12 Haziran 2020 Cuma

Güneşli Bayır’ı hürriyetime okudum



Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, o meşhûr Hayri İrdal’ını anımsadım: Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu kelimeyi, ne yazık ki, içinde bulunduğumuz çağda da hep siyasi mânâsıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado ne diyordu: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet kelimesini tam mânâsıyla yaşıyoruzdur orada. Serkan Türk’ün Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.

Öte yandan, yayımcının notu yazarın duyarlı kalemine gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her satırı içtenlikle, edebiyat duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Arka kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.” Yayıncının notunu değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine, değil mi?

Evet, “bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.” Yazar böyle söylüyor…

Satır aralarında Erdoğdu hakkında bazı bilgilere ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın şiirsel bir öyküleme yöntemiyle yazılmış olması. Bazı kitapları sırf üslûbu için de okuruz ya, onun gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim açıkçası. Bir Alman atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz kalır. Her edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa keşke.

Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar sonra ben de gitmiştim çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Serkan Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir yaşamı eksiltiyor oluşumuz… Böylece, kitabı okumaya içlenerek başladım.

Yazar, Erdoğdu için, “çocukluğumda benim babamdı” diyor. Bir özdeşlik kurmuş Erdoğdu semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı bu özel durumu farklı şekillerde de olsa, hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır? (Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum “okuma bahçesi”ydi orası. Babaannemin anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar Rıfat Ilgaz düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar sonra, Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…)

Yazar, Erdoğdu’yu babasıyla özdeşleştirmiş, bu ağır bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini ekliyor yazar, içlenerek okudum: “Yaz Ölüleri”

Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir bana. Unutmak, imgelemimde her zaman, “ihanet” sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış, yazmış semtini. Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde, onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden de il il dolaştığını da söylemekten geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk’ü…

Bir şehirden başka bir şehre gitmek, hep bir hüzün verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti gördüğüm için okuyorum Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını, kendi semtinin dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak için de yazıyor âdeta… Öyle ya, yazarın dediği gibi “Karşılaşmak buluşmaktan daha iyidir”

Yazarın, Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu. Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar… Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…

Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğumda “cin hikâyeleri” meşhurdu. Biraz da Murathan Mungan’ın çocukluk anılarını yazdığı Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri. Aynı şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, “zemin” sözcüğünü de hatırlattı. Yaşama tektoniğimiz, bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı topraklara bassa da, birbirilerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları anımsadım. İşte  Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan siyaset. Bu kötü anıları geçelim.

Çikletlerden çıkan araba modelleri, futbolcu resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim çocukken.) Ah, evet lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit, Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…

Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin diyor sanki… Ben harfimi seçtim: (e).“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir yerlerden çıkabilir şimdi de babam”
“güneşli bayır erdoğdu” okunmalı!

Hürriyetimize!
                                   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder