmamıştı.

Bütün bu yazdıklarım zihnimden geçiyordu.

Aslında daha fazlası geçiyordu ama ben ancak bir kısmını yazıya dökebiliyordum. Ah, bir anlatabilseydim. 

Zihin, inanılmaz bir şey değil miydi? Yazı da şaşırtıcı, öyle değil mi? Şaşırtmıyordu yazdıklarım galiba. Zaman zaman yazdıklarımı sesli okur, şaşırırdım. Hikayelerimi düzenli yayımlayan dergi de yayımlamıyordu artık. Ne yapabilirdim? Sosyal medya hesaplarımı da silmiştim. Uzun süredir bir başıma. Kitaplar ve yazı vardı hayatımda. Annem ara sıra yanıma gelir, “Yazıyor musun?” derdi. “Çık şöyle dolan gel.”

Sanıyorum yazmaktan ve okumaktan zamanla mutlu olmaya başlamıştım. İlk yıllar acıydı. Zoraki okumalar ve yazmalardı. Bir oda içinde başka hangi uğraş iyi gelir ki insana?

Uzak, çok uzak bir yerlerden uğultu ile karışık sesler duyuyordum.

“Kubilay! Kubilay! Kubi…”

Şimdi?

Şimdi tek mutluluk kaynağım okumak ve yazmak oldu. Artık yıllar sonra arkadaş da aramıyordum. Kitap dolu bir oda, kalem ve boş kâğıt kadar beni hiçbir şey kışkırtmıyordu artık.

Kâbusla uyandım.

Annemdi.

“Bağırıyorsun, yavrum.” diyordu. 

Hiçbir şeyin farkında değildim. Saate baktım. Gece ondu. Hangi ara bu kadar uyumuştum? Sabah… Zaten sabah kâbusla uyanmamış mıydım? Bütün  bu yazdıklarım neydi öyleyse? Yazıyor muydum? Emin olamadım. İyice kendime geldim. Rüya içinde rüya görmüştüm galiba.

Pekâlâ, annem neden hâlâ elimden tutmuyordu? 

14 Ekim 2025 Salı

Ölüm'e Ç(a)lışmak

 I
şu dağılıp kurulan evrende
                          yalnızdır insanoğlu
                            ey, saygı değer göğe bakanlar

II
geçmişte geçen bir ânı hatırla
                           1930’lar 1940’lar say
                                   senin olmadığın zamanlar
ne kadar sessiz ve usul değil mi?
şimdi hepsi ölü kırıntıları

III
ertesi gün yardımına koştuğun insanlık
                                   çıkar mı dersin yarına

IV
dinginlik değil miydi aradığın?

V
ürperti içinde çıkılan yol
                        tek başına biter mi?

VI
vahşiliğin ıssız senfonisi

VII
-ne yazıyorsun ey şair
-ölüm’e (ç)alışıyorum


Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan



Çığlık

 I
dünyanın var olduğu gerçeği
                                          delici
                    ölmüş babanın ses vermesi bir çocuğa
                         hazin

II
geçkin bütün bu eller
                           sonra yakışmıyor yaşlanmak insana

III
yeşil bir biblo nasıl da iç açıcı
                                 ve evren nasıl da büyük bir şaka
yokluk her saniyede

IV
conatus diyordu Spinoza
                   var olma arzusu
             doğan o ikizin yan yanalığı
                    ve fakat nedir bu sonun başlangıcı?

V
bir çığlık değil mi
                         beş vakit ezan hayata

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

13 Ekim 2025 Pazartesi

Trajedi ve Zaman

 I
trajedi
        eski bir tanıdık
                   yer yer aynalarda görünen:
umut yoktur

II
halbuki şair ne diyordu:
                kayayı delen incir!
III
birden bire bir flashback:
                1930’da dinlenen Swing Jazz
                         nasıl da uzak
                                              hep uzak
IV
hatırla
        yalnız olmadığını:
                      şiirler, öyküler, romanlar
                                   gece müzikleri bu şiirde
kim kıyar o menekşeye?

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Bat Dünya, Bat!

I
hatırlıyorum
           ne zaman öldünüz?
                  diye soruyordu şair, ne zaman?
sanki cevap alabilirmiş gibi

II
budalanın tekiydim
                   o zamanlar
şimdiden geriye bakıyorum da

III
mort olmuş bir gangsteri
                     düşünüyorum
neydi o ihtiras?

IV
ben eski zaman kumaşı olmalıyım
                            ve fakat şimdi dikilmek üzereyim
bir ölünün üzerinde

V
çocuğun perçeminde bir yaprak
                      sonra saç telinin bulaşık suyuna karışması
                                   savrulmuş bitimlilik

VI
aniden güzelliğin solması
                         bat dünya, bat!

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.


12 Ekim 2025 Pazar

Sonsuz Bir Satranç

 I
nasıl da hatırlarız değil mi?
                    hafıza dipsiz bir kuyu
                                   o geçen hazin çocukluğu

II
bir güvercinin alkışında
                        duyulur yaşamın telaşı
III
sonra yaralı bir aslandı
              yaşamın iktidarını kaybeden
IV
geçmiş bağlanmalar senfonisi
                         bir gün elbet gelecek
V
bülbülü avuçiçinde yediren insan
                                 nasıl ürpermez
                                           doğadaki kötülüğe
VI
bu sonsuz bir satranç
                       bir gün üzerine kapanacak hikâyenin

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.
            
                        

Yokluk

 I
karın uğultusu
               yitirilmiş öfke
                               dinginlik

II
bir başka tarafta çığlık çığlığa devinim
                                                       işte burda
                                         gezegenin kuytu bir ülkesinde
III
haydi kalk ve bitirici cümleni kur
                         sonu yokluk madem bu dünyanın
                                    Ömer Hayyam’dan oku:
                                                             yok bil kendini
IV
boş bir sayfa aç
                       öleyaz
                              atılmış okun çaresizliği
V
bendeki ihtiras ki
                          git git bir şiiri tamamlayan
                                           bitimlilik okunmaz mı orada?
VI
ne kadar da hazin duruyor
                              eprimiş elbisen

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

 

10 Ekim 2025 Cuma

Yaşamı İzliyor

 I
yaş kırk beş ve
                son on senesi ömrümün
                                    unutulmuş ölüyüm

II
ölüm
        bilhassa ölüm bu kitapta
tek izlek ölüm: Zaman
uğultu uğultu

III
karşı koyulması güçtür
                        ve buna rağmen sevgi

IV
gövdem kendi korkusuyla sarsılıyor
                                                          ve
                                                   tedirgin yaşamı izliyor
V
izbe yerlerinde kentin
                          aralıksız tarihe çalışıyor(um)


Gelmiş Bulundum

 I
çürümeyi an an yaşıyorum
                          tarihin taşbaskısında

II
mahsende yıllanan şaraplarım
                  düğün gecesini bekliyor
                                            içeceğim
III
saat kaç peki?
eflatun
arada bir yerde ömrünü bileyleyen yelkovan
                                       ve akrep elbet duracak
IV
manastır Ortaçağ’ını düşlüyor
                             yazmaların dinginliğinde
                                                 ölüme çalışıyorum

V
geçmiş mi?
               gelecek mi?
hep bir soru
bu dünyaya gelmiş bulundum

Ölümzaman

 I
kış ayin gibi iniyor ülkeye
                        karanlıklar Tanrıçası


II
uzun sürmüş bir sonbahar sonrası
                      aniden sahne alıyor büyülü dağ

III
aklımdaki hikâye
                  uzun geliyor
                              ve de sisli
halbuki nasıl da kısa hayat
              çağrışımlar yüklü gecede

IV
volkan’ım patlıyor içimde
                   dolmuş hüzünler kahvesi

V
aşılır aşılır

VI
göğe erişen su buharı
devinim devam ediyor

 Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

8 Ekim 2025 Çarşamba

Şarkı Derin

 I
sisin gölgelediği bulut
                        elbet bir gün aşılacak

II
uzakta
          çok uzakta
                      uzak ışıklarda
orada bir pencerede belli belirsiz bir ezgi

III
şarkı çok uzun
                    yaşam kısa

IV
aklımdaki deli
                  deli deli kulakları küpeli
sorular sorular

V
serseri bir kurşun geziyor
                        kalbimi bulacak

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Gövde Cinseldir

 I
gövde cinseldir diyor bir şair
                                   cinsel olan ise
                                                 yaşamsal

II
yaşamın kıyısında doğumlar
                               uyanıyor uykusundan

III
iğne ucu kadar ince bir sızı
                       dağdağalı bir elem
IV
fısıldıyor tanrı kulağıma ismimi

V
bir nötrino vitrayın içinden geçiyor
                                       aciz farkındalık

Not:REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Mühim Olan Sessizlik

I
kan kokuyor ortalık
                       üçüncü dünya savaşı
                                                   diyorlar
tanımlamanın lüzumsuzluğu

II
kokuyor kan barut

III
yollara düşüyor göçmen
                          kırılıyor insanlık
IV
bozguna uğratılmış ahlak

V
yüzlerce yıl öteden bir nefes
                       ayrılırken hayattan
                                  son sözünü şöyle söylemiş:
mühim olan sessizlik

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

7 Ekim 2025 Salı

Golgatha’nın Sırrı

I
söz ilk olmasa da birinciydi

II
Golgatha’da eylemsizlik ne tuhaf
                               çarmıhını sırtında taşıyan insandı o
Süreç:Zaman
tüm insanlık o’nu beklemedi mi?

III
tanrı yaktı canını
                             yine bir tanrı olsa da
IV
dağlandı kalpler
                    geri kalanlarda
V
durup durup bunları düşünüyor şair

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.


İnsan Hikâyesi

I
bütün bunlar hikâye
                    insan hikâyesi
                           aşılır elbet Zaman’la

II
derinliğini taşıyorum

III
bir siluetin yansısı
                         vuruyor
                                 retinama
IV
akşam etekleri zil çalıyor
                        küçük bir kız çocuğunun
ah eriyor sonra
flashback:siyah-beyaz bir fotoğrafta

V
siyahındır sezgi
                beyazındır yalnızlık

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

                           

Yaşamanın Tutarsızlığı

I
azalıyor ışık
            doğanın dehlizlerinde
                              çoğalıyor insan
dünya kaynakları yetmeyecek diyorlar

II
yasa tutuyor bir yere kadar
                   gelgelelim bir yerden sonra
ağır ağır devriliyor kargaşa

III
işte o vakit bir şair çıkageliyor
                          yaşamanın tutarsızlığı diyor
                     

Not:REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Sözsüzlük

I

İncillerden biri söz’le başlar
                               önce söz vardı der
II
hayır
      önce arttıkça yükselen yalımın
                                         zihni kamaştıran sözsüzlüğü vardı


Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.





6 Ekim 2025 Pazartesi

Ben-Sen

I
ve ölümler bekleyecektir
                                bizi uzatkta
                                            işte orada
                                                   Türkiye’de

II
gelgelelim
                 yaşanacaktır bu hayat
                                   elbet bu dünyada
ağır ağır ve de hüzünle
III
bir çizgidir sonra
                        çizilir
IV
sonsuzun ara duraklarında insan
V
şalter çekildiğinde
                    ne ben ben olacağım
                    ne sen sen olacaksın

25.08.2025

Not:REQUİEM adlı kitap dosyamdan.


5 Ekim 2025 Pazar

Gelip Geçerken

I
gölge gibi geçer
                   senin sevgin
                               geçiciliğin sularından

II

birden bire diyordu ya şair
                                 birden bire
birden bire oluyor her şey
                   zihnimin fotoromanlarında
III
boşluğu yırtan olacak mı?

IV
haydi gel
                taşa yontalım
                                 kalıcılığımızı

V
ışık huzmeleri elbet bir gün solacak!


24.08.2025

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.


4 Ekim 2025 Cumartesi

Zaman’a (Ç)alışıyorum.

I.

arta kalan
             sessizliktir
                         bilinmezlik
                                   dünya olsa olsa
bir dipnot belki.
samanyolunda
yaşayarak görebilecek miyiz?

II.
kelimesizlik
             ne kadar da huzurdur.
yok oluş

III.
hiçliğin
              içinde ara
                     ara ki bulduğun eylemsizlik

IV
bir berduşun göğe baktığı yaşamsa
                                     ötede bekleyen seni
yaşamsızlık

23.08.2025

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Ölüm-Dirim

I

ölüm
           zamansızlığı imler
                                 sonsuzluk seremonisi
dirimse zamanı

II
bir bilge söyler bu sözleri tabiî
                                  yaşamdan geçmiş bir şair
                   ağır ağır yutar ya geçmiş ömrü
tecrübe buralarda yatmaz mı?

III
bir yerden
            bir başka yere
                              kayarken evren
ertesi gün
bebek babam ile konuşur bir çarşamba karısı.

IV
acımasızdır
                   öyledir
                              akıp
                                      gider
                gider
                         akar.
                             kâinatın gölgesi
                                                    vurur
                 Türkiye gibi bir ülkenin
coğrafyasında yok olur hayat

V
bir kent
                  ki yaşadığın ocak
                                  ağır ağır közlediğin ateş
                       yalımını yitirir elbet
                                            en nihayetinde
işte kısa bir tarihtir
                 uçsuz bucaksız otağlarda 

22.08.2025

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

Şimdi Çağı-Dün Çağı

I
sabah

            yeni
                     bir dünya gibi doğuyor
varoluşun
             kıyılarına

başlıyor dağdağalı
                        işler güçler
                                    ve ağır ağır geçiyor
                üstümüzden Kronos
beklemenin kısa tarihi

II
içe işleyen
              bir tragedya çarpıyor kalbe
                       ard arda
                                  yan yana
                                              iç içe
şimdi çağımızda
                               yapılanlar okunuyor

acı zaman yollarında
                               yaşam
                                       nüfuz ediyor
                                                         kelimelerle
ve

III
devam ediyor nefes
                          alışlar
                                  verişler
üstelik bütün sevişmeler arkaik
                gelgelelim
           her olgu biraz daha güncel.

IV
mit
      diyor kitaplar
burada
      diyor yaşantılar
işte
     efsanede arta kalanlar
tortu tortu tortu
                 insan usulca ağlıyor.

21.08.2025

Not: REQUİEM adlı kitap dosyamdan.

19 Eylül 2025 Cuma

Saatler


Babaannem ve dedemin anısına...

Henüz sabahtı. Sabah sekiz. Bir cumartesi günü. Dadım, her zamankinden daha erken uyandırmıştı bizi. Kahvaltı için babaannemlere, üst kata çıkacaktık. Dadım beni uyandırdıktan sonra hemen yataktan kaktım. Dün ablamla gene kavga etmiştik.

Anne ve babamın odasına koştum hemen. Annem tuvalet masasında saçını tarıyordu.

“Günaydın şeker çocuk.” dedi annem. Cevap vermedim. Başımı öne eğip, ablamı işaret ettim.

“Ne o, yine kavga mı ettiniz?” dedi annem.

“Hayır.”

“Ne var peki?”

“Ablam benimle oynamıyor.” dedim.

“Ah be yavrum, ah be çocuğum. Daha sabah. Hem, ablan yeni uyandı. Rahat bırak kızı.”

“Ama annee!”

“Haydi hazırlan, Zeynep Teyze’n seni hazırlasın. Babaannenlere çıkacağız, bugün cumartesi.” dedi annem. Sesinde tatlı bir hava vardı.

Dadım, kıyafetlerimi çıkarırken yüzüm kızardı. Bir çırpıda akşamdan ütülenmiş pantolonumu giydim. Sonra dadım beyaz bir gömlek geçirdi üzerime. Ablam artık büyümüştü ne de olsa, kendi başına hazırlanabiliyordu. Bir an yanımıza geldi.

“Zeynep Teyze, saçımı örer misin?” dedi ablam. Ben yatak odamızda koltuğa oturdum ve futbolcu kartlarıma tek tek bakınmaya başladım. Zeynep Teyze, ablamın saçlarını örüyordu. Uzun uzun onları izlemeye başladım. Babam da henüz uyanmış ve ablamla benim odama, Zeynep Teyze’nin ablamın saçını ördüğü koltuğa oturmuştu. Ablam on üç yaşındaydı.

“Dadısı güzel kızımın saçlarını mı örüyor bakalım?” dedi babam.

“Babacığım!” dedi ablam. O sırada annem de saçlarını taramış ve bizim odamıza gelmişti.

“Mehmet, haydi çıkalım.” dedi annem babama.

“Hazır mıyız çocuklar?” dedi babam.

“Hazırız hazırız.” dedi Zeynep Teyze.

Merdiveni çıkıyorduk. Sıra sıra sarmaşıklar üst kata kadar uzamışlardı. Ablam trabzanların tozunu eliyle alarak basamak basamak merdivenden yukarı çıkıyordu. Annem geride kalmıştı. Sonra birden bire annem geri döndü.

“Ne oldu Yıldız?” dedi babam.

“Akşamdan hazırladığım börekler…”

“Tamam tamam.” dedi babam.

Biz; babam, ablam ve ben yukarı kata çıktık.

Saat dokuzu vuruyordu.

Babaannem karşıladı bizi. Dedem de mutfaktaydı. Birtakım sesler işitiyordum. Yine ayaküstü bir tamir yapıyordu dedem. Evin her eksiğini gediğini giderirdi. Sonra o da salona geldi. Çok büyük bir salondu burası. Ortada yuvarlak bir yemek masası vardı. Pencere kenarında sallanan bir sandalye. Dedem, zaman zaman buradan Boğaz’ı izlerdi yakın dürbünüyle.

“Öp dedenin elini.” dedi dedem. Öptüm. Sonra babaannemin de elini öptüm. Bayram değildi.

“El öpenlerin çok olsun.” dedi dedem. Merdivenlerden bir ayak sesi işitiliyordu. Annem börekleri bir tabağa koymuş, yukarı kata, babaannemlere getiriyordu.

“Günaydın anne.” dedi annem. Babaannemi öptü.

“Baba, nasılsın?” dedi annem.

“İyi kızım, haydi geçin.”

Kahvaltı masasına geçtik. Cumartesileri biz ailecek babaannemlere giderdik. Birlikte kahvaltı eder, zaman öldürürdük.

Büyük bir pencere vardı önümüzde. Köprüden geçen arabaları seçebiliyorduk. Yalnız etrafta yerleşik alan yoktu. Her yer yeşillik. Bu sayfiye yeri Çengelköy’ün sırtlarıydı. Etrafta hiç bina yoktu.

Kahvaltıya geçildi… Zeynep Teyze masayı hazırlamada yardım ediyordu anneme ve babaanneme. En son o da bizimle kahvaltı sofrasına oturdu. Çaylar içildi. Ben süt içtim. Ablam çayı sütlü içti. Uzun uzun konuşuldu. Dedem, “Dersler nasıl bakalım?” dedi bana. Ablam, “Dedeciğim, Kubilay çok tembel. Nasıl olsun? Derslerine hiç çalışmıyor.” dedi. Yüzüm kızardı. Ablam çok çalışkandı. Bunu her defasında yüzüme vurması beni ağlatıyordu. Masadan kalktım. Bahçeye çıkacaktım. Dedem izin vermedi. Ben de gittim ablamın saçını çektim…  Babam hiç kızmazdı böyle şeylere. Daha çok keyif alırdı. Annem beni azarladı. “Saygısız.” dedi. “Otur bakayım.” Babam, “Kahvaltını yap, haydi oğlum.” dedi. Dedem bu arada kendi eliyle yaptığı vişne reçelini ekmeğine sürüp yiyordu. Babaannem kızarmış ekmeğine tereyağı sürdü. Babam, Zeynep Teyze’den babaannemin eliyle yaptığı vişne likörünü dolaptan alıp masaya getirmesini istedi… Annem, “Sabah sabah içilir mi hiç Mehmet?” dedi. Babaannem, “Kahvenin yanında fena olmaz Zeynepciğim, bir kadeh de bana getirir misin?” dedi. Uzun uzun oturuldu. Babam bir sigara yaktı. Evin ön balkonundan uzakları seyrederek tellendiriyordu.

Dedem de kahvaltısını bitirmiş, bahçeye çıkmıştı. Bahçe bakımlıydı. Sadık Efendi yine kuru  taşları suluyordu. Henüz sabahtı. Sabahtı ve çiçekler sulanmamalıydı. Ekseri akşamları sulanırdı çiçekler. Dedem genelde kendisi sulardı çiçekleri. “Sadık Efendi, akşam Çengelköy merkezde bir arkadaşımla buluşacağım.” dedi dedem. “Çiçekleri akşam sen sularsın artık.”

“Elbette Kaptan Bey, gözün arkada kalmasın.” dedi Sadık Efendi.

Saat onu vurdu.

Bahçeye bakan havuzun yanı başında ablam çakıl taşlarıyla oynuyordu. Sabah bozuşmuştuk ama ablamı çok seviyordum. Hele onunla oyunlar oynadığım vakit zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım. Yanına gittim… Fakat dedim ya sabah bozuktuk… Ablama dedim ki, “Ablacığım, haydi Vikingcilik oynayalım.” Kabul etmedi. “Sen kendin oyna.” dedi. “Yalnız başıma çok sıkılıyorum ama.” dedim. “Hem, birazdan ödeve oturacağım.” dedi. Havuzun başından kalktı ve bahçe masasında duran ders kitaplarını açtı, oturdu ve çalışmaya başladı. Etrafta hiç ev yoktu. Olsaydı belki benim gibi çocuklar da olurdu. Yoktu. Futbolcu kartlarımdan bir oyun ürettim kendi kendime. Her takımların oyuncularını yan yana dizmek. Babamdan dolayı Fenerbahçe’yi tutuyordum. Hemen o yılın kadrosunu topladım. İlk on bir şöyle oldu:

       1-      Toni Schumacher

2-      İsmail

3-      Semih

4-      Nezihi

5-      Müjdat

6-      Turan

7-      Hakan

8-      Rıdvan

9-      Hasan

10-  Oğuz

11-  Aykut

Bütün takım tamdı. Şimdi sıra diğer takımlardaydı. Böylece bir saat geçmişti. Saat on biri vurdu. Ablam mola vermişti bu arada… Havuzun başından kalkıp ablamın yanına gittim. “Abla, oyun oynayalım mı?” dedim. Ablam bu defa daha sert tersledi beni.

 “Görmüyor musun, kitap okuyorum!”

“Ders çalışacaktın?”

“Ders bitti.” dedi

“E, hadi oyun oynayalım o halde.” dedim.

“Kitap okuyorum.” dedi.

Dedem ve babaannem bahçeye girdiler. Annemle babam eşlik ettiler onlara. Çay içiliyordu. Ablam kitap okuyordu. Dedem atıldı.

“Senin dersin yok mu bakayım?” dedi.

“Var.”

“Neden sen de ablan gibi çalışmıyorsun?”

Cevap vermedim. 

Bir hışımla eve doğru koştum. Bahçeyi geçtim ve kapıdan içeri girdim. Uzun koridoru yürüdüm. Sonra yavaşladım. Sağlı sollu yağlıboya tablolar, gravürler ve birtakım çerçeve fotoğraflar. İzledim bir vakit onları. Koridorun solundan ikinci bir koridora çıkan yere geldim. Burada amcamın odası vardı… İçeride kitap okuyordu… Kapı aralığından bir vakit onu izledim ve uzun koridoru yürüdüm. İkili kapıyı açtım ve salona ulaştım. Dedemin gramafonu vardı. Birtakım plaklar… Fişini taktım. Gramafonun kafasını kaldırdım. Yuvarlak bölge dönmeye başladı. Kafayı indirdim, yuvarlak bölge durdu. İlhan İrem’in “Boşver Arkadaş” adlı albümünü yuvarlak kısma yerleştirdim. Kafayı tekrar kaldırdım. Plağı yerleştirdikten sonra iğneyi plağın üzerine doğru kapadım. Tuhaf cızırtılı sesler geliyordu. Parmaklarımla plağı rahatsız ediyordum. Tuhaf sesler işitmek bende hınzır bir duygu yaratıyordu. Sonra plağı bir daha rahatsız etmedim. Uzun uzun İlhan İrem’i dinledim. Bu arada, futbolcu kartlarım elimde, bir yandan duygulu müziği dinlerken diğer yandan kartlarıma bakıyordum… Plak çaldı, çaldı ve durdu. Bir süre sonra dedemin manzara koltuğuna oturdum. Sallanan sandalyesine…Bir vakit sallandım, durdum.  Dedemin yakın dürbünü vardı. Boğaz’dan geçen şilepleri izledim dürbünle. Sonra sahil şeridindeki otomobilleri saydım. Boğaz Köprüsü’nden geçen otobüsleri seyrettim. Bir süre sonra bu eylemlerimden de sıkıldım. Merdivenlerden aşağı indim.

Öğlen güneşi tepedeydi. Yakıcıydı. Sıcacıktı. Birazdan öğlen uykusuna yatılırdı. Hiç arkadaşım yoktu. Okulda edindiğim arkadaşlarım bize gelmeyi göze alamıyorlardı. Uzaktı okulumuz. Beni dadım her sabah okula bırakırdı. Mehmetçik İlkokulu. Dedem de arkadaş sevmezdi. Onlar yalnızlıklarında mutluydular. Ya ben? Yalnızlıktan kendi kendime oyunlar üretiyordum…

Saat on ikiyi vurdu.

Salondan çıktım. İkili kapıyı açtım, koridoru yürüdüm. Sağa döndüm. Amcam yazı yazıyordu. Odasına gizlice baktım ve koşarak ikinci koridoru geçtim. Kapı bahçeye açılıyordu. Açtım. Hemen kapının başında annem:

“Haydi, öğle uykusu.” dedi.

Ablamın yanına gittim. Kitap okumuyordu. “Ben biraz uyuyacağım.” dedi bana.

Sıkıldım. “Haydi, sen de uyu Kubilay.” dedi babaannem.

Herkes uyuyordu. Nasıl da sıkılıyordum. Annem ve babam misafir odasında uyuyorlardı. Yanlarına gittim. Büyük bir yatakta iki kişi yatıyorlardı. Ben de aralarına yattım… Yavaş yavaş öğle uykusu bastırıyordu. Yazdı. Sıcak. Ablam salonda kanepeye yer yapmıştı. O da uyukluyordu. Ben bir süre sonra annemin ve babamın yanından kalkıp ablamın yanına, salona gittim. Ablam uyuyordu. Usulca yaklaştım. Saçını çektim. Birden ablam çığlık attı. Ayağa kalktı, beni kovaladı. Sonra gülmeye başladı.

“Haydi, oyun oynayalım.” dedi.

“Ne oynayacağız?” dedim.

“Bak sana yeni bir oyun öğreteceğim.”

“Nedir?” dedim.

“Otomobil saymaca!”

“Peki, nasıl oynanır bu oyun ablacığım?”

“Ben sana öğretirim.” dedi. “Git dedemin dürbününü getir.” Bir çırpıda masanın üzerinde olan dürbünü ablama getirdim. “Boğaz’a bak!” Çıplak gözle Boğaz’a baktım. “Boğaz’a bakamıyorum abla, güneş gözümü alıyor.” dedim. “Öyleyse sahil şeridine bak bakalım.” dedi.

“Ne görüyorsun?”

“Yol.” dedim.

“Yoldan neler geçiyor?”

“Otomobiller ablacığım.”

“Şununla bak, dürbünle.”

Dürbünü elime aldım. İzlemeye başladım. Ablam, “Otomobilleri izle, tamam mı?” dedi. “Bir de renk tut.”

“Ne rengi?”
 
“Tut işte bir renk.”

“Tuttum.” dedim.

“Hangi renk?”

“Beyaz!”

“Ben de sarı!” dedi ablam. 

“Şimdi saymaya başla. Ben zaman tutacağım, oldu mu? Beş dakikada en çok hangi renkteki otomobil geçecek, say bakalım.”

“İki adet beyaz otomobil geçti ablacığım.” dedim.

“Saymaya devam et.” dedi.

“Şimdi de bir sarı.”

“İkiye bir öndesin.” dedi ablam. Sonra iki adet sarı otomobil geçti. Ablam üç iki öne geçti. Sonra bir beyaz iki sarı… Beş üç oldu. Üç sarı daha. Sekiz üç.

“Son saniye de doldu.” dedi ablam.

Kazanmıştı. Kazanmıştı ama ben oyunu çok sevmiştim… Fakat sarı otomobiller neden daha çok geçiyordu? Anlam verememiştim.

Güneş kızgınlığını daha fazla vurmaya başladı. Saat de ikiyi vurdu. Bu saate kadar ablam beni hep yenmişti. Yüzüm düştü. Tam bu ara dedem yatağından kalkmış, salona, sallanan koltuğuna oturmak üzere bize doğru yürüyordu. Oturdu ve benden dürbünü istedi. Koşarak dürbünü dedeme götürdüm. Uzun uzun yakın dürbünüyle uzakları izledi. Sonra bana döndü.

“Derslerine çalıştın mı bakayım sen?”

“Bugün cumartesi.” dedim.

O sıra babaannem girdi salona. Annem ve babamın seslerini işitebiliyordum artık. Ev uyanmıştı. Saat üçtü. Öğlen üç. Bir ara bahçeye bakan camdan Sadık Efendi göründü. Dedem, ondan birkaç çiçek makası istemişti. Kuru otları ve ağaçları budamak için gerekliydi. “Koş Kubilay.” dedi dedem. “Makasları getir.” Hemen koşarak Sadık Efendi’nin yanına gittim. Makasları alıp dedeme getirecektim ki, bahçeye bakan pencereden bakarak, “Masaya koy yavrum.” dedi bana. “Ben geliyorum.” Bu sırada dedemin ektiği menekşelerin üzerine basa basa ağır ağır yürüyen bir kaplumbağa gördüm. Dedem sevmezdi. Çiçekleri tarumar ediyorlardı bu kaplumbağalar.

Dedem bahçeye geldi. Makasları benden aldı ve taka-tuka odasına girdi. Bir süre bir şeyler arandı. Küçük radyomuz vardı bahçede. Fener’in maçı vardı. Dedeme hatırlatmak istiyordum. Bir işi bitse. Maç akşam beşteydi. Geri döndü. Bana,“Gel benimle.” dedi. Bahçede terasa açılan bir merdiven vardı. Adım adım çıktık. Erik ağacı, üzüm, hurma… Yan yanaydı. Teras ayrıca ormanlık alana çıkıyordu. Haftaarası teras biz çocuklara yasaktı. Salkım salkım üzümler elimizin altındaydı. Dedem makasla üzümleri bir sepetin içine topladı. Bu arada birkaç salkım üzümü de yemem için bana bıraktı. Demiştim, haftaarası yasaktı burası. Dedem disiplinli bir adamdı. Bir uçurtma yapmıştı bana elleriyle, bir çitalı! Pır pırı vardı. Uçtukça rüzgârın pır pır sesi duyulabiliyordu. Ama yasaktı. Sadece haftasonu. 

Cumartesiydi! Belki uçurtma uçurabilirdik. 

Saat dördü vurdu. Bahçe yavaş yavaş serinlemeye başladı. Fakat güneş hâlâ yakıyordu. Üzümleri toplayıp aşağı indik. Dedem, “Ben Çengelköy’e iniyorum.” dedi. Arkadaşıyla buluşacaktı. Ben de tekrar ablamın yanına gittim. “Oyun oynayalım mı abla?” dedim. Kabul etti. “Ne oynayacağız?” dedi. “Vikingler!” dedim. Oynamaya başladık. Hep bir ağızdan, “Haydi yallah hop hop hop! Haydi yallah hop hop hop!” diye kürek çekiyor gibi yapıyor, oynuyorduk ablamla. Havuzun hemen kıyısındaydık. Havuz boştu. Zaman zaman suyu çeker, temizlerdi Sadık Efendi burayı. Bir ara, ablamı hınzırca ittim. Ablam havuza düştü. Sonra yüzümü düşürdüm. Çok kızdı bana. “Bir daha seninle oyun oynamayacağım!” dedi.

Saat beşi vurdu.

“Haydi beş çayı!” dedi babaannem. Zeynep Teyze, bahçedeki masaya yiyecek birtakım bir şeyler getirdi. Çayı koydu. Babaannem, geceden gül reçeli yapmıştı. Masaya oturuldu. Babam, annem, babaannem, Zeynep Teyze, Sadık Efendi… Birlikte beş çayı içilecekti. Babaannem yaptığı gül reçelini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ben hiç sevmiyordum gül reçelini. İçinde çok börtü-böcek olurdu, babaannem gülleri toplarken görmüştüm. Bir de bütün bu börtü-böcekler bir tencerede kaynıyor muydu? İğrenç!

Semaver kaynıyordu. Çok severdim üzerinde tüten dumanı. Vapur dumanı gibi… Babaannem, bana hatıra defteri almıştı. Onu getirdi, koydu masaya. Bu arada, Fener’in maçı başlamış olmalıydı…” Bak yavrum” dedi “Bu anı defteri. Arkadaşlarına bir şeyler yazdırırsın, tamam mı benim güzel oğlum?” Sevindim. “Ama” dedi “ilk ben yazacağım, tamam mı?” “Ne yazacaksın babaanneciğim?” dedim. “Yazınca okursun!” dedi. Sonra “Git amcandan kalem iste, bana getir.” dedi. Hemen koştum. Amcam pek odasından çıkan biri değildi. Yazarlık yapıyordu. Kapıyı açtım, koridorun sonuna vardım. Amcamın odasının kapısını açtım… Amcam bana çok kızdı. “Bundan böyle bu kapıyı tıklatmadan içeri girme, tamam mı Kubilay?” dedi. “Ne var, söyle!” “Babaannem kalem istiyor.” dedim. Kalemliğinden bir tane tükenmez kalem çekti. Bana uzattı. Uzatırken “Her şey anlaşıldı, değil mi?” dedi. ”Anlaşıldı amca.” dedim. Kalemi aldım. Koşa koşa babaannemin yanına geldim. Bu arada, annem “Çay demini almış.” dedi. “Mehmet, tazeleyeyim mi?” “Tazele valla iyi olur” dedi babam. Sadık Efendi de kendine çay doldurdu. Zeynep Teyze de içiyordu. Güneş ağır ağır uzaklaşmış, biraz serinlemişti hava.

Beş çayından bu yana yarım saat geçmişti. Babaannem, hatıra defterime yazmaya başladı:

“İlk erkek torunum Kubilayım,

Sen dünyaya ilk geldiğinde babaannelerin en mutlusu olmuştum. Dün gibi hatırlıyorum. Aylar, yıllar ne çabuk geçti. Minicik bir çocukken şimdi ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi oldun. Seninle iftihar ediyorum. Gelecekte iyi bir insan olursan, vatanına ve annene, babana hayırlı olursun, canım Kubilayım. O günleri ben de görmek isterim.

Sana hayatta, sağlıklı, uzun bir ömür, başarılar dilerim, benim yakışıklı torunum.

Seni çok seven babaannen, Nermin.

06 Mayıs 1989”

Saat altıyı vurdu.

Artık üçüncü sınıf öğrencisiydim. Kitap okuma derslerini ihmal etmemem gerekiyordu.

Dedem merkezden geldi. Arabacı Hasan Efendi’yi bahçeye bakan ağaçların arasından gördüm. Dedemle yukarı, eve doğru yürüyorlardı. Merdivenleri çıkmaya başladılar. Bahçeye vardılar. Babaannem, “Erken geldin Kaptan Bey.”dedi. “Evet.”dedi dedem “İşim uzun sürmedi. Çay var mı?” “Biz de yeni kalktık sofradan.” Dedeme doğru atıldım. “Bak dede, babaannem bana hatıra defteri aldı. Sen de yazmak ister misin?” “Yazarım tabi.”dedi. “Haydi sen bana çay koy Nermin.”

Bahçede masanın üzerine hatıra defterimi yaydı ve babaannemin yazdığı aynı sayfaya kısa bir yazı yazdı:

“Hayatta tüm başarılar ve mutluluklar daima seninle olsun. Sağlık ve afiyetle esenlikler dilerim.                                           

Deden, Kaptan”

Yalnızdım. Etrafta komşularımız da yoktu. O yıllarda, 1989’da, bunca kısır döngü, hayatın sıradanlıklarını anlamak zordu. Hatıra defterini elime aldım ve yazmaya başladım. Hâlbuki bu defter okul arkadaşlarımın birtakım hatıra bir şeyler karalayacakları defter değil miydi? Öyleydi. Gelgelelim ben her gün bu deftere bir şeyler yazmaya başladım. Bu tekdüzeliklerin kayıt altına alındığının farkında değildim o vakit.

Ablam “Saat yedi.”dedi.

Evin içi çok sıcaktı. Zeynep Teyze yine sofra hazırlıyordu. Bazı zamanlar evin içini ayrıntılı gezer, tek tek her yere bakardım. Zihnime kayıt eder dururdum her şeyi.

Akşamdı.

Gizlice amcamın odasına girdim. Zengin bir kitaplığı vardı. Duvarlara asılı posterler. Bir sehpa üzerinde plaketler duruyordu. Galiba edebiyat ödülleriydi bunlar. Amcamın anlaşılması zor, gizli bir hayatı vardı. Bütün gün odasına kapanıyor, kitaplar okuyor, yazılar yazıyordu. Birtakım dosyalar, heykeller, objeler, siyah-beyaz bir televizyon sonra sigara küllükleri, duvara asılı bir Anadolu halısı, bir tablo, yağlıboya tablolar, vitrayler… Hepsini hatıra defterime yazıyordum.

Ablam, “Yemek hazır!”dedi.

Tekrar yemek yenecek ve sonra televizyon karşısına geçilecekti. Zeynep Teyze, salonun ortasındaki yuvarlak masayı güzelce sildi. Yavaş yavaş tabakları, kaşıkları, çatalları, peçeteleri, bardakları getirdi. Bu arada, annem mutfakta yemeklerin başındaydı. Patlıcanlı köfte, pilav ve cacık vardı yemekte. Dedem hemen masaya kuruldu. Babaannem de oturdu. Babam bir sigara yaktı. “Gene yemekten önce yaktın be oğlum sigarayı.” dedi babaannem babama. Bir an sinirlendi babam. Hemen söndürdü sigarasını. Annem de geldi en son. Ablam da masadaydı artık. Pencereler açıktı ve cırcır böceklerinin sesleri işitilebiliyordu.

Saat sekizi vurdu.

Boğaz’a doğru bakıyordum. Karanlıktı… Işık kirliliği yoktu. Yıldızlar seçilebiliyordu. Uzakta evlerin ışıklarını görebiliyordum. Uzak da olsa denizin üzerindeki ışıltılar görünüyordu. Uzun ince kıvrılan önümüzdeki yol karanlığa gömülmüştü. Şimdi pek tekin sayılmazdı akşamlar. Burası Çengelköy sırtlarıydı. Etrafta yapılar çok azdı. Yok denebilecek kadar az. Dedemin dürbününü aldım. Boğaz köprüsünden geçen otomobillere baktım bir süre… Sonra yüzüm düştü. Ne yapacaktım? Televizyon açıktı. Dedem salondaki televizyonu yeni almıştı. Eski televizyon siyah-beyazdı. Bu renkli. TRT’de haber kuşağı başladı. Sabah ceviz ağacının bitişiğinden topladığım cevizleri sıra sıra dizmiş, misket oynar gibi birbirlerine vuruyordum. Dedem ve babaannem haberleri izliyorlardı. Ablam, kendi başına koltukta oturuyordu. Annem ve babam alt kata indiler. Amcam odasından çıkmıyordu. Ayağa kalktım, pencereye doğru ilerledim. Pencereden uzaklara baktım. Uzakta Çamlıca Tepesi’nden ışık huzmeleri görünüyordu. Karanlıktı fakat uzakta evlerin ışıklarını seçebiliyordum.

                                                                                                                                    2025