Çocukluğumdaki, o,
hiç gör(e)mediğim yılana vurulmuştum.
Her sabah aynı
saatte (beş civarı), bahçeye açılan evimizin önünden geçer, bir tasın içine
konulmuş sütten birkaç yudum içer, yoluna devam ederdi. Kimseler kafasını
ezmeye çalışmazdı.
Dedemin anlatılarında o’nu hep böyle düşlemiştim.
Yılanlarla aramda
-çocukluğumdan bu yana- tuhaf bir duyarlık oluşmuş ki, hiç unutamamışım bu
dedemin söylencesini.
Belki de bu yüzden “Kutsal Kitaplar”da geçen “yılan” hikâyelerine karşı hep korumacı bir tavır aldım.
Neydi bu korumacılık?!
Bu denli irkiltici bir sürüngene karşı, nasıl bir sevecenlik beslemiştim?
Belki de bu yüzden “Kutsal Kitaplar”da geçen “yılan” hikâyelerine karşı hep korumacı bir tavır aldım.
Neydi bu korumacılık?!
Bu denli irkiltici bir sürüngene karşı, nasıl bir sevecenlik beslemiştim?
Yaşadığım Çengelköy, o zamanlar daha yeşildi. Şimdi sırtlardaki o eski yeşillik, yerini betonarmelere bıraktı.
Daha sonraki
seneler, ailem ve ben, şehir merkezlerinde, yüksek yüksek binalarda, apartman
dairelerinde, sitelerde ikâmet ettik. Bir dönemse, yine, yüksek bir binada,
sevgilimle birlikte yaşamıştım.
Sanıyorum ilk, orada, sevgilimle yaşadığım zamanlarda değişimin farkına vardım.
Sanıyorum ilk, orada, sevgilimle yaşadığım zamanlarda değişimin farkına vardım.
Orası ‘yeni bir
dünya’ idi.
İstanbul
merkezinden uzakta, yeni yeni yerleşim yerleri, binalar; geniş siteler
oluşuyordu. Burada azınlık bir köy vardı. Çocukluğumu en çok burada
anımsamıştım.
Uçsuz bucaksız
araziler, köy yerleri, küçük kasaba denilecek uslûpta yapılar, eski
gecekondular yavaş yavaş gözlerimin önünde eriyor, yerlerini; binalara, lüks
sitelere bırakıyorlardı. Bu, neredeyse iki yıl gibi kısa bir süre zarfında
oluvermişti.
Her şey hızla değişiyordu.
Değişimi hiç bu kadar yakından izleme şansı bulmamıştım hayatımda.
Gün gün tanık oluyordum.
Her şey hızla değişiyordu.
Değişimi hiç bu kadar yakından izleme şansı bulmamıştım hayatımda.
Gün gün tanık oluyordum.
Örneğin,
oturduğumuz sitenin karşısında uçsuz bucaksız bir arazi; uzakta köy yerleri
seçilebiliyordu. Sonra…
Sanki her şey bir gece içinde olup bitmişti. Manzaramız, büyük binalara bakıyor, geniş siteler göz alıyordu. Daha önceki doğayla iç içe olan manzaramız, gözümüzün önünden kayıp kayıp yitiyor, kayboluyordu.
Sanki her şey bir gece içinde olup bitmişti. Manzaramız, büyük binalara bakıyor, geniş siteler göz alıyordu. Daha önceki doğayla iç içe olan manzaramız, gözümüzün önünden kayıp kayıp yitiyor, kayboluyordu.
Yine bir sabah,
sitenin önünden geçen patikaya asfalt çekilmiş, bu bizi çok sevindirmişti. Toz
toprak camlarımızı kirletmeyecekti artık. Birden bire oluvermişti.
Sonraki günlerde o
asfaltın üzerinde, zaman zaman yılan ölülerine rastlıyorduk. Tuhaf bir çocukluk
sevinciyle; sevgilime, yılanlarla ilgili neşeli hikâyeler anlatıyordum. O
yılan/lar, sıcağı bulunca karşıdan karşıya geçmek isterken ezilmişti. Garip bir
duygusallık alıyordu beni. Çocukluğumdaki, hiç tanık ol(a)madığım, dedemin
anlattığı o yılanın, bir kaptan süt içmesi geliyordu aklıma.
Her şey değişiyordu demek.
…
Bu kadar laf salatası yapmamın sebebi galiba Mehmet Kütükçüoğlu’nun yazısı.
Ağustos ayında
Atlas Dergisi’nde, Mehmet Kütükçüoğlu’nun makalesi oldukça çarptı beni. Yazı
başlığı: “Kentsel Dönüşüm”
Bir girizgâh:”Ev,
toplu konut derken barınma kültürümüze bir yenisi eklendi: Rezidans!”
Dünya değişiyor.
Bunu kabul etmemek mümkün değil. Bu değişimle birlikte birçok alışkanlıklarımız da tarihin arkasında kalıyor. Her şey insan için, bunu anlayabiliyorum. O bahçeli evimizden sonra, yukarıda söylediğim gibi, oturduğumuz hemen hemen bütün evlerimiz; büyük binalarda, devasa yapılardaydı.
Âdeta “Babil Kulesi” uslûbunda barınma olanakları.
Artık göğe
erişmiştik. Biz, çekirdek ailemiz!
Ve sevgilim!
Ve sevgilim!
Tevrat’ta “Babil
Kulesi” adlı bölümde, “göklere erişecek bir kule dikip ün
salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” ifadesi bu durumu mu
açıklıyordu?
Evet, ün salalım, zengin olalım... Bunu anlamamak mümkün değil elbette. İnsanî ihtiyaçlar! Sınır tanımıyor. Kaçınılmazı kabullenmek de bir seçim. Değişen/dönüşen dünyaya ayak uydurmak hepimizin hakkı.
Evet, ün salalım, zengin olalım... Bunu anlamamak mümkün değil elbette. İnsanî ihtiyaçlar! Sınır tanımıyor. Kaçınılmazı kabullenmek de bir seçim. Değişen/dönüşen dünyaya ayak uydurmak hepimizin hakkı.
Benim anlamadığım
şey, yukarıda yazdığım;“her şey insan için” yorumuyla birlikte;“neden
her şey insan merkezli ?” sorusunu da kendimize sormadığımızdır.
Hâlbuki gelişen
mimarîyle birlikte birçok şey de mümkün.
Nedense içimde hep
eskiye bir özlem. Bütün ölçülü okumalarıma rağmen, mâzi gönlümde bir yara.
Bir örnek: Bugüne
kadar ikâmet ettiğim bütün sitelerde, dikkat ettiğim bir şey de, ‘kedi
evleri’nin eksik oluşuydu. Koca koca binaları, rezidansları; modern bir
site içine yetenekli mimarlarla konumlandırabiliyoruz da, bu küçük ama bir o
kadar da önemli ayrıntıyı; “kedi evi”ni, neden kaçırıyoruz gözlerden?
Yeni oluşan
yapılarımız içinde bu hayvanlar kendilerine yuva arıyorlar. Site içinde
yavruluyor, yeni yaşam alanları açıyorlar kendilerine, biz insanlar gibi…
Fakat biz, temiz sitelerimiz kirlenmesinler diye, her sabah birkaç hayvanseverin kıyıya köşeye bıraktıkları kedi mamalarını -çevre temizliğine ne kadar önem verdiğimizin altını çizerek- birbirimize hatırlatarak uyarıyoruz.
Bu tuhaf bir kast sistemiyle süregeliyor: Kapıcısı, güvenlikçisi, görevli çalışanı, yöneticisi, en üst konumda idare amirleri bu konularda hemfikir.
Büyük bir şirket gibi işliyor artık barındığımız yerler.
Fakat biz, temiz sitelerimiz kirlenmesinler diye, her sabah birkaç hayvanseverin kıyıya köşeye bıraktıkları kedi mamalarını -çevre temizliğine ne kadar önem verdiğimizin altını çizerek- birbirimize hatırlatarak uyarıyoruz.
Bu tuhaf bir kast sistemiyle süregeliyor: Kapıcısı, güvenlikçisi, görevli çalışanı, yöneticisi, en üst konumda idare amirleri bu konularda hemfikir.
Büyük bir şirket gibi işliyor artık barındığımız yerler.
Bu hayvanlar için
hiçbir şey yapılamıyor.
Bazı belediyelerin “Kedi Evleri” projelerini elbette unutmuş değilim. Benim burada sözünü ettiğim durum, geleneksel mimarîmizle birlikte bir bilincin oluşması.
Bazı belediyelerin “Kedi Evleri” projelerini elbette unutmuş değilim. Benim burada sözünü ettiğim durum, geleneksel mimarîmizle birlikte bir bilincin oluşması.
Bu anlamda,
geçmişimizden de örnekler alıp, bazı şeyleri geleceğe taşımamız gerektiğini
düşünmeden edemiyorum.
Kültürel, mimarî
sürekliliği gününüzde görmek zor da olsa -çok bilinen- geçmiş mimarî
anlayışımız hakkında bir örnekten söz açmak isterim:
Selim İleri, “İstanbul
Yalnızlığı” adlı kitabında meşhur “Kuş Evleri”nden bahseder:“Unutulan
Kuşevleri” der yazar. Hakikaten günümüzde unutulmuş bir geleneksel
mimarîdir. İleri, ressam-yazar Malik Aksel’in konu hakkında bir sözünü
nakleder:
“Türk
sanatının bir özelliği de dağ gibi büyük eserler yanında gözle görülemeyecek
küçük eserlerin bulunuşudur. Bir pirinç tanesi üzerinde ‘Euzubesmele’ yazmak ne
ise, dev eserlerin duvarları üzerine bir karış büyüklüğünde kapıları
pencereleri, kafesleri, şehnişleri ile birlikte kuşevleri, kuş köşkleri yapmak
da böyledir.”
Böyle doğayla
uyumlu mimarî geleneğimizi geleceğe aktarmak konusunda yetersiz kalmışa
benziyoruz.
Koca koca sitelerde
bir avuç kedi komşularımıza barınak yapmak aklımızdan geçmiyor.
Atlas Dergisi’nin “Kentsel Dönüşüm”(Ağustos 2013) adlı sayısında, Mehmet Kütükçüoğlu, yazısını bitirirken ilginç bir saptamada bulunuyor: “Sadece başınızı sokacak bir delik değil satılan; statü ve ayrıcalık daha çok. Her şeyin bir fazlası derken, o asgari ihtiyacın karşılığı bulunamıyor. En çok olmaya çalışırken, hiçbir şey olmama durumu.”
Dünyada, biz
insanlar, yalnız değiliz. Başka canlı komşularımız var.
Bir rezidansın camekânına yansıyan gecekondular, kırsal alanlar gibi, doğal yaşam da peşimizi insanlık var oldukça bırakmayacak.
En çok olmak uğruna kapıldığımız dünya hayatında, kenar mahallelerdeki yaşam alanlarına saygılı olmak, doğal yaşama karşı da bir duyarlılık oluşturmak zorundayız.
Bir rezidansın camekânına yansıyan gecekondular, kırsal alanlar gibi, doğal yaşam da peşimizi insanlık var oldukça bırakmayacak.
En çok olmak uğruna kapıldığımız dünya hayatında, kenar mahallelerdeki yaşam alanlarına saygılı olmak, doğal yaşama karşı da bir duyarlılık oluşturmak zorundayız.
Bu duyarlılık
oluşturulamaz ise, gelişen dünyada, göğe doğru yükselen barınaklarımızda,
‘klostrofobik’ yalnızlığımız bizi günden güne çıkmaza sokacaktır.
Not: Bu yazım Ayna-İnsan Dergisi'nde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder