23
Nisan
Dünya karantinada.
Kırk günden fazladır yarı karantina halinde yaşıyoruz Türkiye’de. Benim bu duruma alışmam zor olmadı, çünkü yaşamımın büyük bir dilimini ben zaten evde geçiren bir insanım. Çok fazla değişmedi hayatım.
Öğlen. Şekersiz Türk kahvesi ve kitaplar. Raftan Murathan Mungan’ın Kadından Kentler adlı kitabını çektim. Daha önce bu kitap içinden birkaç öykü okumuştum. Şimdi tekrar yelteniyorum. Yeni okumalara açılmak istiyorum.
Akşam. Okumaktan ve yazmaktan bitap düşen bir beyin.
Bugün çok çalıştım galiba ama değdi. İyi kitaplar okudum. İyi yazılar yazdım:
Bazı çekirdek öyküler, şiirler; anı parçaları.
Kitaptaki (Kadından Kentler) bir öyküyü daha okudum ve salona, annemin yanına gittim. Bugün 23 Nisan. Saat dokuz civarı bütün Türkiye olarak istiklal marşı okunacaktı. Karantinada olduğumuz için herkes balkon ve pencerelerinden söyleyecekti marşı. Annemle eşlik ettim marşa.
Gece. Genelde sabah dörtte yatağa gider öğlen vakti kalkarım. Bu rutin senelerce böyle gitti. Pek sağlıklı olmadığını söylerler genelde. Ama en azından sigarayı bırakalı dört yıl kadar oldu. Akşamdan kalma çayı ısıttım ve küçük bir fincan çay içtim. Sabah dörde kadar okuyacağım kitaba gömüldüm.
24 Nisan
Bugün yeni bir şiire yol aldım. Biraz çiçek ve biraz da işçi kokan babam. Tadımlık birkaç beyti şuraya yapıştıralım:
6
Zaman geçecek, satırlar arasından okunacak sözcükler
dökülecek sır, eşitsiz dünya diyeceksin, dört yoncalı ağbiler
7
Bitap bir beden hava sıcak terli düşlerde
aman uyanmasın yeni hayata doğru demokrat
8
Kahır akşamları gül ve karanfil
şiir oluyor çay içimi siyah elleriyle işçiler
Şiirin son üç beytini paylaşmış oldum. Tamamını bir dergide yayımlarım. Şiirimin başlığı: Yorgun İşçi Beyitleri
Sabah. Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü adlı hikâye kitabına başladım, ilkgençliğim düştü zihnime. Bu kitabı ilk satın alıp okuduğum zamanı anımsadım: Nezih Kitabevi’nde çalışıyordum ve işimde son günümdü. Kitap arkasına şöyle yazmışım: “Eylül. 2006. İşten ayrıldım. Dostlardan ayrı…” Geçen seneler boyunca bugüne dek Selim İleri’nin tüm hikâyelerini okudum. Zaman zaman dönüp okuduğum bir yazar. Ustam bellediğim bir kişi. Hikâyeleri kadar dostluğunu da kazanmış biri olarak şunu söylemeliyim: İyi insan, iyi edebiyatçı: Selim İleri.
Öğlen kalktım yataktan. Karantina devam ediyor. Gün saymıyorum artık. Geçen günler olsun. Ama günden güne daha sıkıcı bir hal almaya başladı bu iş. Benim için değil ama. Annem çok sıkılıyor evde. Öğleden sonra sitenin bahçesine çıktık. Sitenin dışına çıkmak yasak elbette. Belki de site bahçesine çıkmak da yasak. Kısa bir yürüyüş yaptık annemle ve hemen eve döndük.
Dünya son zamanlarda filmleri aratmayacak bir durumda. Karantinada. Bütün dünya endişeli.
Herkeste bir gelecek kaygısı. Gelecek geldi galiba!
Salgın sınıf tanımıyor. Bazı entelektüel kesim "sürü bağışıklığı"nı tartışıyor. Konu hakkında bilgim yok. Hangisi daha olumlu sonuç verir bilmiyorum; ama her yaştan insanın yaşam hakkını gözetmek zorunda insanlık. Her ne olursa olsun ölçü insan olmalı!
Geçen haftalarda bakanlık sokağa çıkma yasağı ilan etti. Bir anlık kargaşa yaşanmıştı. Sosyal medyada halkla dalga geçenler oldu. Bu süreçte suçlanacak en son kitle halk'tır bence. Çünkü kural koyucu yönetendir. Biz, neye nasıl önlem alacağımızı ancak yöneticilerin ağzından duyarak öğreniyoruz. Bu yüzden daha sorumlu hareket edilmeliydi. Bir önaçıklama sonrası daha erken bir saatte sokağa çıkma yasağının bildirilmesi uygun olacaktı sanki.
Ben de o sıra, George Orwell'in 1984'ünü okuyup-bitirmiştim. Öyle kasvetli bir roman ki; şu karantina günlerinde yeteri kadar pesimist'tim zaten, bu kitap sonrası daha da pesimist oldum-çıktım. Kitapta geçen olaylar gerçek değil elbette, ama böyle şeyler "olmuş mu?", "olacak mı?" ya da içinde bulunduğumuz çağda "oluyor mu?" gibi soruları sordum, soruyorum.
Ayrıca, işin
ciddiyetini hâlâ kavramak istemeyenler var etrafımızda. Komplo teorileri
üzerinden değerlendirmeler yapıyorlar. Üst akıl bu virüs'ü yaymak isteseydi,
kendilerine zarar vermeyecek şekilde yapardı, diye düşünüyorum. Yanılıyor
muyum? Böyle bir şey mümkünse elbette. Gelgelelim, zengini-fakiri, varlıklı
futbolcusundan geçim derdindeki işçisine, Galler Prensi Charles'ından Fatih
Terim'e vesaire hedef gözetmiyor işte virüs. "Aman
önlem alalım, kendimizi ve ailemizi koruyalım" tarzında konuşmaktan ziyade
(elbette kendimizi ve ailemizi koruyalım, o ayrı), dünya gezegenindeki açgözlü,
doymak bilmez, savaştan kara para aklayan, hırsında boğulmuş "insan"
için bir not düşmek önemli burada. Aksi takdirde düşünecek olursak, dünyada
yetersiz beslenmekten ölüme terkedilmiş milyonlar, savaş meydanlarında bir hiç
uğruna ölmüş nice masum var. O insanları anlamak için ölümcül bir virüs'ün
dünyayı sarması gerekmemeliydi. Tabii, bu insan tipi, hemen her toplumda iş
başında. Milliyetçiliği anlıyorum. Aidiyet güzel bir duygu, fakat gerçekler de
acı veriyor insana. İçinde yaşadığımız ülke, birçok küresel güçteki ülkelerle
anlaşmalı-daha geriye gitmiyorum-Suriye'de bilerek-bilmeyerek kardeş kanı
akıtmış bir ülke. Her devletin günahları var tabii. Fakat biz öncelikli olarak kendi
yaşadığımız coğrafyanın günahlarıyla hesaplaşmamız gerekmiyor mu?
Asıl amacıma geri döneyim: Bu dünya, bizim içinde yaşadığımız gezegenimiz. Şu anki içinde bulunduğumuz durum da adı üstünde pandemik bir durum; local bir olay değil. Küresel bir kriz! Gezegen bu salgını da atlatacak elbette. İsteğim, dünyaya ve ülkemize barış’ıın, hemen her alanda barış’ın gelmesi... (Ütopik ama renkli bir düş!)
Akşam hafif bir yemek yedik annem ve babamla. Bir süre
okumaya ara verdim, annemle muhabbet ettik biraz. Ona yeni şiirimden pasajlar
okudum. Her zaman yaptığı gibi çok beğendi şiiri. Fakat bana beni eleştirecek
şiir okuyucusu gerekiyor. Galiba artık dergilere daha fazla yoğunluk
göstermeliyim. Uzun seneler boyunca şiire ara vermiştim. Yazmayı bırakmadım ama
yayımlatmayı bırakmıştım. Şimdi yalnızlık baş gösterdi. Bu yüzden en azından
dergilerle irtibatta olmalıyım. Her şeye geç kalmanın telaşı.
Gece. Bir durgunluk vardı içimde. Çözemediğim. Sabah bir öykü
uç vermişti, biraz kalem oynattım, olmadı. Şimdi gece ve bu yalnızlık ve
durgunluk hâlâ devam ediyor. Böylesi zamanlarda okumaya daha fazla kendimi
veriyorum. Bu sefer kitaplıktan Nâzım’ın Kuvâyi Milliye’sini indirdim. Gece
boyunca ve sabaha dek okunacak.
25 Nisan
Kuvvâyi Milliye’yi okudum dün gece. Okurken Attilâ İlhan’ı anımsadım. Gazi Paşa romanı örnekse: Uslûp, öylesine Kuvvâyi Milliye’deki şiirlere benzerlik gösteriyor ki! Şaşırmadım ama. Dönem insanları! Hemen raftan Bıcağın Ucu’nu indirdim. Daha önce de okumuş olduğum bu romana gömüldüm bir vakit. Şimdi akşam ve bu güncemi yazıyorum.
Karantina akşamlarında bir hüzün var. Şehir hayalet şehir oldu. Balkondan dışarıyı izliyorum, tek tük insanların dışında kimseler yok. Daha ne kadar sürecek bu belirsizlik? Hâlâ pik seviyesine ulaşamadı Türkiye. Adım adım ölümlerin azalacağı öngörülüyor. Ama nereye kadar evde duracağız, bilemiyorum.
Genco Erkal oyunlarını Youtube’a atmış. Üst üste iki oyun izledim sabah: Marx’ın Dönüşü ve Sivas 93. Sonra tekrar okuduğum kitaba kapandım: Nâzım Hikmet’n Piraye İçin Yazılmış: SAAT 21-22 ŞİİRLERİ.
İşte böyle…
26 Nisan
Sokağa çıkma yasağının son günü. Yarın pazartesi ve artık serbest bir gün yaşayacağız. Tabii, altmış beş yaş üstü ve yirmi yaş atı için yasak devam edecek. Belki Maltepe Merkez’deki kitabevine giderim yarın, uzun zamandır evden çıkamadım çünkü.
Bugün yeni bir kitaba başladım: Yılmaz Öztuna’nın II.Abdülhamid (Zamanı ve Şahsiyeti). Kitapta derinleştikçe bir şeyler yazarım belki günceme. Böylesi karantina günlerinde daha çok okumaya ve izlemediğim filmleri izlemeye çalışıyorum. Tabii, bir de Genco Erkal’ın oyunları. Bugün gene yeni rastladım: Yalınayak Sokrates’i internet erişimine açmış. Çok sevindim.
Gece. Yalınayak Sokrates’i izlemek için koltuğuma kuruldum.
28 Nisan
Eskiden yazmış olduğum, Yunan Müziği Eşliğinde adlı bir hikâyem vardı. Gerçekten de müzik eşliğinde yazmıştım bu hikâyemi. Bu yüzden belki bazı inişler-çıkışlar, kopuşlar vardı metinde. Bugün, her nedense yıllar sonra, bu hikâyemi düzeltme gereksinimi duydum. Hiçbir yayın organında (internet dahil) yayımlatmak istemediğim bir hikâye idi. Yıllar geçmiş. Fakat şimdi içimde bir heves.
Hangi dergiye göndereceğimi tayin etmedim henüz.
Masamda Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk’ü var.
Dostlukların Son Günü bitti ama içimde devam ediyor Selim İleri’nin öyküsü. Kitaptaki öyküleri tek bir öykü gibi okudum ben ama parça parça farklı hikâyeler. Temelde Kemal karakteri her öyküde karşımıza çıkıyordu.
Bir laitmotif.
Bugün akşam ezanıyla masaya oturduk. Ramazan günlerindeyiz. Annem ve babamla, dindar bir aile olmasak da, her akşam iftar vaktinde yemek masasında buluşuyoruz. Bu geleneği seven bir aileyiz. Tam bu sırada, Defne arıyor bizi (Yeğenim). Kız yeğeni olmak büyük bir sorumluluk. Elbette öncelik anne ve babanın ama onu hayata hazırlarken verdiğimiz öğütler düşündürüyor insanı. Bence çok dikkat edilmesi gerekiyor. Çirkin bir hayat ve bir kız çocuğu. Hiç bağdaştıramıyorum bu iki imgeyi. Umarım ilerde benim kadar hassas yetişmezler.(Nisa ve Defne. İki kız yeğenim var.) Çünkü hayatta mutlu olmak için, dozunda bir vurdum-duymazlık da gerekiyor. Yolları açık olur umarım.
Dün gece Yalınayak Sokrates’i izledim. Genco Erkal’ın oyunlarının internet erişimine açılması büyük bir nimet benim için. Şu sıra zaten dışarı da çıkamıyoruz malûm nedenlerden.(Karantina)
Bir gün insanlık normale dönecek fakat galiba hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bazı alışkanlıklarımızı değiştirmek durumunda kalacağız. Yeme içme kültüründen, dışarıda nasıl yaşayacağımıza kadar. Öte taraftan, bu virüsün geçmesini beklemek aptallık olacak. Gelecek virüslere hazırlıklı olmalıyız. Dünya, bunu konuşuyor elbette. Hepimize düşen görevler var. Bir kişi yalnız kendi sağlığını düşünmemeli. Bir kişi neredeyse onlarca kişiye virüsü bulaştırabiliyor. Bu farklı sorumluluklar yüklüyor insanlığa. Daha bilgili ve görgülü olmak gerekiyor.
Gece. Aniden gördüğüm rüyayı hatırladım. Rüyada evimiz yıkılıyor. Annemi ve babamı enkaz altına görüyordum. Yıkım esnasında ben de enkaz altında kalacağım ama en son anneme içten bir söz söylemek istiyorum. Bir türlü o sözü düşüremiyorum dilime. Kâbusla uyanıyorum rüyadan.
30 Nisan
Gece. Sokağa çıkma yasağı tekrar ilan edildi. Gece on ikiyi geçmek üzere. Vaka sayıları düşüyor. Ölümler de düştü. İyiye mi gidiyor Türkiye? Bilmiyorum. Yaşayıp, göreceğiz. Bütün gün evde oturup iyi kitaplar okudum, güzel müzikler dinledim, nefis yemekler yedim. 1 Mayıs’a doğru giderken, dünyada çoğu insanın böylesi imkânları bile yok. Bu yüzden şükretmek istiyorum. Bu şükür, uhrevi bir şükür değil ama. Ben babama şükrediyorum. Anneme şükrediyorum. Bana bu imkânları sağladıkları için şükrediyorum. Alın terlerine şükrediyorum. Yarın 1 Mayıs. Yani birkaç dakika sonra.
1 Mayıs
Öğlen kalktım yataktan. Babam balkonda sigara içiyordu. İlk, babamın 1 Mayıs’ını kutladım. Ah, ne zaman bırakacak şu sigarayı.
3 Mayıs
İşçi bayramıyla beraber ilan edilen sokağa çıkma yasağının son günü. Hareketsizlikten yorgun düştüm. Site bahçesine de çıkamıyoruz artık. Zaman zaman devriyeler geziyorlar. Sadece ekmek almak için fırına çıktım ve hemen eve geri döndüm.
Neyse ki, kitaplar! Hep kitaplar. Dün geceden sabahın ilk ışıklarına değin, Selim İleri’nin içli romanı Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ı okudum. Halil Vedad’ın intiharı izinde yazılmış bir kitap. (Hemen Halid Ziya Uşaklıgil’in Bir Acı Hikâye’sini edinmeliyim.) İlk okuduğum gibi gene etki altında kaldım bu romanın. Yıllar önce defalarca okuduğum romanda sonsuz hüznü gene kat ettim.
Şimdi masamda İçimizdeki Şeytan var. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnna’sını okumuştum daha önce. Romanın başkarakteri Raif Efend’nin sıradan hayatı ve sıradışı yaşadığı aşkı beni çok etkilemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder