25 Mayıs 2020 Pazartesi

Tefrika 2020/7


4 Mayıs

Gece yirmi iki otuzdan sabah beşe kadar dilediğimce kahve içerek yazı yazmayı çok seviyorum. Sabah ya da öğlen uykudan kalkarsam şayet, evin sorunları ve gürültüsü ritmimi bozuyor. Bu yüzden çok uyuyorum. Öğleden sonrayı geçiyor uyanmam. Sabah on’da uykudan kalktığım zamanlarda kısa bir market yürüyüşünden sonra eve gelip-zaten geceden uykusuz oluyorum- kafayı vurup akşamüstüne kadar uyuyorum. Akşam ya da akşamüstü uyanıp hafif bir yemek yiyorum. Ve işte yazı maratonum başlıyor. Bazen akşam on dokuzdan gecenin birine kadar -kısa mola aralıklarıyla- bir kitaba gömüldüğüm de oluyor. Bazen de gecenin bir vakti kendimi İstanbul sokaklarına bırakıyorum. Bir çöp tenekesinin içinden birkaç kedi miyavlıyor, bir köpek çetesi beni takip ediyor. Sabaha kadar açık olan bir büfeden sosisli sandviç alıyor, gecenin sularına kendimi bırakıyorum. Gündüzleri hayat çok sorunlu ve dertli olduğundan geceleri yaşamayı tercih ediyorum. Sorumsuzca geceleri gezmek eve gelip sabahın ilk ışıklarına değin bir kitap okumak beni mutlu kılıyor.

5 Mayıs

Her geçen gün kendime yeni sorumluluklar yüklüyorum. İngilizce ve İtalyancanın yanında Arapça ve Osmanlı Türkçesi öğreniyorum şu sıralar. Yirmi dört saatimi iyi organize etmek durumundayım. Her yapmış olduğum etkinliğe yeterli zamanı ayırabilirsem, iyi olacak. Günde on saat çalışmamı on iki saate çıkarmalı belki. Ama şu da aklımdan çıkmıyor hiç: “İnsan yaptığı bir işe ne ölçüde zaman ayırmalı?” sorusu yerine, “ne ölçüde verimli bir zaman ayırabiliyor?”, sorusunu kendime soruyorum.
Başarı da böyle geliyor galiba.

6 Mayıs

Koyu bir Türk kahvesi hazırladım ve yazının başına oturdum. Bugün çok verimsiz bir gündü. Öğlene kadar uyukladım. Öğlen annem aradı. Öteberi almış. Karantina devam ediyor. Yardım etmek için evden çıktım.

7 Mayıs

Arapça çok zengin bir dil. Öğrendikçe yeni kurallar dayatıyor insana. Bir taraftan da çok zevkli. Öğrenirken çok haz alıyorum. Hoş, son yıllar öğrendiğim bütün diller bana büyük bir haz veriyor.

9 Mayıs

Oytun Erbaş’ı dinliyordum. Mutluluğun sırları hakkında konuşuyordu. Arzunun ve disiplinin önemini maddeler halinde sıraladı. Çok yararlı oldu benim için. Uzun yıllar bu konu üzerine kafa yormuş ve başarısız olmuş biri olarak, başarının, mutluluğun anlarda saklı olduğunu tecrübe etmişimdir.

11 Mayıs

Bir işe başlayamamak beni inanılmaz deli ediyor. Bu zaman zaman oluyor bana. Şu karantina günlerinde kendimi sokaklara, caddelere vermek istiyorum ama olmuyor. Arapça mı çalışayım, İtalyanca mı okuyayım, Eski Türkçe mi yazmalıyım ya da İngilizce kelime mi öğrenmeliyim veya roman mı  okumalıyım yoksa yazı mı yazmalıyım… Bir kararsızlık, tutarsızlık hâli. Bazen oluyor işte böylesi şeyler. Ve ben de en kötü karar, kararsızlıktan iyidir diyerek bir şiir kitabı okuyorum.

15 Mayıs

Eski bir anım:

Yıl 2005. Sevgilime, Attila İlhan uslûbunda şiirler yazıyorum. Aşk şiirleri. Beyoğlu'nda arkadaş kalabalığıyla yürüyoruz. Karşıdan elinde çantasıyla Attila İlhan geliyor. Sırt çantamda Kimi Sevsem Sensin. Üstad Attila İlhan'ı gördünüz mü, diye bağırıyorum. Geçişiyoruz. Ani bir kararla sırt çantamdan kitabı çıkarıyorum. Merhabalaşıyoruz büyük şairle. Öyle çok yok, biliyorum böyle büyük şairlerden. Yanımdaki arkadaşımın fotoğraf makinesi var yanında. Ben izin vermiyorum fotoğrafımızın çekilmesini. Rahatsızlık vermekten korkuyorum. Usulça imzalıyor Attila İlhan kitabı... Birkaç ay sonra kaybediyoruz Kaptan'ı. Ablam veriyor bana haberi. Gözümden dökülen yaşlar. Engel olamıyorum. Ölümüne ağladığım son şairdi kendisi.

17 Mayıs 

İdefix’ten dokuz adet kitap siparişi verdim. Leyla Erbiller ve Onur Caymazlar. Son zamanlarda buhranlı geçiyor günler. Eve kapalı. Daha çok okumaya başladım. Bir yandan da sürekli yazıyorum. Bazı projeler, şiirler, metinler, öykücükler vesaire. Yazdıkça çoğalıyor okuyacaklarım, okudukça çoğalıyor yazacaklarım. Bir geç kalan olarak önümü hâlâ göremiyorum.

21 Mayıs 

Değerli dostum Orçun Üçer’e yazdığım bir mesaj:

Orçuncuğum, dün gece Leyla Erbil'in Zihin Kuşları'na başlamıştım ya... Hemen girişte Selahattin Hilâv'ın bir yazısı vardı. Yazıyı okuduktan sonra birden bire bu yönde kitaplar okumalıyım, dedim ve hemen kitaplıkta bir gezintiye çıktım. Selahattin Hilav, psikoloji ve felsefe bağlamında (Marx-Freud Heidegger vesaire) Leyla Erbil edebiyatına sokulmuş o yazıda. Dün gece, Dr. Turhan Yörükân'ın Alfred Adler'ini çektim kitaplıktan. Bireysel psikoloji ve sosyal roller ve kişilik meseleleri falan. Seninle konuştuğumuz konulara da denk düştü okuduklarım. Bir giriş oldu benim için. Bu saate kadar okuyup-bitirdim kitabı. Çok güzel bir deneyimdi. Fakat şunu fark ettim: Beş benzemez kitap okuyorum genelde ben. Sonra da okuduklarımı unutuyorum. Belleğim de çok zayıf zaten. Bilgiler bir girdaba kapılıyorlar âdeta! Ama şimdi alanlarımı daha da daraltarak okumalar yapacağım.(Şu dikkatimi çekti kitapta: Adler insanı, Freud'un(Bilinçaltı) aksine, "sosyal" yönüyle ele alıyor.

24 Mayıs 

Alberto Manguel’in bir kitabını bitirirken beş maddede aklıma düşenler:


1
Alberto Manguel’i ilkin Versus Yayınlarından çıkan İlyada Odesseia’sıyla tanıdım. Kitap kapağı eflatundu. Bu rengi sevdiğim için mi almıştım, çıkaramıyorum. Eve geldim ve hemen okumaya başlamıştım kitabı. Bundan belki altı-yedi yıl oluyor. Çok etkilendiğimi söylemeliyim: Hristiyan Homeros, İslam’da Homeros, şiirde Homeros vesaire. Homeros’a çok değişik görüngülerden yaklaşıyordu Manguel. İlgimi bir hayli çekmiş olmalı ki, altını çize çize okumuşum.

2
İkinci olarak, Manguel, Enis Batur okumalarımda sık sık karşıma çıkmıştı. Onun okuma tutkunu olduğunu zaman zaman yazılarında söz ediyordu Batur. “Okurikizim”, diyordu onun için. Bu söz beni çok etkilemişti. Hemen Okuma Günlüğü’nü edindim. Soluksuz okudum. Manguel, Okuma Günlüğü’nde, on iki kitabı değerlendiriyordu. Burada dikkatimi çeken, her aya bir kitap okumuş yazar! Başka kitaplar okumamış mı? Okumuş olmalı. Gelgelelim, on oylumlu kitap yazısıyla çıkmıştı karşıma bu kitapta Manguel. İlginç bir deneyimdi benim için. Bir de tanıtım yazısı yazmıştım Okuma Günlüğü hakkında.
3
Bir diğer elime düşen kitap Geceleyin Kütüphane (YKY) oldu sonra. Orasından burasından, ortasından başından okuduğum bu kitaba da şimdilerde baştan sona kat ederek okudum. Kütüphane imgesi hemen her haliyle verilmişti okura: Mit olarak, düzen olarak, mekân olarak, güç olarak, gölge olarak, şekil olarak, rastlantı olarak, işlik olarak, zihin olarak, ada olarak, sağkalma olarak, unutuş olarak, düş gücü olarak, kimlik olarak, yuva olarak kütüphane. Kitaptaki deneme başlıkları iştah açıcıydı.
4
Alberto Manguel’le yıllar önce İstanbul Kitap Fuar’ında tanıştım. Kısa bir sohbetimiz oldu. Homeros üzerine konuşmuştuk. Bana kitaplarını imzaladı. Sonraki yıllar başka kitaplarıyla da tanıştım. Birçoğunu okudum, birçoğu da okunmayı bekliyor.
 5
Enis Batur’un sözü beni de karşılıyor galiba: Okurikizim Manguel!

25 Mayıs 

Birkaç gün önce bir şiir uç verdi kalemime: ”Dünyanın bütün saatlerinde bir şey var bir şey/Turgut Uyar’ın Büyük Saat'i dâhil bir şey”





11 Mayıs 2020 Pazartesi

Eleştiri Okumayanlar, Kötü Eserler Arasında Ömür Tüketir *


Hangi “okuryazar” böyle bir duyguya kapılmaz ki: Okuduklarımızı, yazdıklarımızı paylaşarak kendimize dostlar edinmek istemez miyiz? Hem, bir “kitap” ne için okunur ki, bir “yazı” ne için yazılır?  Kuşkusuz çok cevaplı sorular bunlar… Ama bir nevi alıcısını bekleyen zarflardır da; okuduklarımız, yazdıklarımız. Karşı tarafa söylemek istediklerimiz, kimi yazıyla, kimi sözlü…

Böyle tatmin olmaz mıyız?

Evet, kimileri böyle tatmin olur, ben gibiler!

Doğan Hızlan'ın, Düzyazı Ayracı (Kitaplar Kitabı II) kitabının başına aldığı “Yazarların Kaderini Paylaşmak” adlı yazıdan bir paragrafı tekrar okumak istiyorum: “Okuduğum, sevdiğim her kitabın bana verdiği zevki başkalarıyla bölüşmek duygusu, beni yazı yazmaya iten birinci nedendir. Bu duygumu, tutkumu, kimi zaman yazılı kimi zaman da sözlü biçimde tatmin ettim.”

Doğan Hızlan iyi bir kitap okuru. Düzyazı Ayracı’ndaki kitap "tanıtım/eleştiri" yazıları bunu belgeliyor. Okuyucusunun da iyi bir kitap okuru olmasını istiyor Hızlan.

Üşenmedim, tek tek saydım, bir kere de sağlamasını yaptım: Tamıtamına iki yüz yirmi bir (221) “kitap yazısı” mevcut, Düzyazı Ayracı’nda. Yazıların tarihleri 1967 ile 2000 yılları arasında gidip- geliyor.

Nicelik ayrıntıya girmemi yersiz bulabilirsiniz. Doğan Hızlan’ın Düzyazı Ayracı’nda topladığı yazıları okuyunca, ‘bu bir çılgınlık’ dedim kendi kendime… Onca kitap...

Hepsini hakkıyla okuyan, hakkında yazan önemli bir eleştirmenimiz Doğan Hızlan. Beğenilerini saklamaz, beğenmedikleriniyse yazmaz; ilkelidir. Bu yönde bir eleştiri geliştirmiştir. Kırmaz kimseyi; “eleştiri” oklarını inceden inceye batırır da… Düzyazı Ayracı’ındaki yazıların satır aralarında, okuduğu kitabın merkezine inen eleştiri oklarını bulabilirsiniz. Kimilerinin üç-beş sayfada vermeye çalıştığını, bir paragrafa sığdırır Hızlan.

Bir taraftan da, “Bazı kitapların albenisi kalmamıştır” der, ilave eder: “…o kitaplar olmasa, bugünkü edebiyat çizgisine ulaşmamız imkânsızdı.”

Bir sözlük gibi okuduğumu da belirtmeliyim Doğan Hızlan’ın kitap yazılarını. Adını duymadığım bir yazarı ilk defa onun yazılarında gördüm. Sevdiğim bir yazarın okumadığım kitaplarını yine onun yazılarında anımsadım.Yazarlar hakkında bilgi sahibi oldum, bu sayede kitaplarını edindim.

Düzyazı Ayracı’ndaki yazarların kitabını okuduklarım, okumadıklarım var. Eleştiri kitaplarının pek okunmadığını bilerek, sizi de bu tespiti yapmaya davet ediyorum.

Füsun Akatlı, Doğan Hızlan hakkında yazdığı bir yazıda şöyle söylemişti:

“Eleştiri türünde yayımlanan kitaplar, dergi-gazete yazıları boşluğa üflenmiş, ya da suya yazılmış ömürsüz ürünler olarak kaderlerine terkedilirlerse, onlardan nasıl bir etkinlik beklenebilir ki.”

Ben, nitelikli okurlara, “eleştiri” okumalarını tavsiye etmek isterim. Düzyazı Ayracı’yla bu işe başlanabilir.

İşte size yazarların edebiyatı atlası!

Doğan Hızlan’ın, “eleştiri-tanıtım” yazılarının toplandığı kitaplar başucu kitaplarımız olmalı. Kitapların kaderlerini belirleyecek yazılar bunlar. Okurların, okuma serüvenlerini de, hâliyle…

İyi bir kitap okuru, eleştirmen Doğan Hızlan’a kulak kesilelim:

"Eleştiri okumayanlar, kötü eserler arasında ömür tüketir."

06.01.2014



Kurşunkalem Portreler: Enis Batur, Portre Yazarlığı, Özür Dilemek


Resim ile Yazı’nın akrabalık ilişkisini nicedir düşünür dururum: Ne derece yakınlıkları, ne derece uzaklıkları vardır, ayırmak güç hâliyle, uzun uzun yazılacak bir konu; fakat resmin bir alanını oluşturan “portre çizimi”nin Yazı’ya benzeş bir yönünün olması gerekiyor.

Portre ressamlığında karşınızda bir konu mankeni vardır. Olmasa da zihninizde bir model seçimi yapmışsınızdır.Yazı’da ise genişletilecek bir konu, bir parça, bir an... Ya da zihninizde izleyecek yolu seçmişsinizdir. Bir hikâye, bir roman, bir şiir okumasının hemen bitiminde, manzaranın tamamını imgenizde canlandırabilirsiniz. Hiç kuşku yok ki, edebiyat türleri kendi içlerinde farklı okumalara da gebe. Örnekse, şiirdeki bir mısrâ, okur’un zihninde canlı bir portre çizmeyebilir her zaman, farklı imajları kombine edebilir. Büyük fotoğraf, okuma eyleminin sonunda peydahlatacaktır kendini, kim bilir? Sonuç itibariyle, büyük resim meydana çıkar, evet… 

Şiirde bir rüya hâli de vardır sonra, rem durmadan çalışır. Yinelemek istiyorum: Kimi zaman birbirinden farklı "paralel portreler", kimi zaman "tek bir fotoğraf" canlanabilir zihnimizde. Ben böyle tecrübe etmişimdir okumayı. Şiir okumasını da… Çok değişik okumalara açık, şüphesiz…
Resim sanatındaysa, -portre çizimi için- karşınızda bir model vardır. 

Yazı, biraz da yalnız işidir. Öyle ki “fanteziler” de devreye girer yazıda.

Oluşan imaj, portrenin kendisi midir, yoksa?

Resimde “fanteziler” yok mudur?

Sanıyorum, türlü okumalara gebe bir konu. Kaldı ki, yukarıdaki yorumlarımın aksine, portre dışı bazı “şey”ler de canlanabilir imgenizde. Bir nesne, bir varlık ?!

Somut örnekler üzerinden gidersek, bir misâl: ”Portre yazarlığı ile portre ressamlığı, çizerliği, fotoğrafçılığı arasında görünen ve görünmeyen ortaklıklar vardır.” diyor Enis Batur:” Kimi zaman tanışmadığınız, karşıkarşıya hiç gelmemiş olduğunuz biridir seçtiğiniz; kimi zaman, yıllara yayılan bir tanışıklık biçimi sözkonusudur. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, portresini kuracağınız kişiyi aslında tanımazsınız: İnsan, kimseyi tanımadan ölür, kendisini tanıyacak kadar vakti ve isteği olmamıştır ki başkalarını tanımaktan sözedebilsin.

Portre çizmek, portre yazmak, Enis Batur’un da değimiyle, bir kesite veyahut an’a odaklanan bir uğraştır aslında. Yazı’ya dönmek isterim ben: Bir kişiyi hiç görmemiş olmak, onu tanımamış olmak anlamına gelmez. Herkes herkesi tanımadan ölür, kabul; bir “portre yazarlığı” için ille de “tanış olmak” gerekmez, şüphesiz: Yazacağınız portre, misâl: edebiyatçıysa; size “model” olacak bazı ipuçları bırakır o kişi: Bunlar kişinin eserleridir!

Enis Batur, portrelerini yazdığı edebiyatçıların birçoğunu yüzyüze tanımış olsa da; içlerinde tanımadıkları da mevcut…  Bir yazar, portresini yazacağı kişiyi tanısın tanımasın yine kendisine yansıyan kadarıyla yazacaktır. Batur da böyle yapmış, Kurşunkalem Portreler’de.(Sel Yay.)


Kurşunkalem Portreler’de Enis Batur, retrospektif bir sergi havası yaratmış: Seçmece, sıra sıra dizilen portreler! Ayrıca, isteyen istediği portreden başlayıp, okuyabilir bu eseri. İstediği şekilde “zapp” yapıp, bir diğer isme geçiş yapabilir. Ben Arif Verimli’den başladım. İlginçtir, kitapta diyaloglar şeklinde yazılmış tek portre, Arif Verimli portresiydi. Farklı farklı şekillerde ‘çiziyor’ portrelerini Batur: Kimi tanışlarını anımsatarak, kimi portresini yazacağı kişinin eserlerini tanıtarak, kimi de bir telefon görüşmesinden yazıya yansıyan halkalar şeklinde… Kimi zaman da, bir portre yazımında, bu üçünü harmanladığı da oluyor. Açıkçası, bu, oldukça profesyonellik isteyen bir durum. Bu anlamda Yazı’nın hamurunu iyi yoğuran bir yazar Enis Batur.

Öte taraftan, “portre yazmak”, bir bakıma, özür dilemektir de sanki: Temkinli olmak gerekiyor… 

Burada Paul Valêry’nin resim hakkında bir yorumunu okumak isterim: 

"Resim üzerinde konuşmaya kalkışan kişi sürekli özür dilemek zorundadır.” 

Özür dilemekten çekinmemeli. Kaldı ki, bir portre yazıyorsanız, o kişiyi bir başkasına tanıtıyor oluyorsunuz. Bu oldukça “riskli” bir durum. Yazı’nızı “dedikodu”ya çevirmeden kotarmalısınız.

Kurşun Kalem Portreler’de, beni en çok sarsan portre, Mina Urgan’ın Hâşim Portresi adlı başlıkta kaleme alınmış,(ne çok portre dedim ve diyeceğim.)Enis Batur’un Minâ Urgan Portresi oldu. Bir önceki paragrafımdaki yorumumu açacak cinsten de bir yazı, Minâ Urgan’ın Hâşim Portresi… 
Giriş sahnesinden tombulca bir paragrafı, daha doğrusu geniş bir metni yazıma dâhil ediyorum, 

Batur’dan okuyalım:

”Minâ Urgan’ın anılarında beni en çok etkileyen portre Ahmet Hâşim’inki oldu: Şairle ilgili bütün yazılanları okudum sanıyorum, onu böyle çizenine rastlamadım. İşte aynı hikâye: Minâ Urgan’ın Hâşim portresi nesneldir, yansızdır diyemeyiz, nasıl deriz; şurası açık ama: Hâşim’e yakınlık duymasaydım, duymaya başlardım o satırların ardından; duyuyordum, duyduğum yakınlık böylece arttı. Tam tersi, Yahya Kemal konusunda geçerli: Minâ Urgan’ın “Vuslat” şairi portresi oldukça acımasız; gerçi, daha önce okuduklarımızı doğruluyor bir yanıyla, ama ilk kez bir Yahya Kemal portresiyle karşılaşacak okur(genç okur) için ciddi bir antipati kaynağı oluşturabilir o satırlar. Şunu demeye çalışıyorum: Kalemi önce kendinde denemeli anı yazarı, deneyebilmeli ki öteki konusunda da hak sahibi olsun.”  
Enis Batur’un, iki sivri uç olan Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce portreleri arasında bir hakem görevi gördüğünü, “Enis Batur I” adlı yazımda yazmıştım. Burada daha uç bir örnekle devam etmek isterim: Enis Batur’un, Engin Ardıç portresi! 

Batur, Ardıç’ın portresini çizerken, öncelikle kısa bir açıklama getiriyor: “(…)Engin Ardıç’ın genel olarak sevilmediği, tepki uyandırdığı, hatta itki uyandırdığı bir gerçek.” diyor. 

Evet, Batur’un değindiği gibi, Engin Ardıç’ın uslûbu çoğunluk tarafından eleştiriliyor. Hattâ, hakaretlere varan bir şekilde tepki de verenler oluyor Ardıç’a. Ama bir portre yazımında, Enis Batur’ın, “Minâ Urgan’ın Hâşim Portresi” adlı denemesine de atıfla, bir kişiyi tek tarafıyla ele almak ne derece doğru? 

Ve yazılan portreniz ne kertede nesnel olabilir burada?

Enis Batur’a dönüyor ve yazıma son vuruşu yapmak istiyorum: Enis Batur’un da Engin Ardıç’tan, çeşitli sebeplerden ötürü, pek hoşnut olmadığını yazdığı denemeden hemen çıkarabiliyoruz. Şöyle söylemiş Batur, Ardıç için: 

“Bana derin bir muhabbetle bakmadığını hakkımda yazdıklarımdan biliyorum."

Ama gelin görün ki, Engin Ardıç’ın portresini çıkarırken, nesnel ölçütlerle davranmış Batur. Bu da yazarlık ahlakıyla bağlantılı olsa gerek.  

Uzunca bir alıntıyla bağlayalım:  

”Kendisi bunun farkında mıdır ya da bir başkası bunu dile getirmiş midir bilmiyorum, ama Engin Ardıç’ın konuşmaları bana dilimize yapıtları henüz kazandırılmamış olan, başyapıtı ‘bir gün’ Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkacak Louis-Ferdinand Cêline’i çağrıştırıyor. Cêline, bir tür konuşma diliyle yazardı. Kendi sesinden bir radyo konuşmasını dinlediğimde, onun konuştuğu gibi yazdığını anlamıştım. Sert, saldırgan, ünlemli bir deyiş kurmuştu romanlarında: Özgün, kimseye benzemeyen bir anlatım. Faşistti Cêline, ama öylesine güçlü bir yazardı ki, Gecenin Dibine Yolculuk Elsa Triolet-Aragon ikilisi tarafından Ruscaya çevrilmişti. Öte yandan, “tipik” bir faşist de sayılmazdı: Hayatı boyunca fakir fukara için bedava hekimlik yapmıştı. Engin Ardıç’ın faşist olmadığı ortada, onun tavırlarına ve üslûbuna yer etmiş köktenci mühür, daha çok ruhsal yapısıyla ilgili olsa gerektir. Yazdıklarını beğenmediğimi söyledim ya, son yıllarda konuşma deneyiminden kazandıklarını Cêline gibi yazı deneyimine aktarabilirse, başarılı bir romancı çıkabilir ondan. Kültürlü bir insan Engin Ardıç. Onu gazeteci kimliğiyle sınırlı görmek, buzdağını hesaba katmamak olur. Yazko Çeviri’de yıllar önce yayımladığı çalışmalarını anımsıyorum da, birikimli bir insan olduğunu göz önünde tutmak gerekir diyorum.”

Enis Batur, (denemesinde) Engin Ardıç’ı, Cêlini gibi ağır bir karşılaştırmayla geçiştirmiş olsa da, nesnel bir değerlendirme de yapmakta aslına bakılırsa. Öyleyse, Minâ Urgan’ın Hâşim Portresi adlı denemeye dönebiliriz: Ahmet Hâşim’i, bir başka ağızdan tanımak, bazı önyargılara gitmemize sebep olacaktır, bir okur için: Hiç tanımadığımız bir şahsı bir başka kişi tarafından tanımanın riskleri ortadayken; portre yazarlığı yapmak/yapabilmek de, Valêry’nin sözünü değiştirerek söylersek; bir kişi üzerinde konuşmak/yazmak, sürekli özür dilemeyi de gerektiriyor bana kalırsa.

Aksi halde değişik etki alanlarından zihnimize yansıyan imajların doğruluğunu nasıl onaylatabiliriz?

Not: Ayna İnsan Dergisi'nde yayımlanmış.

26.04.2014









3 Mayıs 2020 Pazar

Tefrika 2020/6


23 Nisan 

Dünya karantinada.

Kırk günden fazladır yarı karantina halinde yaşıyoruz Türkiye’de. Benim bu duruma alışmam zor olmadı, çünkü yaşamımın büyük bir dilimini ben zaten evde geçiren bir insanım. Çok fazla değişmedi hayatım.

Öğlen. Şekersiz Türk kahvesi ve kitaplar. Raftan Murathan Mungan’ın Kadından Kentler adlı kitabını çektim. Daha önce bu kitap içinden birkaç öykü okumuştum. Şimdi tekrar yelteniyorum. Yeni okumalara açılmak istiyorum.

Akşam. Okumaktan ve yazmaktan bitap düşen bir beyin. Bugün çok çalıştım galiba ama değdi. İyi kitaplar okudum. İyi yazılar yazdım: Bazı çekirdek öyküler, şiirler; anı parçaları.

Kitaptaki (Kadından Kentler) bir öyküyü daha okudum ve salona, annemin yanına gittim. Bugün 23 Nisan. Saat dokuz civarı bütün Türkiye olarak istiklal marşı okunacaktı. Karantinada olduğumuz için herkes balkon ve pencerelerinden söyleyecekti marşı. Annemle eşlik ettim marşa.

Gece. Genelde sabah dörtte yatağa gider öğlen vakti kalkarım. Bu rutin senelerce böyle gitti. Pek sağlıklı olmadığını söylerler genelde. Ama en azından sigarayı bırakalı dört yıl kadar oldu. Akşamdan kalma çayı ısıttım ve küçük bir fincan çay içtim. Sabah dörde kadar okuyacağım kitaba gömüldüm.

24 Nisan 

Bugün yeni bir şiire yol aldım. Biraz çiçek ve biraz da işçi kokan babam. Tadımlık birkaç beyti şuraya yapıştıralım:

6
Zaman geçecek, satırlar arasından okunacak sözcükler
dökülecek sır, eşitsiz dünya diyeceksin, dört yoncalı ağbiler
7
Bitap bir beden hava sıcak terli düşlerde
aman uyanmasın yeni hayata doğru demokrat
8
Kahır akşamları gül ve karanfil
şiir oluyor çay içimi siyah elleriyle işçiler

Şiirin son üç beytini paylaşmış oldum. Tamamını bir dergide yayımlarım. Şiirimin başlığı: Yorgun İşçi Beyitleri

Sabah. Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü adlı hikâye kitabına başladım, ilkgençliğim düştü zihnime. Bu kitabı ilk satın alıp okuduğum zamanı anımsadım: Nezih Kitabevi’nde çalışıyordum ve işimde son günümdü. Kitap arkasına şöyle yazmışım: “Eylül. 2006. İşten ayrıldım. Dostlardan ayrı…” Geçen seneler boyunca bugüne dek Selim İleri’nin tüm hikâyelerini okudum. Zaman zaman dönüp okuduğum bir yazar. Ustam bellediğim bir kişi. Hikâyeleri kadar dostluğunu da kazanmış biri olarak şunu söylemeliyim: İyi insan, iyi edebiyatçı: Selim İleri.

Öğlen kalktım yataktan. Karantina devam ediyor. Gün saymıyorum artık. Geçen günler olsun. Ama günden güne daha sıkıcı bir hal almaya başladı bu iş. Benim için değil ama. Annem çok sıkılıyor evde. Öğleden sonra sitenin bahçesine çıktık. Sitenin dışına çıkmak yasak elbette. Belki de site bahçesine çıkmak da yasak. Kısa bir yürüyüş yaptık annemle ve hemen eve döndük.

Dünya son zamanlarda filmleri aratmayacak bir durumda. Karantinada. Bütün dünya endişeli.

Herkeste bir gelecek kaygısı. Gelecek geldi galiba!

Salgın sınıf tanımıyor. Bazı entelektüel kesim "sürü bağışıklığı"nı tartışıyor. Konu hakkında bilgim yok. Hangisi daha olumlu sonuç verir bilmiyorum; ama her yaştan insanın yaşam hakkını gözetmek zorunda insanlık. Her ne olursa olsun ölçü insan olmalı!

Geçen haftalarda bakanlık sokağa çıkma yasağı ilan etti. Bir anlık kargaşa yaşanmıştı. Sosyal medyada halkla dalga geçenler oldu. Bu süreçte suçlanacak en son kitle halk'tır bence. Çünkü kural koyucu yönetendir. Biz, neye nasıl önlem alacağımızı ancak yöneticilerin ağzından duyarak öğreniyoruz. Bu yüzden daha sorumlu hareket edilmeliydi. Bir önaçıklama sonrası daha erken bir saatte sokağa çıkma yasağının bildirilmesi uygun olacaktı sanki.

Ben de o sıra, George Orwell'in 1984'ünü okuyup-bitirmiştim. Öyle kasvetli bir roman ki; şu karantina günlerinde yeteri kadar pesimist'tim zaten, bu kitap sonrası daha da pesimist oldum-çıktım. Kitapta geçen olaylar gerçek değil elbette, ama böyle şeyler "olmuş mu?", "olacak mı?" ya da içinde bulunduğumuz çağda "oluyor mu?" gibi soruları sordum, soruyorum.

Ayrıca, işin ciddiyetini hâlâ kavramak istemeyenler var etrafımızda. Komplo teorileri üzerinden değerlendirmeler yapıyorlar. Üst akıl bu virüs'ü yaymak isteseydi, kendilerine zarar vermeyecek şekilde yapardı, diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Böyle bir şey mümkünse elbette. Gelgelelim, zengini-fakiri, varlıklı futbolcusundan geçim derdindeki işçisine, Galler Prensi Charles'ından Fatih Terim'e vesaire hedef gözetmiyor işte virüs. "Aman önlem alalım, kendimizi ve ailemizi koruyalım" tarzında konuşmaktan ziyade (elbette kendimizi ve ailemizi koruyalım, o ayrı), dünya gezegenindeki açgözlü, doymak bilmez, savaştan kara para aklayan, hırsında boğulmuş "insan" için bir not düşmek önemli burada. Aksi takdirde düşünecek olursak, dünyada yetersiz beslenmekten ölüme terkedilmiş milyonlar, savaş meydanlarında bir hiç uğruna ölmüş nice masum var. O insanları anlamak için ölümcül bir virüs'ün dünyayı sarması gerekmemeliydi. Tabii, bu insan tipi, hemen her toplumda iş başında. Milliyetçiliği anlıyorum. Aidiyet güzel bir duygu, fakat gerçekler de acı veriyor insana. İçinde yaşadığımız ülke, birçok küresel güçteki ülkelerle anlaşmalı-daha geriye gitmiyorum-Suriye'de bilerek-bilmeyerek kardeş kanı akıtmış bir ülke. Her devletin günahları var tabii. Fakat biz öncelikli olarak kendi yaşadığımız coğrafyanın günahlarıyla hesaplaşmamız gerekmiyor mu?

Asıl amacıma geri döneyim: Bu dünya, bizim içinde yaşadığımız gezegenimiz. Şu anki içinde bulunduğumuz durum da adı üstünde pandemik bir durum; local bir olay değil. Küresel bir kriz! Gezegen bu salgını da atlatacak elbette. İsteğim, dünyaya ve ülkemize barış’ıın, hemen her alanda barış’ın gelmesi... (Ütopik ama renkli bir düş!)

Akşam hafif bir yemek yedik annem ve babamla. Bir süre okumaya ara verdim, annemle muhabbet ettik biraz. Ona yeni şiirimden pasajlar okudum. Her zaman yaptığı gibi çok beğendi şiiri. Fakat bana beni eleştirecek şiir okuyucusu gerekiyor. Galiba artık dergilere daha fazla yoğunluk göstermeliyim. Uzun seneler boyunca şiire ara vermiştim. Yazmayı bırakmadım ama yayımlatmayı bırakmıştım. Şimdi yalnızlık baş gösterdi. Bu yüzden en azından dergilerle irtibatta olmalıyım. Her şeye geç kalmanın telaşı.

Gece. Bir durgunluk vardı içimde. Çözemediğim. Sabah bir öykü uç vermişti, biraz kalem oynattım, olmadı. Şimdi gece ve bu yalnızlık ve durgunluk hâlâ devam ediyor. Böylesi zamanlarda okumaya daha fazla kendimi veriyorum. Bu sefer kitaplıktan Nâzım’ın Kuvâyi Milliye’sini indirdim. Gece boyunca ve sabaha dek okunacak.

25 Nisan 

Kuvvâyi Milliye’yi okudum dün gece. Okurken Attilâ İlhan’ı anımsadım. Gazi Paşa romanı örnekse: Uslûp, öylesine Kuvvâyi Milliye’deki şiirlere benzerlik gösteriyor ki! Şaşırmadım ama. Dönem insanları! Hemen raftan Bıcağın Ucu’nu indirdim. Daha önce de okumuş olduğum bu romana gömüldüm bir vakit. Şimdi akşam ve bu güncemi yazıyorum.

Karantina akşamlarında bir hüzün var. Şehir hayalet şehir oldu. Balkondan dışarıyı izliyorum, tek tük insanların dışında kimseler yok. Daha ne kadar sürecek bu belirsizlik? Hâlâ pik seviyesine ulaşamadı Türkiye. Adım adım ölümlerin azalacağı öngörülüyor. Ama nereye kadar evde duracağız, bilemiyorum. 

Genco Erkal oyunlarını Youtube’a atmış. Üst üste iki oyun izledim sabah: Marx’ın Dönüşü ve Sivas 93. Sonra tekrar okuduğum kitaba kapandım: Nâzım Hikmet’n Piraye İçin Yazılmış: SAAT 21-22 ŞİİRLERİ.

İşte böyle…

26 Nisan 

Sokağa çıkma yasağının son günü. Yarın pazartesi ve artık serbest bir gün yaşayacağız. Tabii, altmış beş yaş üstü ve yirmi yaş atı için yasak devam edecek. Belki Maltepe Merkez’deki kitabevine giderim yarın, uzun zamandır evden çıkamadım çünkü.

Bugün yeni bir kitaba başladım: Yılmaz Öztuna’nın II.Abdülhamid (Zamanı ve Şahsiyeti). Kitapta derinleştikçe bir şeyler yazarım belki günceme. Böylesi karantina günlerinde daha çok okumaya ve izlemediğim filmleri izlemeye çalışıyorum. Tabii, bir de Genco Erkal’ın oyunları. Bugün gene yeni rastladım: Yalınayak Sokrates’i internet erişimine açmış. Çok sevindim.

Gece. Yalınayak Sokrates’i izlemek için koltuğuma kuruldum.

28 Nisan 

Eskiden yazmış olduğum, Yunan Müziği Eşliğinde adlı bir hikâyem vardı. Gerçekten de müzik eşliğinde yazmıştım bu hikâyemi. Bu yüzden belki bazı inişler-çıkışlar, kopuşlar vardı metinde. Bugün, her nedense yıllar sonra, bu hikâyemi düzeltme gereksinimi duydum. Hiçbir yayın organında (internet dahil) yayımlatmak istemediğim bir hikâye idi. Yıllar geçmiş. Fakat şimdi içimde bir heves.

Hangi dergiye göndereceğimi tayin etmedim henüz.

Masamda Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk’ü var.

Dostlukların Son Günü bitti ama içimde devam ediyor Selim İleri’nin öyküsü. Kitaptaki öyküleri tek bir öykü gibi okudum ben ama parça parça farklı hikâyeler. Temelde Kemal karakteri her öyküde karşımıza çıkıyordu. 


Bir laitmotif.

Bugün akşam ezanıyla masaya oturduk. Ramazan günlerindeyiz. Annem ve babamla, dindar bir aile olmasak da,  her akşam iftar vaktinde yemek masasında buluşuyoruz. Bu geleneği seven bir aileyiz. Tam bu sırada, Defne arıyor bizi (Yeğenim). Kız yeğeni olmak büyük bir sorumluluk. Elbette öncelik anne ve babanın ama onu hayata hazırlarken verdiğimiz öğütler düşündürüyor insanı. Bence çok dikkat edilmesi gerekiyor. Çirkin bir hayat ve bir kız çocuğu. Hiç bağdaştıramıyorum bu iki imgeyi. Umarım ilerde benim kadar hassas yetişmezler.(Nisa ve Defne. İki kız yeğenim var.) Çünkü hayatta mutlu olmak için, dozunda bir vurdum-duymazlık da gerekiyor. Yolları açık olur umarım.

Dün gece Yalınayak Sokrates’i izledim. Genco Erkal’ın oyunlarının internet erişimine açılması büyük bir nimet benim için. Şu sıra zaten dışarı da çıkamıyoruz malûm nedenlerden.(Karantina)

Bir gün insanlık normale dönecek fakat galiba hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bazı alışkanlıklarımızı değiştirmek durumunda kalacağız. Yeme içme kültüründen, dışarıda nasıl yaşayacağımıza kadar. Öte taraftan, bu virüsün geçmesini beklemek aptallık olacak. Gelecek virüslere hazırlıklı olmalıyız. Dünya, bunu konuşuyor elbette. Hepimize düşen görevler var. Bir kişi yalnız kendi sağlığını düşünmemeli. Bir kişi neredeyse onlarca kişiye virüsü bulaştırabiliyor. Bu farklı sorumluluklar yüklüyor insanlığa. Daha bilgili ve görgülü olmak gerekiyor.

Gece. Aniden gördüğüm rüyayı hatırladım. Rüyada evimiz yıkılıyor. Annemi ve babamı enkaz altına görüyordum. Yıkım esnasında ben de enkaz altında kalacağım ama en son anneme içten bir söz söylemek istiyorum. Bir türlü o sözü düşüremiyorum dilime. Kâbusla uyanıyorum rüyadan.

30 Nisan

Gece. Sokağa çıkma yasağı tekrar ilan edildi. Gece on ikiyi geçmek üzere. Vaka sayıları düşüyor. Ölümler de düştü. İyiye mi gidiyor Türkiye? Bilmiyorum. Yaşayıp, göreceğiz. Bütün gün evde oturup iyi kitaplar okudum, güzel müzikler dinledim, nefis yemekler yedim. 1 Mayıs’a doğru giderken, dünyada çoğu insanın böylesi imkânları bile yok. Bu yüzden şükretmek istiyorum. Bu şükür, uhrevi bir şükür değil ama. Ben babama şükrediyorum. Anneme şükrediyorum. Bana bu imkânları sağladıkları için şükrediyorum. Alın terlerine şükrediyorum. Yarın 1 Mayıs. Yani birkaç dakika sonra.

1 Mayıs 

Öğlen kalktım yataktan. Babam balkonda sigara içiyordu. İlk, babamın 1 Mayıs’ını kutladım. Ah, ne zaman bırakacak şu sigarayı.

3 Mayıs 


İşçi bayramıyla beraber ilan edilen sokağa çıkma yasağının son günü. Hareketsizlikten yorgun düştüm. Site bahçesine de çıkamıyoruz artık. Zaman zaman devriyeler geziyorlar. Sadece ekmek almak için fırına çıktım ve hemen eve geri döndüm.

Neyse ki, kitaplar! Hep kitaplar. Dün geceden sabahın ilk ışıklarına değin, Selim İleri’nin içli romanı Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ı okudum. Halil Vedad’ın intiharı izinde yazılmış bir kitap. (Hemen Halid Ziya Uşaklıgil’in Bir Acı Hikâye’sini edinmeliyim.) İlk okuduğum gibi gene etki altında kaldım bu romanın. Yıllar önce defalarca okuduğum romanda sonsuz hüznü gene kat ettim.

Şimdi masamda İçimizdeki Şeytan var. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnna’sını okumuştum daha önce. Romanın başkarakteri Raif Efend’nin sıradan hayatı ve sıradışı yaşadığı aşkı beni çok etkilemişti.