27 Nisan 2020 Pazartesi

Okumak ve Yazmak Üzerine Çiziktirmeler

 “Ama okudum” diyor Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz adlı kitabının ilk denemesi olan Ne Kitaplı Ne Kitapsız’da: ”Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya.” Sonra okumakla geçen onca zaman içinde soruyor: ”Hangi yazar -okumayı yaşamının bir parçası saymışsa-kitap üzerine, kitaplarla ilişkileri üzerine bir şeyler yazmamış?
Öyleyse okumak, zaman içinde yazmayı da beraberinde getiriyor bazı okurlar için. Çok farklı etki alanları bu eyleme yöneltmiş de olabilir kişiyi. Yaşamın acımasızlığı, Monteigne’den günümüze, birçok nitelikli yazarı, okuma odasına yöneltiyor.
Peki yazmak?
Selim İleri’nin Yağmur Akşamları adlı hikâyesinde Lâle Dilek karakteri şöyle cevap veriyor, yazmakla ilgili bir soruya: ”Yazmak zorundayım, yazmam gerek. Dergilerde yayımlansın, kitap olarak basılsın diye değil. Okurlar için değil. Okuyanlar beğensinler diye değil. Yaşam bana saçma geliyor. Başkalarının, herkesin yaşamında anlamsızlıktan başka bir şey göremiyorum. Bu saçmalıktan, bu anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.”
Yazmak da yazarların tutunduğu bir sığınak âdeta.
Orhan Pamuk da Nobel konuşmasında ilgi çekici bir söylem içinde: “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum.”
Okuya-yazmak, geçilmesi güç bir engeldir. Fakat yazmakla da, okumakla da bitmiyor. Bilge Karasu, “Her yazı ulaşılması çok güç bir karşı yaka gibi görünür bana” derken, okumak için de bir ipucu gönderiyor okuruna. Okumak da olsa olsa bir yazının bittiği yerde başlamıyor mu?
Metni anlamlandırma çabası, derinlemesine bir imgelem gücü, paralel, çoğul, dikey ya da yatay okuma. Her halükarda kocaman bir hiç. Evrendeki bilgimiz bir ‘hiç’ kadar az. Sınırlı varlıklarız biz insanlar. Okumak ve yazmak evreni anlamamız için bazı eylemlerimizden yalnızca ikisi.
Bir de, Alberto Manguel’in “okumak sohbet etmektir” diyerek, Türklerde kullanılan “muhabbet” sözcüğünü irdelemesi vardı Okuma Günlüğü adlı kitabında. Muhabbet etmek bazı kapıları aralayabiliyor bize. Bir soru: Yazmak ve okumak eyleminin, muhabbet etmekten ne farkı olabilir? Kimi mektup yazarak, kimi denemeler yazarak, kimi hikâye yazarak, kimi şiir ve romanlar yazarak vesaire.

Enis Batur Ölesiye Sanat (yeni faltaşları) adlı kitabının “audiographie” adlı denemesinde, deneme başlığından da anlaşılacağı üzre, yeni bir sözcüğe rastladığını söylüyor. Bir açıklama: “Audiographie”, konuşmayla yazı’yı buluşturan bileşik kelime, söz yoluyla ifade edilmiş olanın yazıya aktarılmasını karşılamak amacıyla t/üretilmiş.”

Okumak ve yazmak!
Okurlarda da, yazarlarda da bir konuşma hâlinden söz etmek mümkün öyleyse. Her okur okuduğu metinle bir konuşma hâli yaşıyor, her yazar da yazma eylemi sırasında muhabbet ediyor, hesaplaşmaya çalıştığı kendi metniyle.  Buradan da Bilge Karasu’nun Ne Kitaplı Ne Kitapsız adlı denemesinde bahsini geçtiği, “okuma”nın bir süre sonra “yazma” eylemiyle tamamlandığını kafamızda oturtabiliyoruz. Kim bilir, belki de, sürekli muhabbet ediyor, konuşuyor/tartışıyoruz. Hiç şüphesiz, zamanla bir uslûp durumuna geçiyoruz, okuyarak-yazarak. Adalet Hanım (Ağaoğlu) gibi, “iyi bir okur olmayı öğrenmek için yazıyor”, Salâh Bey (Birsel) gibi “yazarak ölüyoruz”.
Okumak ve yazmak nedir başka?
Not: Bu yazım Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder