16 Haziran 2020 Salı

Ebedî Mimarî Sergüzeştimiz



Çocukluğumdaki, o, hiç gör(e)mediğim yılana vurulmuştum.

Her sabah aynı saatte (beş civarı), bahçeye açılan evimizin önünden geçer, bir tasın içine konulmuş sütten birkaç yudum içer, yoluna devam ederdi. Kimseler kafasını ezmeye çalışmazdı.

Dedemin anlatılarında o’nu hep böyle düşlemiştim.

Yılanlarla aramda -çocukluğumdan bu yana- tuhaf bir duyarlık oluşmuş ki, hiç unutamamışım bu dedemin söylencesini.

Belki de bu yüzden “Kutsal Kitaplar”da geçen “yılan” hikâyelerine karşı hep korumacı bir tavır aldım.

Neydi bu korumacılık?!

Bu denli irkiltici bir sürüngene karşı, nasıl bir sevecenlik beslemiştim?

Yaşadığım Çengelköy, o zamanlar daha yeşildi. Şimdi sırtlardaki o eski yeşillik, yerini betonarmelere bıraktı.

Daha sonraki seneler, ailem ve ben, şehir merkezlerinde, yüksek yüksek binalarda, apartman dairelerinde, sitelerde ikâmet ettik. Bir dönemse, yine, yüksek bir binada, sevgilimle birlikte yaşamıştım.

Sanıyorum ilk, orada, sevgilimle yaşadığım zamanlarda değişimin farkına vardım.
Orası ‘yeni bir dünya’ idi.

İstanbul merkezinden uzakta, yeni yeni yerleşim yerleri, binalar; geniş siteler oluşuyordu. Burada azınlık bir köy vardı. Çocukluğumu en çok burada anımsamıştım.

Uçsuz bucaksız araziler, köy yerleri, küçük kasaba denilecek uslûpta yapılar, eski gecekondular yavaş yavaş gözlerimin önünde eriyor, yerlerini; binalara, lüks sitelere bırakıyorlardı. Bu, neredeyse iki yıl gibi kısa bir süre zarfında oluvermişti.

Her şey hızla değişiyordu.

Değişimi hiç bu kadar yakından izleme şansı bulmamıştım hayatımda.

Gün gün tanık oluyordum.

Örneğin, oturduğumuz sitenin karşısında uçsuz bucaksız bir arazi; uzakta köy yerleri seçilebiliyordu. Sonra…

Sanki her şey bir gece içinde olup bitmişti. Manzaramız, büyük binalara bakıyor, geniş siteler göz alıyordu. Daha önceki doğayla iç içe olan manzaramız, gözümüzün önünden kayıp kayıp yitiyor, kayboluyordu.

Yine bir sabah, sitenin önünden geçen patikaya asfalt çekilmiş, bu bizi çok sevindirmişti. Toz toprak camlarımızı kirletmeyecekti artık. Birden bire oluvermişti.

Sonraki günlerde o asfaltın üzerinde, zaman zaman yılan ölülerine rastlıyorduk. Tuhaf bir çocukluk sevinciyle; sevgilime, yılanlarla ilgili neşeli hikâyeler anlatıyordum. O yılan/lar, sıcağı bulunca karşıdan karşıya geçmek isterken ezilmişti. Garip bir duygusallık alıyordu beni. Çocukluğumdaki, hiç tanık ol(a)madığım, dedemin anlattığı o yılanın, bir kaptan süt içmesi geliyordu aklıma.

Her şey değişiyordu demek.



Bu kadar laf salatası yapmamın sebebi galiba Mehmet Kütükçüoğlu’nun yazısı.
Ağustos ayında Atlas Dergisi’nde, Mehmet Kütükçüoğlu’nun makalesi oldukça çarptı beni. Yazı başlığı: “Kentsel Dönüşüm”

Bir girizgâh:”Ev, toplu konut derken barınma kültürümüze bir yenisi eklendi: Rezidans!”

Dünya değişiyor.

Bunu kabul etmemek mümkün değil. Bu değişimle birlikte birçok alışkanlıklarımız da tarihin arkasında kalıyor. Her şey insan için, bunu anlayabiliyorum. O bahçeli evimizden sonra, yukarıda söylediğim gibi, oturduğumuz hemen hemen bütün evlerimiz; büyük binalarda, devasa yapılardaydı.

Âdeta “Babil Kulesi” uslûbunda barınma olanakları.
Artık göğe erişmiştik. Biz, çekirdek ailemiz!

Ve sevgilim!

Tevrat’ta “Babil Kulesi” adlı bölümde, “göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” ifadesi bu durumu mu açıklıyordu?

Evet, ün salalım, zengin olalım... Bunu anlamamak mümkün değil elbette. İnsanî ihtiyaçlar! Sınır tanımıyor. Kaçınılmazı kabullenmek de bir seçim. Değişen/dönüşen dünyaya ayak uydurmak hepimizin hakkı.

Benim anlamadığım şey, yukarıda yazdığım;“her şey insan için” yorumuyla birlikte;“neden her şey insan merkezli ?” sorusunu da kendimize sormadığımızdır.

Hâlbuki gelişen mimarîyle birlikte birçok şey de mümkün.

Nedense içimde hep eskiye bir özlem. Bütün ölçülü okumalarıma rağmen, mâzi gönlümde bir yara.

Bir örnek: Bugüne kadar ikâmet ettiğim bütün sitelerde, dikkat ettiğim bir şey de, ‘kedi evleri’nin eksik oluşuydu. Koca koca binaları, rezidansları; modern bir site içine yetenekli mimarlarla konumlandırabiliyoruz da, bu küçük ama bir o kadar da önemli ayrıntıyı; “kedi evi”ni, neden kaçırıyoruz gözlerden?

Yeni oluşan yapılarımız içinde bu hayvanlar kendilerine yuva arıyorlar. Site içinde yavruluyor, yeni yaşam alanları açıyorlar kendilerine, biz insanlar gibi…

Fakat biz, temiz sitelerimiz kirlenmesinler diye, her sabah birkaç hayvanseverin kıyıya köşeye bıraktıkları kedi mamalarını -çevre temizliğine ne kadar önem verdiğimizin altını çizerek- birbirimize hatırlatarak uyarıyoruz.

Bu tuhaf bir kast sistemiyle süregeliyor: Kapıcısı, güvenlikçisi, görevli çalışanı, yöneticisi, en üst konumda idare amirleri bu konularda hemfikir.

Büyük bir şirket gibi işliyor artık barındığımız yerler.

Bu hayvanlar için hiçbir şey yapılamıyor.

Bazı belediyelerin “Kedi Evleri” projelerini elbette unutmuş değilim. Benim burada sözünü ettiğim durum, geleneksel mimarîmizle birlikte bir bilincin oluşması.

Bu anlamda, geçmişimizden de örnekler alıp, bazı şeyleri geleceğe taşımamız gerektiğini düşünmeden edemiyorum.

Kültürel, mimarî sürekliliği gününüzde görmek zor da olsa -çok bilinen- geçmiş mimarî anlayışımız hakkında bir örnekten söz açmak isterim:

Selim İleri, “İstanbul Yalnızlığı” adlı kitabında meşhur “Kuş Evleri”nden bahseder:“Unutulan Kuşevleri” der yazar. Hakikaten günümüzde unutulmuş bir geleneksel mimarîdir. İleri, ressam-yazar Malik Aksel’in konu hakkında bir sözünü nakleder:

“Türk sanatının bir özelliği de dağ gibi büyük eserler yanında gözle görülemeyecek küçük eserlerin bulunuşudur. Bir pirinç tanesi üzerinde ‘Euzubesmele’ yazmak ne ise, dev eserlerin duvarları üzerine bir karış büyüklüğünde kapıları pencereleri, kafesleri, şehnişleri ile birlikte kuşevleri, kuş köşkleri yapmak da böyledir.”

Böyle doğayla uyumlu mimarî geleneğimizi geleceğe aktarmak konusunda yetersiz kalmışa benziyoruz.

Koca koca sitelerde bir avuç kedi komşularımıza barınak yapmak aklımızdan geçmiyor.

Atlas Dergisi’nin “Kentsel Dönüşüm”(Ağustos 2013) adlı sayısında, Mehmet Kütükçüoğlu, yazısını bitirirken ilginç bir saptamada bulunuyor: “Sadece başınızı sokacak bir delik değil satılan; statü ve ayrıcalık daha çok. Her şeyin bir fazlası derken, o asgari ihtiyacın karşılığı bulunamıyor. En çok olmaya çalışırken, hiçbir şey olmama durumu.”

Dünyada, biz insanlar, yalnız değiliz. Başka canlı komşularımız var.

Bir rezidansın camekânına yansıyan gecekondular, kırsal alanlar gibi, doğal yaşam da peşimizi insanlık var oldukça bırakmayacak.

En çok olmak uğruna kapıldığımız dünya hayatında, kenar mahallelerdeki yaşam alanlarına saygılı olmak, doğal yaşama karşı da bir duyarlılık oluşturmak zorundayız.

Bu duyarlılık oluşturulamaz ise, gelişen dünyada, göğe doğru yükselen barınaklarımızda, ‘klostrofobik’ yalnızlığımız bizi günden güne çıkmaza sokacaktır.

Not: Bu yazım Ayna-İnsan Dergisi'nde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder