Gene kâbusla uyandım.
Her zaman olduğu gibi
saat sabah on biri geçiyordu.  
“İşte sana yeni gün.” dedim”
Lanet olası bir gün daha.” 
Nasıl geçecek? Ne yapmalı? Ya da melankoliden nasıl kurtulmalı da günü
kazanmalı? Neyse, sabahtı işte. Yaşanacaktı. Doğru banyonun yolunu tuttum.
Yüzüme su vurdum ve bir süre aynaya bakakaldım. Gün başlamıştı. Annemin sesine
yöneldim. “Bir işin de ucundan tut be oğlum.” diyordu. Cevap vermedim. Mutfağa
doğru yöneldim. Sert bir Türk kahvesi pişirdim. Kahvemi alıp salona geldim ve
miskin bir şekilde yavaş yavaş yudumladım. Annem, salona girdi ve “Ah be
yavrum! Gene aç karnına…” dedi. 
Cevaplamadım. Kahvemi içmeye devam ettim. Bu arada, annem elektrik
süpürgesini çalıştırmış etrafı süpürüyordu. Rahatsız olmuş olmalıyım ki odama
geri döndüm. “Her gün aynı şeyler.” dedim kendi kendime “Her gün… Bu rutin
insanı deli eder.”
Kahvaltı hazırdı.
Sabahları bir şey yemeyi hiç sevemedim. 
Gene annemin zorlamasıyla birkaç lokma bir şeyler attım ağzıma.
İlaçlarımı içtim ve odama geri döndüm. Okuma koltuğuma oturdum ve geceden
kapağını açık bıraktığım kitabı okumaya başladım. Uzun bir süre, belki iki-iki
buçuk saat kitaba gömüldüm. Öğlen iki buçuk oldu. Uykusuzdum. Annem bıraksa
akşama kadar uyuyabilirdim. Kâbus da beni bir hayli yormuştu. Kitabı yatağın
üzerine attım ve koltukta başımı arkaya doğru yasladım. Bir süre gözlerimi
kapadım. Rahatlamıştım. Unutmak iyi geliyordu. Bunun en iyi yolu da
kestirmekti. Kestiriyordum.  Yarım saat
bir saat kadar uyuyakalmışım. Annemin sesine uyandım. “Bu kedi yine halıya
pislemiş!” diye bana bağırıyordu. Hemen doğruldum. İtinayla pisliği temizledim.
Çok yalnızdım. Hayvan nefesi bana iyi gelecekti. On yıldır bizimleydi.
Neredeyse kendimi eve hapsettiğim ilk yıllardı. Sevgilimden ayrılmış, kendimi
eve hapsetmiştim. Yalnızdım fakat zihnim birtakım karakterler, öyküler,
şiirler, romanların kalabalığıyla doluydu. Fakat bu acı veriyordu bana.
İnsanlara güvenememek ürkütücüydü. Kitaplar benden sosyal hayatımı almıştı.
Aslında sevgilimden ayrıldığım zamandı bu sosyalliğimin sıfıra inişi. 
Eski dostlarla da
ayrılalı yıllar vardı. Gelgelelim kitaplar git gide bende tuhaf bir körleşmeye
sebep veriyordu. Olayların inceliklerini görebiliyordum da, somut söylenen
şeyleri anlayamıyordum. Hafızam da -hiç insan görmediğim için- zayıflamıştı.
Elimden bir iş de gelmiyordu. Yazarlıktan da pek bir şey kazanmıyordum. Sanıyorum
çok da okunmuyordu öykülerim. Ama gene de yazmak, diyordum… Ona yazmak…
Birtakım işaretler bırakmak. Ben bu odadayım, demek. Her neyse. Geçelim. 
Bir oda içinde
yaşıyordum. On yıldır, oda, kitaplar ve yazı… İçinde bulunduğum çağ teknoloji
çağı değil miydi? Gelgelelim orada da yalnızlıktan başka bir şey yoktu. En
sansasyonel olaylar bir anlık gündemde kalıyorlar; sonra sönüp
gidiveriyorlardı. Kalıcı olmak istiyordum. İstiyordum ki kalıcı olayım. Ayrıca
birtakım arkadaşlar edineyim. On senedir bu oda; evet! Yazık ki bu oda. Kalıcı
arkadaşlık derken… İnsanların hayatında anlamsızlıktan başka bir şey
bulamıyordum. Yetişiyorlar, evleniyorlar, çoluk çocuğa karışıyorlar. Sanata yer
yoktu bu dünyada. İstiyordum ki bir romanın bir sahnesini tartışalım. Bir şiir
okuyalım. Bir öykünün inceliklerinden bahsedelim. Olmuyordu. Olmuyor. Böyle
böyle kendimi kitaplara verdim işte. Oluk oluk okuyor, tartışıyordum. İnsanlar
yok ama. Sadece kitaplarla bir özdeşlik kurmaya çalışıyordum. Romanları okuya
okuya empati duygum çok gelişmişti halbuki! İnsanlarla anlaşabilirdim. Ama
galiba insan edinmenin de bir yaşı vardı. İlkgençlik yıllarımda tanıştığım
insanlarla iletişimim kalmamıştı. 
Bütün bu yazdıklarım
zihnimden geçiyordu. 
Aslında daha fazlası
geçiyordu ama ben ancak bir kısmını yazıya dökebiliyordum. Ah, bir
anlatabilseydim.  
Zihin, inanılmaz bir şey
değil miydi? Yazı da şaşırtıcı, öyle değil mi? Şaşırtmıyordu yazdıklarım
galiba. Zaman zaman yazdıklarımı sesli okur, şaşırırdım. Hikayelerimi düzenli
yayımlayan dergi de yayımlamıyordu artık. Ne yapabilirdim? Sosyal medya hesaplarımı
da silmiştim. Uzun süredir bir başıma. Kitaplar ve yazı vardı hayatımda. Annem
ara sıra yanıma gelir, “Yazıyor musun?” derdi. “Çık şöyle dolan gel.” 
Sanıyorum yazmaktan ve
okumaktan zamanla mutlu olmaya başlamıştım. İlk yıllar acıydı. Zoraki okumalar
ve yazmalardı. Bir oda içinde başka hangi uğraş iyi gelir ki insana? 
Uzak, çok uzak bir
yerlerden uğultu ile karışık sesler duyuyordum. 
“Kubilay! Kubilay! Kubi…”
Şimdi? 
Şimdi tek mutluluk
kaynağım okumak ve yazmak oldu. Artık yıllar sonra arkadaş da aramıyordum.
Kitap dolu bir oda, kalem ve boş kâğıt kadar beni hiçbir şey kışkırtmıyordu
artık. 
Kâbusla uyandım. 
Annemdi. 
“Bağırıyorsun, yavrum.” diyordu.  
Hiçbir şeyin farkında değildim. Saate baktım. Gece ondu. Hangi ara bu kadar
uyumuştum? Sabah… Zaten sabah kâbusla uyanmamış mıydım? Bütün  bu yazdıklarım neydi öyleyse? Yazıyor muydum?
Emin olamadım. İyice kendime geldim. Rüya içinde rüya görmüştüm galiba. 
Pekâlâ, annem neden hâlâ elimden tutmuyordu? 
