Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, o meşhûr Hayri İrdal’ını anımsadım: Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu kelimeyi, ne yazık ki, içinde bulunduğumuz çağda da hep siyasi mânâsıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado ne diyordu: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet kelimesini tam mânâsıyla yaşıyoruzdur orada. Serkan Türk’ün Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.
Öte yandan, yayımcının notu yazarın duyarlı kalemine
gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her satırı içtenlikle, edebiyat
duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Arka
kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini,
toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme
kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını,
daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.” Yayıncının notunu
değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla
yaklaşır kentine, değil mi?
Evet, “bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.”
Yazar böyle söylüyor…
Satır aralarında Erdoğdu hakkında bazı bilgilere
ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın şiirsel bir öyküleme
yöntemiyle yazılmış olması. Bazı kitapları sırf üslûbu için de okuruz ya, onun
gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim açıkçası. Bir Alman
atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz
kalır. Her edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa
keşke.
Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda
tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar sonra ben de gitmiştim
çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Serkan
Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız
yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir yaşamı eksiltiyor oluşumuz… Böylece,
kitabı okumaya içlenerek başladım.
Yazar, Erdoğdu için, “çocukluğumda benim babamdı”
diyor. Bir özdeşlik kurmuş Erdoğdu semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı
bu özel durumu farklı şekillerde de olsa, hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır?
(Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum “okuma bahçesi”ydi
orası. Babaannemin anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar Rıfat
Ilgaz düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar
sonra, Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…)
Yazar, Erdoğdu’yu babasıyla özdeşleştirmiş, bu ağır
bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini ekliyor yazar,
içlenerek okudum: “Yaz Ölüleri”
Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç
sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir bana. Unutmak,
imgelemimde her zaman, “ihanet” sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış,
yazmış semtini. Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde,
onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden de il il dolaştığını da söylemekten
geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk’ü…
Bir şehirden başka bir şehre gitmek, hep bir hüzün
verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti gördüğüm için okuyorum
Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını,
kendi semtinin dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak
için de yazıyor âdeta… Öyle ya, yazarın dediği gibi “Karşılaşmak buluşmaktan
daha iyidir”
Yazarın, Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu. Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar… Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…
Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğumda
“cin hikâyeleri” meşhurdu. Biraz da Murathan Mungan’ın çocukluk anılarını
yazdığı Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri. Aynı
şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, “zemin” sözcüğünü de hatırlattı.
Yaşama tektoniğimiz, bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı
topraklara bassa da, birbirilerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları anımsadım.
İşte Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen
dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan siyaset. Bu
kötü anıları geçelim.
Çikletlerden çıkan araba modelleri, futbolcu
resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim çocukken.) Ah, evet
lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir
bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat,
Muşmul Temel, Hamsici Hemit, Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…
Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir
Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin diyor sanki… Ben
harfimi seçtim: (e).“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir
yerlerden çıkabilir şimdi de babam”
“güneşli bayır erdoğdu” okunmalı!
Hürriyetimize!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder