29 Mart 2023 Çarşamba

Enis Batur Üzerine

Enis Batur’u, uzun yıllara yayılan “okuma-yazma” tarihimde -sürekli- bana ilhamını aşılayan “velûd” bir yazar olarak im’lemişimdir beynime. Çoğu “okur-yazar” gibi, ben de, Enis Batur’u böyle tanıdım: Doğurganlığıyla.

O’nun zengin kültür birikiminden beslendim, besleniyorum. Yazma tutkusuna her satırda yeniden yeniden âşık oldum, oluyorum. Ben de yazdım, yazıyorum.

Ve doğal olarak, yarattığınız böyle bir imgeyle gezinirken, Enis Batur’un çok yazması hakkında çeşitli söylentilere kulak kesiliyor insan.

Geçenlerde bir Blog yazarı, Batur’un “yazma hızı”nın hesabına girişmiş. Açıkçası, yazmayı kışkırtan bu ‘araştırma’ merak güdümü gıdıkladı. Blogcu’nun tespit edebildiği kadarıyla, Enis Batur’un yüz elli (150) eseri mevcutmuş. Bunlardan yüz yirmi beş(125)inin sayfa adedini dikkate alabilmiş araştırmacı. Benim bildiğim, Batur’un kitaplarının iki yüz(200)’e doğru yol almış olması.

Araştırma, 1952 doğumlu yazarın on sekiz yaşında yazmaya başladığını belirterek, kırk üç yıldır aktif olarak yazdığını ortaya koyuyor. (Sanıyorum, araştırmanın üzerinden epey vakit geçti, yeni bir hesap-kitap tartışması açılmalı şimdi.) Toplamda 28.074 sayfa yazmış Batur ve yazdığı gün sayısı kırk üç(43) yıla tekâbül ediyor. Yâni Enis Batur, 43 yıl boyunca her gün yazı yazmış. Ayrıntıya girmeden sonucu veriyorum: Günlük ortalama sadece 1.78 sayfa yazmış üstad.

Batur’un “Dolmakalem” başlıklı yazısını bir hatırlayalım:

“(…)benim ortalama ritmim günde 2.5 sayfadır, bu ortalamada yol aldığımda yazım değişmez pek, gelgelelim üç-dört haftalık bir “izin” dönemindeysem, tempom üç-dört katına fırlar (Paris’te altı ay kaldığım dönemde günlük ortalamam 7 sayfayı aşmıştı örneğin) elyazım biraz gevşer, yer yer düpedüz çirkinleşir-bir “graphologue” inceleyecek olsaydı, kimbilir hangi sonuçları çıkarırdı.”

Öte taraftan sosyal medyada denk geldiğim bir konuya da yer vermek istiyorum. Enis Batur’un yazdıkları ne kadar şiir, ne kadar deneme, ne kadar roman meselesi. Ben kendimi bu hususta görüş bildirecek kadar yetkin görmüyorum. Ama sosyal medyada birtakım ‘okur’lar görüşlerini çala-kalem yazıyorlar. Kanımca ya hakim olmadığınız konu hakkında yazmamak ya da ille yazılacaksa eleştirel bir yaklaşımla metin üretmek gerekiyor. Diyelim bir yazara, kişisel nedenlerden ötürü bağlanmışsanız, ya da tam tersi bir şekilde hoşnut değilseniz, bu ön yargılarınızı kırmak oldukça zor olabiliyor. Bu noktada, bir okur olarak nitelik meselesini tartışmaya açmak gerek. Amacım burada eleştirel yaklaşımı vurgulamak. Benim zihnimi kurcalayan, eleştiri ortamımızın biraz daha “esnek” çizgiler üzerinden gitmemesi! Katı kuralcılık, önyargı, ister istemez insanın canını sıkıyor-benim gibi dengeyi, ölçülülüğü önemseyen biri için. Öte taraftan, bir yazarı eleştirmek, hatta yazdıklarını yerden yere vurmak eleştiriye dâhildir doğal olarak, bilmiyor değilim.

Türkiye’de eleştiri yalnızca “taraf” olmanın getirdiği birtakım psikolojik yaklaşımlardan ibaret gibi geliyor bana. Bu gibi yaklaşımlar, olsa olsa, tez çürütmenin dışında, sanal bir zafer kazanmanın, daha Türkçesi, günü kurtarmanın uçucu mutluluğudur. Edebiyat yapacaksanız, asıl mutluluk, yazmaktır!

Bir yazarsanız, “yazarlık” iddianız varsa, üstelik Enis Batur gibi yetkin bir edebî kişiliğe karşı eleştiri getirecekseniz/geliştirecekseniz en az Enis Batur kadar bu düşüncelerinizi -eleştirinizi- kaleminizden kâğıdınıza düşürmeyi başarmanız gerekmektedir. Dedikodu işin kolayına kaçmak olacak. Gelgelelim, “haramla beslenen yazarlar” listesi hazırlamak gibi kolaycı yaklaşmak da bir seçenek, seçenekse. İşte şimdi “karalama”yla “eleştiri” arasındaki o kalın, kırmızı çizgiyi burada çekmeli!

Enis Batur -hâlihazırda-  edebiyatımızda, yazıyla sıkı derecede çarpışmayı göze alan/göze alabilen birkaç isimden biri olarak kalmayı sürdürüyor. Her geçen gün yazdığı kitapların sayfa sayısını yükseltmekte yazarımız. Michel Foucault ne mânâda söylemiş, bilemiyorum ama:  ”Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz.” demiş. İyi ki de söylemiş. Enis Batur, tehlikeli sularda dolaşmayı göze almışken, karşı duranlar kalemlerini kullanmaktan aciz mi kalıyorlar, yoksa?

Galiba Türkiye’de manzara bu!

Türkiye’nin tek “velûd yazar” ünvanlı “kalem erbâbı”mızın avukatlığına soyunmak için değil elbette bu söylemlerim; Enis Batur’u daha sıkı okumaya başlayarak, yazılarıyla çarpışmanın tam da sırası diyerek nitelikli edebiyatı tartışmaya açmak.

Siz de açın isterim.

Not: Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

28 Mart 2023 Salı

Bir Şey Var

istediğin vakit silebilirsin

bu yüzden kurşun kalemimle 

öpüyorum yazıyorum sonra

kelimeler canlıdır yaşarlar tek başlarına

yolun uzunsa bir kitap koy çantana

uçtuğunu görürsen bir güvercinin

bir şiir tut kendine

anlaşılır gibi değil bu gök, bu rüzgâr ve bu deniz

acı bir meltem esiyor hüzünlüyüz hepimiz

işte bak bir uçurtma uçuyor orada, uzakta

özgür ol sen de

sakin akşamüstlerinde erkek kalabalığı kahvelerde

belki bir yaz kasabasından kalma atletli adamlar

şimdi hangi uygarlığın beşiğinde

yazıyı ve parayı bulan

bütün ayaklanmalar sabaha karşı mı yapılır?

sabahın güzelliğinde devrim var

sen oradaki halk ol, olur mu?

doğan güneşte bir şey var bir şey bilemiyorum

dünyanın bütün saatlerinde bir şey var bir şey

Turgut Uyar’ın Büyük Saati dâhil bir şey

davasına inanmış terli gençler hani şu kanları kaynayan

ücra bir yerde sıkışan hayatlar

her şeye başlangıçlar gerekiyor her şeye

kara tren uzuyor yol kısalırken ve

gün günden yaş alıyor yaşlı bir çınar unutma

şiirlerde yok belki ama

yazdığım daktiloda, yonttuğum kalemimde, su içtiğim bardağımda

emek var emek var

23 Mayıs 2020


25 Mart 2023 Cumartesi

Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın

 

Bir ırmak roman olan 'geçmiş, bir daha gelmeyecek zamanlar' serisinin ilk romanı Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, “klasik kurgu” beklentisi içinde olmayan okur için, ilk tahlilde lezzetli bir romandır, diyebilirim. Aksi halde, metnin içine girmekte zorlanılacaktır. Okurun dikkatini bu yönde toplamasında fayda olacağı düşüncesindeyim. Kurgudan kasıt ise, klasik roman anlamında giriş- gelişme- sonuç gibi sakin bir giriş, hızlı bir gerilim sonrasında, çözüm beklentisi içinde olunmaması.

Romanın giriş bölümündeki "Albüm" ile birlikte, birer birer her bölümde eski zamana olan "özlem" dile getirilmekte. Son bölüm olan "Peri Sanatı"na gelindiğinde ise, zamanla her şeyin değiştiğini, eskiye bir özlem duyulduğunu ve bu paralellikte,"klasik roman" anlayışının dışında bir kurgunun olduğunu görmek mümkün olacaktır kanaatindeyim. Bu anlamda her ne kadar anlatım açısından, romanın kurgudan bağımsız olarak ilerlediğini hissetsek de, dikkatli bir okur, kurgunun anlatıdan, anlatının kurgudan kopmadığını, ancak romanın sonunda sezinleyebilecektir. "Hepsi yazılıp çizilmiştir?!", ne de olsa…

Hatırlatmakta fayda var: Selim İleri romanlarının öne çıkan genel özelliklerinden bir yanı, zamandizinsel bir sıralamaya uygun bir zaman kurgusu’nun olmamasıdır. Okuyucu, Selim İleri yazımında hem an, hem geçmiş, hem de gelecek zaman dilimlerinde yer yer yolculuğa çıkmaktadır. “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın”da, ben anlatıcının çocukluk anımsamaları, romanda geçen karakterlerin aracılığıyla çağrışımlar, son olarak da hemen her satırda geçmişe duyulan "özlem" dikkat çekmektedir…

Ve bilinç akışı!   

"Albüm" bölümünde (romanın girişi), olağanüstü bir bilinç akışı sezinliyoruz. Bir solukta ilk bölümü okuyup bitirdikten sonra, asıl romanın içine girebiliyoruz. İlk bölüm için şunu söylemek yerinde olur:  Geçmiş zaman objelerinin… Elbiseleri, taşları, renk renk kumaşları vb. onca geçen zamana karşın yeniden zihninizde bir yaşam bulduğunu hissediyorsunuz.  Bir an da olsa, sanki eski taş plak çalmaya başlıyor, okuyucu "geçmiş zaman"a doğru bir zaman makinesinde yolculuğa çıkıyor âdeta. Geçmişe duyarlı bir selâm çakılıyor.

Şunu da belirtelim: Serinin ilk romanı “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” meraklı okur için bazı gizemler taşımakta:

Roman ismini "Mavi Kelebek" tangosundan alıyor. Mavi Kelebek tangosunun bestesi ve güftesi İbrahim Özgür’e ait. Birçok bestecilerin de eserlerini seslendiren İbrahim Özgür’ün Mavi Kelebek tangosu, bu romanla birlikte geçmişin tozlu sayfalarından, has okurla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Araştırmayı seven, nitelikli okur için önemli bir ayrıntı olduğunu söylemeden geçmeyelim: Selim İleri geçmişe saygısını bu şekilde de perçinliyor.

Sözlerden birkaç dize alıntılayalım:

"Olmazdı emellerimin katili kahpe felek/bırakmasaydın beni çapkın yüzlü kelebek/andına bağlansaydın, aşkımı anlasaydın/mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın."

"İlençli Zamana Başlangıç" başlıklı bölüme gelindiğinde ise "Geçmiş Zaman Yazarı"nın hatıraları canlanıyor hayalinizde. Alıntılamadan geçmek istemediğim bölümlerden biri de şöyle devam ediyor:

“Mâzi demek yalnızca bir geçmiş… Sönmüş zaman ifadesinden ibaret değildi. Geçmiş Zaman Yazarı’na göre yaşayan bütün zamanlarımız karışarak, birbirine dolanarak hem mâzimiz oluyor, hem de hatırlanarak yeniden canlandırıldığı için mâzi yaşanan bir zaman oluyordu. Bu yaşanan zamanda çocukluğumuz, yeniyetmeliğimiz, su gibi akmış gençliğimiz… Hayatımızın bütün evreleri, hatıraları birleşiyor ve mâzi düpedüz ömrümüzün zamanı oluyordu.”

On bölümden oluşan romanın ara başlıklarını da sayalım: Albüm, Komşularımızın Semtinde, Kadıköyü’nün Hanımları, Türk Prensesi, Deniz Köpüğü Tüller, İlençli Zamana Başlangıç, İlençli Zaman, Çok Özel Bir Sözlük, Melek Hala, Peri Sanatı.

"Peri Sanatı" ile kapatalım: “Artık neye yarar… hepsi yazılıp çizilmiştir. Hepsinin de perileri uçmuştur.”

"Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın" için, Selim İleri’nin geçmişe saygı romanı diyebilir miyiz?

Elbette öyle!

Not: Bu yazı Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

15 Mart 2023 Çarşamba

Resim Neyi Anlatır?

Mesele yalnızca tercih meselesiyle, “amatör-profesyonel” olmayı tercih ederdim. Saf ve Düşünceli Romancı’yı (O.Pamuk) okuduğum günlerde, o soruyu, ben de sormuştum kendime: “Saf” mı yoksa “düşünceli” bir okur muyum?

Her iki durumdan da kendime paylar çıkardım, kuşkusuz… Ama resme, hâlâ “masum” bir gözle bakıyorum; kotarabildiğim bu, oysa kitaptaki resimler sizden oldukça “bilen” göz olmanızı istiyor.

Durmuş Akbulut’un ilk kitabı Resim Neyi Anlatır?”da oldukça yalın bir sunum göze çarpıyor. Bu, iyi! Benim gibi “saf” okurluğu ağır basan biri için, bulunmaz bir fırsat. “Masum” bir gözle izledim sayfaları, diyebilirim. Gelgelelim, merakımın körüklediği o bitimsiz arayış benden yeni keşifler yapmamı istiyordu. Bu yüzden belki Durmuş Akbulut’un kendi izlenimlerinin ağır bastığı resim okumasının da dışına çıktım. Hemen yanlış anlaşılmayı önlemek adına şu notu da iletmek isterim: Resim Neyi Anlatır?”daki çözümlemeler, okurunu, “bilen göz olmaya davet ediyor.

Bir resme bakmak, başka bir resme bakmakla açımlanıyor. Kitap boyunca hep bunu düşündüm durdum: Bilen göz!

Johannes Vermeer’in “Gökbilimci” tablosu ile “Coğrafyacı” tablosunu, Rembrandt’ın “Doktor Faust”uyla çarpıştırmak gerekiyor örneğin. Akbulut, yorumladığı ressamların tablolarını böylesi resimler arası okumayla sunmuş okuruna. Bu ilk kitap, çekiciliğini buradan alıyor, sanıyorum.

Milli Saraylar’da İbrahim Çallı ile karşı karşıya geldiğim anı hiç unutmam: Yıllardır geçerli ve de haklı sebeplerden ötürü-gözümde büyüttüğüm bu ressamın, natürmortlarına büyük bir hazla, dakikalarca bakakaldığımı bilirim. Yalnız, İbrahim Çallı (natürmortlarıyla), bende, resimler arası bir çağrışım yapmamıştı doğrusu. (Bir Çallı çözümlemesi okumanın vakti gelmiş olmalı!)

Misal: Kitap bende William Bouguereau’nun “Venüs’ün Doğuşu” adlı tablosundan, Boticelli’nin “Venüs”üne ve mitolojinin dehlizlerine uzun ince bir çağrışıma yol açtı.

Akbulut’un göndermeleri kitabı “okunur kılıyor”a getirmeye çalışıyorum sözü.

Burada hatırlatmak isterim: Durmuş Akbulut, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş, sinema eğitimi almış. Bu ilk eserine de yansıdığı görünüyor. Öyle ki, kaynaklarını özenle kitabın arkasına istiflemiş; bir “sinematografik” okumaya yer açmış.

İncelemelerini okurken, çözümlediği tabloya bir defa bakmanız yeterli. Yazdığı kısa metinleri okuyarak, çözümlediği tabloları gözünüzde canlandırabilmeniz mümkün.

Ben kitabı okuyup bitirdiğimde, başa döndüm tekrar ve yine yeni yenidenbu defa yalnızca tablolara bakarak-kat ettim: Durmuş Akbulut’un çözümlemeleri zihnimde dans ediyorlardı.

Kitaptaki yorumları da görseller eşliğinde başarılı buldum. Ama yeterli derecede aydınlanamıyor izleyici-okur.

Daha çok kitaptaki kısa yorumlar ve resimlerle yetiniyorsunuz.

Bu yüzden yeni keşiflere de açılmalı!

Not: Bu yazı, Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.