12 Haziran 2020 Cuma

İlhan Berk Şiiri Üzerine



Turgut Uyar’ın “şiir olmasaydı onu icat ederdi” sözü, Orhan Koçak’ın “ bir anlatı doymazı” olarak nitelediği, Memet Fuat’ın “şiirin kırk türlü yazılacağını göstermiştir” dediği İlhan Berk, şiirimizin uç beyi (Behçet Necatigil’in değimiyle) “dokunduğu Şiir” (Mehmet Fuat’ın sözü) olan şair, yazma eylemini bir mutsuzluk olarak görüyor ve âdeta kaçacak yer aradığını şu sözlerle anlatıyor bizlere:

“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz. Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden yazmak eylemimden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.”

İlhan Berk’in Türk şiirine verdiği ilk eserlerinde, işlediği konular dönemin de etkisiyle içe dönük. “Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgârlarından/Hayat soldu bir günün enginlerinde yine./Selâm! Sonsuzların yorgun gönüllerine/Selâm: Güneşi içeren çocukların diyarından!/ (Güneşi Yakanların Selamı,1935) Sonraki yıllarda çıkacak olan (İstanbul,1947)” kitabı kentin yoksul, ağır işlerde çalışan işçilerini, kozmopolit yapısını, mahalle ve sokaklara dağılmış küçük yaşantıların kesitlerini, biraz da muhalif olan bir dil ile anlatmayı tercih etmiştir. İstanbul adlı şiirin giriş bölümü etkileyicidir: “İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul'dasın/Yağmur altında bir adam sallanır durur sehpada/Bir damla mavi gök gölgesi gözlerinin üzerindedir/Karnını taşlara vermiş biri yatar camilerin önünde/Denize ve ağaçlara karşı/Bir bahriyeli bu şehrin parkında gördüğü rüyalardan utanıp kaçtı/  Şiir şu dizelerle de küçük insanı anlatmaya devam eder “Köprübaşında yağlı ekmeklerini camekâna sıralayan/İhtiyar satıcı memnun/Kocaman gemi direkleriyle dolu gökyüzü için şiirler yazıldı/ Şiirde geçen şu bölüm de ise, aynı zamanda şiirin son sahnesi, şehrin acımasızlığına bir isyan değil de nedir? :“İki yanından uzamış saçlarıyla/Sevdiği kadından, vatandan, harplerden kaçmış/Bir takım insanlar geçer/Dünyayı ve insanları görmeye çıkmışlardır/Elleri arkasında bir adam köprünün/ortasında durur/Nereye baktığı belli olmaz/Ben gökyüzünü, parkı, beyaz sarayları seyrettiğimi söyleyebilirim/Bu şehir aşktan değil, şehvetten düşüp gebermeye hazır/Genç orospular, ölü padişahlar, hastalar şehri/Rezil İstanbul.

Aynı kitapta ‘1918’ adlı şiirinde  “ Ben dünyaya bir idare lambası altında geldim./Yeryüzü Birinci Dünya Savaşını yaşıyordu/Başımın üstünde mendil boyunda bulutlar vardı.” dizeleri doğduğu yıl olan 1918’in genel görünümü ile savaşın eleştirisini yapmıyor mu?  Yine aynı şiirde geçen şu dizeler insanın toplumsal olaylar karşısındaki çaresizliğine işaret etmiyor mu? : “O çadır çadır insanları askerleri esirleri/Arkalarında bir gömlekle kaçan halkımızı/İlk topu ilk tayyareyi gördüm./Anam kardeşim ve ben ayaktaydık/Kapanık dükkânlarıyla çarşılarımıza yağmur yağıyordu./

İstanbul kitabında son olarak şu örneği de vermek istiyorum: “Dünyada En Güzel Şehirler Uyanır” adlı şiirinde geçen bir bölüm: “ Bütün yataklarından doğrudan insanlar aşkı ve Allah’ı düşünmez olurlar/ Burada savaşın getirdiği bir kaygı mı söz konusu ?

Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) kitaplarında da bu gibi söylemlerin devam ettiğini görmek mümkünse de, her şiirde giderek uçlarda durma merakı da, şairin kendi vatanı ve dünya üzerinden kurduğu şiirinde, “bakışın tarihini” de aralar, sizin için geldim der dünyaya, şu bildiğimiz karıncalara, hanımellerine (Günaydın Yeryüzü)  Bu vesileyle, ağaçlar, ısırganotları, danaburunları, nehirler, alageyikler, ormanlar, tohumlar, hayvanlar vesaire vesaire… Tabiatı dillendiren söylemleri adeta bir bakışın tarihini bize yansıtır. Şiirimizde bir bakış tarihi açmıştır şu dizelerle:
           
“Korkunç bir şekilde daha çok geceleri büyüyor herhalde/Isırgan otları, danaburunları”
“Hangini aklınıza getirdiniz/Benim bir gün insanlığımı/Bitkilere hayvanlara kadar/Bir gün tutup genişleteceğimi/Bütün bu dünyaya saracağımı sonra da”
“Dün gece, demeli, buradan bir nehir geçmiş”
“Dedim ya şu hepimizin üstündeki/Gökyüzü var bir kere” 
“Bu gökyüzü, aklına esip, biraz daha büyüyeyim deseydi,/Bu çaresiz ağaç/Silinir giderdi”
“Mesela, ovalar daha o gün/Yalnızlıklarını unutuverdiler/Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece/O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu/
“Akşama doğruydu/Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık”
“En başta, başıboş atlar gibiydi nehirler/Bu şiire girmeden önce”
“Gökyüzüne bir bakışı vardı ceylanın/Bütün ömrümce unutmam”
“Bir başına yaşamak, yaşamak değildir/Bilsek nehirler bizden habersiz yaşarlar/Bilseler ki hiç yaşamamışlardır” 
“Bütün gün atlar önde ben arkada İstanbul’u dolaştım.”
“Bir gökyüzü gördüm Bekirkadı Mahallesi civarında/Kim görse aklını oynatırdı”
“Gökyüzünü kimsenin gördüğü yoktu.” 
“ Efendim bir yaprak nasıl dönerse rüzgârda/Öyle yaşadım.”

Türkiye Şarkısı ve Köroğlu kitaplarında ağırlık verdiği yurt ve dünya gerçekleri ile birlikte bakışın tarihini iyice genişletir kanısındayım:

“Sabahın içinde bir Sivas kilimi/Pembe pembe gülüyordu”
“Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da/Kıtlıktan önce.”
“Ben fakir bir milletin dağı/Mümkün olduğu kadar insanlara yakın”
“Bir bulut oynadı yolun ucundan/Ayaklandı yürüyor/
“Bu gökyüzü Sivas’a doğru giderken görülür/Ben hiçbir göğünü kaçırmamışımdır/Daha memleketimin.”
“Karanlıkova’nın üstündeki gökyüzü/Yerinde duramıyordu”
“Buğdayın ayağı yere bir değse/Karanlıkova’yı yeşil edecekti”
“Nehirler vardı/Ovanın karanlığına güler geçerdi”
“Neler çekmiş halkım/Türküler şahit.”
“Bir rüzgâr ilk bakışta belli/Gökyüzünü çocukları büyütmüş” (Köroğlu)
“Kırat’ın önünde ince bir yol/Aydınlık pırıl pırıl”
“Hep o rüzgârdır memleketin bildiği/Bin yıldır.”
“En başta buğdayı nazlı bir çocuk gibi toprak büyütmüştü”
“Güllere baktı/Güller daha açmamıştı”
“Kür Nehrine geyikler iner bu saatte/Daha inmemişti”
“Sabahtı işte bayağı sabahtı/Ayvaz’ıma kelepçe vurulanda”
“Çiçek açmış bir badem ağacının/Bir gökyüzünün, bir gülün/İşi sade güzellikten ibaret”
“Sivas içi ıssızlık/Ağaçları, paşası karanlık/
“Kahve yüklü develer geçti bir yoldan/Boz bir bulut her şeyi sildi.”

Tam da burada, bu örnekler şiir zarif midir,  kaba mıdır, çirkin midir, güzel midir, sorularını aklıma getiriyor. Berk şiirinde insan ağzıyla tanımlananlar, yalnızca yeryüzüne ait sözcükler olurlar. Şiir insan buluşu da olsa, dâhil olduğu yerin sadece görüngü dünyamıza ait bir şey olduğunu düşünmeden duramıyorum bu örnekler sonrasında. Öyleyse Berk şiiri bir ifadenin şaire-okura göre şekil aldığı ara bir yüz diyebilir miyiz? Hoş, şiire genel bakış da bu değil midir ?

Şair olunur, şiir olunamaz! Okur olunur, şiir yine olunamaz. Olunsa dahi "o an" şiir dediğimiz, çoktan ezgilere dökülmüş, yazılmıştır, okunmuştur, vesaire. Şiir ise kim bilir evrenin sonsuzluğunda hangi bahar kuşuna konacaktır. Bizim zarif-kaba dediğimiz, bir kâğıt parçasından ibaret olmadığını söyleyebilir miyiz?

İlhan Berk, yazdığı şiirler hakkında şöyle der; "bir yabancının şiirlerine bakar gibi kendi şiirlerime bakmak ilgilendirdi beni." Bu noktada şunu söylemek yerinde olacaktır. Galile Denizi (1958) ile birlikte İlhan Berk anlamı ikinci plana itmiş, batı şiirinin de etkisiyle yeni şiirin peşine düşmüştür artık. Bu noktada şunu söylemeden geçmeyelim: İlk ürünlerinde sezilen, “geleneğe bağlı” bir şiirin yapısında dize aralıklarında İlhan Berk, şiirini günümüze taşıyacak “im”leri: bahsini geçtiğim Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) kitaplarında bakışın tarihini başlattığı gibi, ilk kitapları olan Güneşi Yakanların Selamı (1935) ve İstanbul (1947)’da da saklı bir evren gibi duran tümceleri gelecekte kuracağı şiirine “im”liyor âdeta.

Birkaç örnek vermek gerekirse: “Minarelerine takılı bulutların sarhoş olduğunu/şairler söylediler.(İstanbul şiirinden) Sonra; “Sualler tanzim edilir yaşamaya ait, sorulmaz.” (İstanbul şiirinden) “Ben yirmi yıl şehirlerin sonsuz uyanışlarını seyrettim" (Dünyada En Güzel Şehirler Uyanır adlı şiirden.)

Galile Denizi’ni takiben, çıkacak olan kitaplar: Çivi Yazısı (1960), Otağ (1961), Mısırkalyoniğne (1962) ile birlikte ve sonraki şiir anlayışlarını bu noktadan sonra bir kronolojiye bağlı kalmadan değerlendirmeye çalışacağım.
           
İlhan Berk şiiri genel görünümde aşk, cinsellik, kadın ve tarih temaları üzerinde görünse de, bu temaları adlandırmaya çalıştığımız, içinde yaşadığımız yeryüzünde sürekli anlamlar arar oluyoruz.  Adlandırılamayan Yoktur'”için İlhan Berk, Deniz Durukan'a verdiği röportajda şöyle diyordu: "bu bir şiir kitabı değildir." Aforizmalarda da bu doğrultuda çıkarımlar yapmak mümkün. Elbette kitabın şiir olmadığı, aforizmalardan oluşan metinler olduğu görülebiliyor. (Aforizmaların şiir olup olmadığı tartışması da ayrı bir yazının konusu olabilir.) İnsanların nesnelere biçtiği anlamlar -ki kaçınılmaz bir gerçek- gezegeninde yaşadığımız yeryüzünde nefes alıyoruz. Her şeye bir anlam yüklüyoruz. Şairlerin de yazdığı şiirlerden bir anlam çıkarma çabası içindeyiz. O zaman da en büyük “anlam” dünyanın kendisi olmalı ki, nesnelere bir anlam yüklemenin anlamsızlığından bahsedelim. "bu bir şiir kitabı değildir." demekle, şiirde anlam aramaktan ısrarla kaçan bir şair, böyle bir demeçle,  kendi kitabına bir anlam yüklemiş olmuyor mu peki?  İlhan Berk’in bu demeci bilerek yaptığını düşünürsek, şiirlerindeki işlediği aşk, cinsellik, kadın, mitoloji, tarih vb. konularını işlerken, şiirlerine anlamlar yüklemiş olacağını da kestirmek zor olmasa gerek. Yani “bu bir şiir kitabı değildir”derken, şair de yazdığı bir kitaba anlam yüklemiş oluyor. Anlamdan kaçamıyor.

Aşk ve Cinsellik

“geçmiş esmerliğim tay soluğuna” (Çivi Yazısı,1960)
“gel uzat ağzını, deltama”(Otağ, 1961)
“ten kaygandır aşkım benim/uzun deli otlar gibidir” (Güzel Irmak,1988)
“oranızı açıyorum. gök/yüzü, ağaçlar gibi kokuyorsunuz/dik bir suru çıkıyoruz. bir attan iniyorum. beyazım. beyazsınız” (Aşıkane,1968)

Örnekleri çoğaltmak mümkün elbet, ama görüldüğü gibi yukarıda aldığım dizelerde aşk ve erotizm “kesinlikle” pornografiye kaçmadan verilmiş. İlhan Berk, insan gövdesini sevisel bir varlık olarak gördüğünü, yapmış olduğu resimlerinden de çıkarmak mümkün. Bu da ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte son tahlilde şunu söylemek yerinde olacaktır: Resimlerinde insan bedenini utançla saklamak yerine, öne çıkarmayı yeğlemiş, gövdenin özgürlüğüne kavuşması gerekliliğine inanan bir şair, şiirinde ise tam tersi, gövdeyi; bir anlamda “şiirdeki anlamı”derinlere gömüyor İlhan Berk.

Deniz Durukan’a verdiği bir röportajda bakın İlhan Berk ne diyor. Kendi ağzından bir cevap aramaya çalışmak faydalı olacak kanısındayım.

“Gövde onanmaktır, öyle vardır. Bu yüzden de bedene dokunan her şey tarihin alanına girer. Dokunman her şeydir. O ölçü de bitimsiz, uçsuz bucaksız, fırtınalı bir yolculuktur. Şu bir gerçek: Beden doğası gereği cinseldir. Bu bilinmedikçe hiçbir yere varılamaz. Korku bedeni hep kapamıştır. Böylece de gövdeyi gizlemiştir. Yok, bile saymıştır.”

Deniz Durukan’a açıklıkla cinselliğe vurgu yapan gövdeyi, İlhan Berk, şiirinde kadın gövdesini: ora, oraların, en sevdiğimiz yerler, önün, görmediğim yerler gibi gerçek anlamı yine derine gömüyor, okuyucunun düşlerini harekete geçiriyor diyebilir miyiz? Bir anlamda da nesneleri kullanarak cinselliğe göndermeler yaptığını da görmek mümkün oluyor bu dizeleri göz önünde bulundurarak.

Görüldüğü üzere İlhan Berk şiiri çok katmanlı, derinlikli, incelemeyi hak eden bir şiirdir. Genel bir tanımlamayla, Türk şiirinin üretken şairlerinden İlhan Berk’in poetikası, sürekli bir değişim üzerine kuruludur. Tüm yeryüzünü yazma istemindeki Berk için, her şiir - kitap yeni bir başlangıçtır. Birçok nesneyi şiirine sokan Berk, şiirin tanımı konusunda kesin duruş edinme kaygısı taşımadığından onu kapalı bir şair olarak nitelemek yerinde olacak kanısındayım.

Not: Ayna İnsan dergisinde yayımlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder