25 Ekim 2023 Çarşamba

Yaşamı İzliyor I

 Bir ilkyaz günü
                bir karıncanın
                           kum tepeciği yuvasını
                                           düzene soktuğunu gördüm

10 Ekim 2023

Uçurtma göğü renklere boyuyor
                            çocuğun manzarası işte

10 Ekim 2023

Nedir şu evrenin sonsuzluğu?
                           Değil mi ki bir şiirin bitimsizliği.

26 Ekim 2023

Hem kısa hem uzun "Zaman nedir?", dedi.
                             Usulca cevapladım: Akıyor işte!

26 Ekim 2023

Ölüm'ü sordu bana Zaman.
                      En iyi sen bilirsin, dedim

26 Ekim 2023

Boş kalmaya gör, uğrar hemen, ağrı
                        O an sanki bir yumru oturur kalbe
                                              Nedir?
                                                  İşte yaşamı izler insan
26 Ekim 2023 

5 Mayıs 2023 Cuma

ASPA-HANA ya da Ey Sıkıntı! Şiddetlen, Nasıl Olsa Biteceksin!*


Anneannem Sevim Zakoğlu için…

Her çocuk gibi ben de, çocukluğumda bazı menkıbeler, masallar dinlemiştim büyüklerimden. Fakat bunların farkındalığına varmam çok geç oldu. Örneğin, anneannemin çocukluğumda bana anlattığı birçok menkıbeden biri de şuydu: Hz. Muhammed, namaz kıldığı bir vakit, bir kedinin önünden geçtiğini görür ve namazını bozar. Kediye sevgisini verir.  Seccadesinin üzerinde oturup, eliyle kediyi okşar… Ya da, buna yakın bir anlatıydı.

Kedilerin boynuna doğru akan iz, anneannemin deyişiyle; Hz. Muhammed’in parmak izleriymiş. Bu menkıbeler insanlar arasında birçok şekilde anlatıla gelmiş.

Feyza Zaim’in şiirmasalı “Aspa-Hana”yı ilk okuduğumda şu satırın altını çizmişim:“atalarımın ruhları tarafından/kabileme bir masalcı olarak gönderildim”

İşte o anda masallarla büyüdüğümü hissetmiş (fark etmiş), hatırlamış olmalıyım ki, “masalşiir” yazma gibi bir hevese kapıldım… O yıllara kadar hiç ilgi duymadığım bir türe yönelmiş oldum.

Geçenlerde tekrar okudum Aspa-Hana’yı.  Aspa-Hana, bize uzak değil. Ağır bir dili, girift bir kurgusu olsa da, göndermeleri anlaşılır… Doğal olarak, edebiyat şiir ile masalı birleştiriyorsa bir yerde, bazı değerlendirmeler de öznel kalabiliyor; şiirin kendine göre bir dinamiği, masalın da bir öğretisi olabiliyor bu anlamda…  Her okura da farklı seslenişlerde bulunabiliyor şiirsel masallar.  Bu noktada biz, Şair Alova’nın kitap için yazdığı şu yorumdan bakalım öyleyse, derinlemesine girelim şiir masalın içine:

“İster Maya, İster Hatti, ister Gitano, ister Mohikan olsun, insanın doğasına yabancılaşmadığı, suyla, ateşle, rüzgârla kardeş olduğu: ‘O yalansız duru ilk/’Yitik Evren’e” demiş şair.

Feyza Zaim’in şiir masalı, o yitik, ilk; duru insanlığa bir çağrı: Geriye bir dönüş. Bir soru:

Kozmosta insanın, yalansız; duru zamanları var mıdır; yoksa, bu yitik evrenin ta kendisi midir insanoğlu ?!

İşte tam da burada bir umutla şu dizelerin altını çizmişim:

“Babam hep ellerini kanatmıştı/Ellerinin kanını/taşa, ağaca, demire katmış/kendine yeni eller yaratmıştı./Taştan, demirden, ağaçtan eller…/Keskin, ağır, ince, güçlü eller…”

Hayat, üzerine gidilirse ürker mi, acaba, korkup kaçar mı? Kavgalar, dövüşler, zulümler, soykırımlar sona ererse, yeni eller çıkagelmezler mi, taştan, demirden, ağaçtan eller…

Bir umut elbet bu söylediklerim: Masallarda, şiirlerde yazılıp çizilenler de biraz böyle.

Peki, bir an da olsa bizi “barış”a davet etmezler mi:Bir an da olsa, alıp götürmezler mi, öte diyarlara? Bir an savaşmaktan durup, düşünmeye değmez mi bunun üzerine?

Anneannemin çocukluğumda anlattığı o menkıbe gibi, bir an da olsa şefkatli ellerimizi birbirimize uzatmaya değmez mi?

Zemin sözcüğü önemli burada!

Hepimiz, bütün insanlık, (hatta tüm canlılar) aynı “zemin” üzerinde yaşamaktayız. İnsan bunu fark etmemekte ısrarlı. İşte Aspa-Hana bu yaşadığımız “Zemin”in masalı.

Açıkçası, çocukluğumda dinlediğim masalları, menkıbeleri çok sonraları fark ettiğim gibi, Feyza Zaim’in Aspa-Hana’sının göndermesini de, bu ikinci okumamda fark ettim: Kitapta her sayfadaki, o güzel, eskil resimleri çizen Serap Çota’yı da anmadan geçmeyelim.

Aspa-Hana bize “eskil” bir söylenceden sesleniyor: “Sonra, unuttum her birini./Hepsini bir bir/Aspa-Hana’da hatırladım./Aspa-Hana, kulağıma hiçliğin sırrını fısıldadığında hatırladım. “Tüm seslerin kopup geldiği sessizlik. Tüm seslerin kopup geldiği hiçlik” diye fısıldadı, Aspa-Hana kulağıma, “anam Kapa-Maya.”O yaratıcı, o yoktan var edici rahmin sırrına yeniden erdim./Ve o sırrı kadınımın, Kapa-Maya’nın kulağına fısıldayıverdim.”

Şâirin, Alova’nın seslendiği gibi; biz de seslenelim, o yalansız; duru, ilk; ‘Yitik Evren’e.

Şimdi hatırla:

“Ey sıkıntı, şiddetlen, nasıl olsa biteceksin !”

Alıntı: Hadisi Şerif/Müsned-i Şihâb *

Not: Bu yazım, Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

23 Nisan 2023 Pazar

YALNIZLIK ÜZERİNE BİR DENEME

I

Ev'i tek mesken tutuyorum son yıllarda. Neredeyse on yıldır oda çağırıyor beni. İlkgençlikte kalabalık ve gürültülü İstanbul kentinde o kadar gezmişliğim var ki, şimdi ağır ağır sakinliği çağırıyor bedenim. Kafeler, barlar, tiyatrolar, baleler, konserler, açıkhavada canlı müzikler, şiir festivalleri, edebiyat matineleri, kütüphaneler vesaire. Şimdi daha çok dışarıyı kendi odamdan tanımlamaya çalışıyorum. Bu tanım çabasında bana en çok yardımcı olan nesne ise Kitap. Evet, neredeyse on yıldır bu nesne üzerinden tanımlıyorum dışarıyı. Yalnızlığın başka başka halleri vardır. Benimkisi kalabalık bir yalnızlık: Konular, düşünceler, yazılar, roman karakterleri, şiirler vesaire.

II

Kitaplar üzerinden tanımlıyorum, dedim ya. Bir örnek: Sokağa çıkıp bir kahvehanede oturacağıma, Enis Batur'un nefis Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kahvehaneleri anlatan denemeleriyle haşır-neşir oluyorum. Bir resim sergisini gezmek yerine, Selim İleri'nin o nefis romanı Yaşarken ve Ölürken'nin giriş bölümünü tekrar okuyorum. Bazen de okumama gerek kalmadan hayal ediyorum o resimromanı. Estetiği böyle tecrübe ediyorum. Evet, daha çok ev!

III

Dostlarla da buluşma yerim ev oluyor nicedir. Durumumu kabul eden nice arkadaşım da, benimle bir kafeye gidip kahve içmek yerine, evime kadar gelip, benim kendi elimden pişirdiğim eviş kahveyi içiyorlar. Bu durum bana oldukça konforlu geliyor. Bütün zevklerim ev halinde bütünleniyorlar.

IV

Evde nasıl oyalanıyorum? Bir mottom var: Doğan Hızlan'ın bir denemesinden (ç)alarak söyleyeyim: "İyi bir kitap, güzel bir müzik, nefis bir yemek. Sokağı bahçeyi aramam."diyor DH. Evet, ben de DH gibi sokağı bahçeyi aramıyorum. Yeter ki bu üç şey gerçekleşsin.

Bir de şu nefis şiir beni hayli iyi tanımlamış, Enis Batur'dan okuyorum:

KARAR

Yalnız ömek istiyorum", diyordu,
ardında bıraktığı mektupta. Sanki
yalnız yaşamamış gibi. Ufak bir odası
olurdu taşınılan her evde, kapanırdı
dört duvar arasına saatlarca.Çıkıp
karıştığında ortak düzene, dertop bir
kirpi, kerpetenle söküp almak gerekirdi
kelimelerini. Artık yeni odalar bekliyor
onu, diye geçiriyor içinden ötekisi: Sinsi
bir koridora kapısı açılan beyaz duvarlı
hücresinde, kimya ve ışın, kusmak için
gideceği karanlık bir banyo, arasıra
ateşini yoklamaya gelecek nobran yüzlü
bir hemşire, geceleri çökecek derin
kanlı sessizliği bakalım sevecek mi.

V

Öte taraftan yaşamıyor da, yazıyor-okuyor, dinliyor ve yemek yiyorum sanki. Yaşamak başka bir şey...Çok başka bir şey 'normal' insanlar için. Yaşamak tanımı çıldırtıyor beni. Ben yaşamıyorum ki, okuyor-yazıyorum... Ve yaşamamaktan da memnunum. Yalnızlıksa yalnızlık, yaşamamaksa yaşamamak...Ben böyleyim, ne yapayım...

Not: Kıvılcım Denemeler'den.

ÖLÜM ÜZERİNE BİR DENEME

I

Her geçen salise, saniye, dakika; her geçen saat ve her geçen gün Ölüm'e yaklaşıyor organizma. İnsan sosyal bir hayvan demiş ya filozof, işte hayvan yanımız son süratle Ölüm'e doğru yol alıyor. Peki ruh? Tanımını yapmaya zorlandığımız, fakat üzerine binlerce cilt kitaplar yazılan o bilinmezlik. Sanıyorum, o bahsi okuyarak değil de, yaşayarak göreceğiz. Bir anlamda ölerek.

II

Yıldızlar doğuyor evrenin derinliklerinde, bunları biliyoruz. Astronomi akıl almaz boyutlara ulaştı. Neredeyse her gün yeni bir buluşla karşı karşıya insanlık. Ne diyordum:Ölüm! Ölüm, biz canlılar için olduğu gibi, maddi evren için de geçerli. Dedim ya: Yıldızlar ölüyor. Sonsuz bir yolculukta dağılıp kurulan evren de ölecek.

III

Ya felsefe?! Açıkçası, bilmiyoruz. Hayatta çok şeyi, birçok şeyi bilmiyoruz. Öğrenmeliyiz başka; fakat hakikaten bilmiyoruz. Buna rağmen iddia ediyoruz. Temkinli değiliz biz insanlar çoğunlukla. Ağzımıza gelen ilk cümleyi söyleyiveriyoruz. Tartmadan, kontrol etmeden fikirler ortaya atıyoruz. Öte taraftan, içinde bulunduğumuz evren hakkında bilmediklerimiz bir kenara, Ölüm sonrası olacaklar hakkında da iddialıyız. Bütün kutsal kitaplar dediklerimiz bu iddialarla dolup taşmaz mı?

Ömer Hayyam'ın bir dörtlüğü vardır, nefistir, Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden okumak isterim:

Yaşamın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin
Bugün aklın var birşey bildiğin yok;
Yarın akılsız neyi bileceksin?

IV

Biz yaşamlılar, acıyla anarız Ölüm'ü ekseri. Katlanmak zordur ölümün varlığına. Çünkü her geçen gün aramızdan ayrılır insanlar. Bu bilgiyle dolu olduğumuz için acıyla anarız ölümü. Şimdilerde ölüm haberleri ne kadar da günceldir değil mi? Onunla yaşamayı öğretir teknoloji âdeta bize ve fakat acı ile anarız gene de, dedim ya: Acı bir bilgidir bizim için ölümün varlığını kabul etmek. Kabullenenler vardır kuşkusuz. Kabul etmiş gözükenler daha çoktur ama: Zor imtihandır!

V

Ölüm, imtihan mıdır? Kutsal kitaplar nezdinde öyle. Ama ben bu imtihana yakın durmayanlardanım. Adaletsiz bir evren içinde mavi dünyamız ne acılarla doludur. Düşünecek olursak, bir babun yavru bir ceylanı boğmadan, canlı canlı, parçalayarak yiyor bir görüntüde. Bunun haklı nedenleri üzerinde zoologlar oyalanabilir kuşkusuz. Fakat insanmerkezli bakarsak, evrenin bir adaletinin olmadığını seziyoruz. Adalet olsaydı, dünyamız da olmayacaktı, kim bilir...

Düzensizlik yok mu evrende?

Düzen: Yokevren

Not: Kıvılcım Denemeler'den

31.03.2023

OKUMAK ÜZERİNE BİR DENEME

I

Zaman alır. Öğrenmek uzun sürer. Alışmaya bağlıdır. Alışınca bırakmak zordur. Bırakmak gerekir mi? Bilmem... Her gün yeme-içme gibi yapılan okuma makbul olandır. Çünkü yaşamının parçası olan şey "okumak" seni her geçen gün bir basamak yukarı iter. Öne çıkmak çok gerekli midir? Bilmem... Ama bu işin doğasında vardır. Gelişmek, deriz biz okur'lar buna. Okumak, sizi geliştirir. Peki, hangi konuda? Belli bir konu seçmek uzmanlığı getirebilir. Aksi halde, her önüne geleni okumak, belleği çöplüğe çevirebilir. Bu çöplük içinde aranmak zahmettir. Bir çerçeve oluşturmak çöpbellekte zordur.

II

Okumak, bir uğraşıdır. Çocuklukta kazanılır; ya da kazandırılmalıdır. Özel bir çabaya ihtiyaç duyulur. Okumaya başlarken yalnızsındır; okuma sürerken ne çok kalabalık. Bu tıkış tıkış kalabalık sözcükler zihninde dans ederler; anlamlı şeylere dönüşmek isterler. Anlamaktır amaç. Anlamadan ya da anlayamadan okumak hazindir. Okumak bağ kurmaktır. Bu yüzden anlamlandırmaktır. Eylemin ötesinde gerçekleşmesi gereken şeydir "anlam". Yoksa aski halde okumak nice okumak olur.

III

Pekâla, nasıl okumalı? Kanımca, dikkatle okumalı. Hız'ın içinde kaybolur bilgi. Amaç da o bilgiyi işlemek değil mi? Yavaş ama istikrarlı okumalı. Hızlı okuma zaman zaman tercih edilmeli.

Çok aceleye gelen okumak verimi düşürür. Verimden kasıt, kurulan bağın kalitesidir.

Bağ kurulmayacaksa neden okunur ki!

IV

Yukarıda da söz etmiştim: hedefe yönelik okumak fayda sağlar. Çünkü insan dünya yaşamında her şeyi bilmek zorunda değildir. Bir hedefi olmalıdır okumanın. Ben kendimden söz alırsam, benim okumada hedefim pek de sınırlı değildir. Örnekse, edebiyat, felsefe ve mitoloji ilk dilime gelen alanlardır. Bu konularda iflah olmaz hedonist bir okur olduğumu söylemeliyim. Özel olarak şunu ifade etmeliyim ki, haz duyduğum şeyleri okurum ben. Gelgelelim, çok dallanıp budaklanmak da ruhuma pek aykırı değildir. Bu biraz handikap. Ortaya ölçü koymak en idealidir aslında. O ölçü üzerine gitmek yarar sağlar. Öldürücü vuruş yoktur okumak eyleminde. Sonsuza kadar devam edebilir.

Bir ömrüm var, her konuya salça olmamalıyım; belli ölçülerde tutmalıyım okumak eylemini, değil mi ama... O ölçü, sonuç odaklı olmalı. Öyle olmamalı mı?

V

Sevdiğin bir mesele üzerinde okumak insana haz verir. Araştırmalar bunun göstergesi. Çok hoşlanmadığınız konularda okumak ya da okumak zorunda olduğunuz konularda okumak oldukça sıkıntılı bir süreç.

Belki de okuduğunuz konuyu sevmeye çalışmak...

Okumak, başka?!

Not: Kıvılcım Denemeler'den.

01.04.2023


AŞK ÜZERİNE BİR DENEME

I

Aşk üzerine yazmanın imkansızlığına rağmen ısrarla yelteniyorum: İmkansızdır Aşk. Aşk: İmkânsız. Onda erimek vardır. Yaklaştıkça...Ya da bir olunca kül olmaktır. Aşk, günün sonunda kendinle kalmaktır. Aşk yek diğerini kendine katıp imkânsızlığa yol almaktır. Gelgelelim ademoğlu hep bir eksikle yaklaşır aşka. Aşk. Eksik. Eksik olduğu için tamamlanmak ister kişioğlu.

Sonunda aşk yakar-yıkar-geçer.

II

Peşisıra koşmaktır aşk. Sevgiliyi bulamamaktır her istediğin o ânda...Ağır ağır sirayet edendir zaman zaman. Yıldırım aşkı denilen kavrama rağmen aslında Zaman alır aşk. Zamanla yapılır. Olduğu zaman da yakar aşk.

III

Bitmeye yüz tutan bir aşk kurtarılabilir mi? Kurtarılması zordur. İmkânsız değildir; ama zordur. Sürerken ne çok tahta döşenir değil mi aşk için, ama farkında ama değil... Her şey tastamam olduğunda ise, kendini imha edendir aşk. Tekrar yeltenildiğinde ilişkiye, kırar geçer iki tarafı da. Her hal ve hareketten bir sonuç çıkarmak da kırıcılığı getirmez mi çiftler için? İşte orada savrulmuşluk vardır. Savrulmuş bir ilişki sittin sene düzelemez: Aşk bitmiş dersin ya, değil; Aşk yakmıştır.

IV

Yoktur aşk! Şairin bir dizesinde söylediğidir: "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.*" Onunla birlikte (sevgili) erimektir. Zaman alır ama...eridiğinde kendini yokluğa zerkeder. Sana kalan yıkım...büyük bir yıkımdır geride bıraktığı. Yıkımda enkaz bile yoktur: Molozdur kalan. Ve üzerinde yeller esen bir mekândır orası.

Sana kalandır.

V

Bazen de "ben kendi aşkımdan sorumluyum."dur aşk. Açılamadığında karşındakine, o kendi aşkın seni günden güne eritir. Zamanla hafifler ama...Belki biraz geçer, gelgelelim küçük bir kıvılcım (o âna ait bir anı) seni tekrar alevlendirir. Tam evet oldu derken, yıkıntı çıkagelir. Belki de ağır ağır açılmak aşk'tır.

Kim bilir?

Kim bilebilir? 

*Attilâ İlhan              

Not: Kıvılcım Denemeler'den    

09.04.2023

18 Nisan 2023 Salı

Okumayı Seçtin Ben

 

Geçenlerde “okumak” üzerine konuştuk İskender’le. Okuma’nın halleri konusunda bazı notlar çıkardık. Kitap’ı merkez aldık. Kitap nasıl okunur, diye bir soru salladık birbirimize.

Ne gibi okuma durumları vardır?

Öncelikle, birkaç okuma hâlinden söz etmeliyim: Şöyle bir karıştırıp geçeriz sayfaları, gözümüze çarpan bir paragrafkim bilir özlü bir söz… Bir başka okuma çeşidi, baştan sona, soluksuz bir şekilde -kitabı bitirme uğraşısı hâlinde-, hızlıca okuma eylemi. (Tabii böylesi bir okuma da kitaptan kitaba değişebilir, o ayrı.) Diğer bir okuma çeşidi, ağır ağırsindire sindire okumaktır; not almanız gerekmez. Bir diğeri, notlar alarak ilerlemek ki, bu hallerde okumak”, bir işkenceye dönebiliyor. Bir kitabın neredeyse her sayfasından notlar çıkardığımı bilirim. Kitaplara kıymaktan çekinen okurlar, bu işi bir defter tutarak yaparlar... Başka okuma çeşitlerini, hallerini sizler ekleyiverin.

Bence en yetkin okuma, kitabın bir uzvu, uzantısı sayılageldiği “kalemle birlikte yapılan okuma‘dır. Ben yukarıda saydıklarımın hemen hepsinde okumayı tecrübe ettim. Son yıllar elimde tutuğum kitabın handiyse bir uzvu haline soktuğum kalemimi, kulak arkamdan eksik etmiyorum. Daha verimli bir okuma’ya dönüşüyor böylesi bir durum. Öte taraftan çok başka bir okuma çeşidi daha var: Dinleme!

Dinleyerek de okumuş sayılırız bir kitabı.

Sesli kitaplar günden güne çoğalıyor. Birkaç defa dinlemeye kalktım, olmadı; sıkıldım… Alışmaya da bağlı bir şey… Alışkın değilim böylesi şeylere. Radyo tiyatrosu vardı eskilerde, o devrin de sonuna yetiştiğimden midir, nedir, bir türlü alışkanlık edin(e)memişim. İlle kitabı koklayacağım, ille kitap elimde olacak, sayfalarını karıştıracağım. Hem alışsam bile, seçici olacağım âşikâr; okuyan kişinin diksiyonu beni cezbetmeli.

Ama benim kadar şanslı olmayan nice “okur” yaşamış dünyada, nice zorluklara göğüs germişler, onları düşünmüyor da değilim. Cemil Meriç, “görmek yaşamaktır” demiş. Evet, ben görüyorum ve yaşıyorum… Ya da gördüğümü, yaşadığımı sanıyorum. Cemil Meriçgörmüyordu mesela; otuz sekiz yaşında ebedî bir karanlığa gömülmüştü. Gelgelelim, “görmekten vazgeçmemiş” bir insan olduğunu, yapıtlarında “görmek” mümkün. Hiç kuşku yok ki, okumak için, görmek de gerekmez! Yani bir gözünüzün olması gerekmez.

Cemil Meriç, okumanın en değerli halinin “görmek” olduğunu mu ifade etmek istemiş acaba?

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Hangi hallerde okursak okuyalım, “görmek” asıl sorun. Görebiliyorsak, okumuş sayılırız.

Ellili yaşlarının sonlarından beri kör olan Borges ise, fiziksel bir dünyayla ilgilenmiyormuş; o’nu yalnızca “okuma”larının bir temsili olarak görüyormuş. Alberto Manguel, Borges’in Evinde adlı kitabında bahsini geçiyor:Borges, kendi körlüğünden sık sık ve daha çok yazınsal bir merakla söz edermiş.”

Benim gözlerim görüyor.

“Bütün insanlarda içlerini kemiren bir hastalık, omuzlarında gündelik bir yük, süresi belli bir rahatsızlık vardır: tatminsizlikleri.” demiş C.Pavese Yaşama Uğraşı’nda; Okumak bende, tatminsizliğin getirdiği bir huzursuzluk hâli olsa gerek: Görmek, görmeye çalışmak, kim bilir ?

Benim de bir seçimim söz konusu…

Şöyle toparlayıp, kendimden bahsederek kapatıyorum: Çok okuyunca yazabileceğimi sanmıştım, yanılmışım: Yetenek kısmını atlamış olmalıyım bu işin. Başlarda bir yeti vardı belki ama, köreldikçe köreldi; yitip gitti. Şimdi okumaya hâlâ devam ediyorum: Her gün de böyle yazılar yazmaya çalışıyorum.Yazarlığımı “okumak üzerine” konumlandırıyorum ben. Aslında, bu işin zaman planlaması, disiplin, çok çalışmak (donanımlı olmak gibi) ve sabretmek boyutunu da düşünmedim değil… Düşündüm düşünmesine de, bir türlü senkronizasyonu sağlayamadım. Yetilerimin öne çıktığı zamanlarda miskinlik yaptım sürekli.

Kuşku yok yazmaktan konforlu bir alan “Okumak.”

Git git okumaya âşık oldum ben de! Öyleyse, yazmak, aslında, çok çok mühim bir durum değilmiş benim için.

Başa dönüyorum:

Hangi hallerde okursak okuyalım, görelim yeter ki ! Yazarak göstermek istiyoruz belki ama, en çok okuyarak görüyoruz.

Okumayı seçtim ben.

Not: Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır

11 Nisan 2023 Salı

İKİ KELİME

Yıllar yılı hep odalar yalnızlığın çiftbaşlı kederi:
Bir ben varsa içinde yek diğeri bir başka ben:
Ben odalarda, Öteki kalabalıklara karışan
Nasıl yaşanmalı bir ömür: Kitaplar kitaplar
diyor bir beni, yek diğeri kalabalıklar kalabalıklar
Nasıl okunmalı bir kitap: Dikkatle
Nasıl karışmalı kalabalıklara: Tedirginlikle
Ne vakittir bu iki kelime:
Dikkat ve Tedirginlik arası kaybolan ömür
yavaş yavaş sona doğru yol almakta
"Perde kapanırken" demişti bir şiirinde "sahnede olmalıyım!"
O sahne, bir kitabın bir sayfasında bir epigraf
O sahne, bir kalabalığın bir kuytusunda bir yalnızlık
"İşte öyle bir hayat benimkisi" diyor çıkar çıkmaz evinden
kalabalığa karışıyor sokağından
okuduğu son kitabın
bir sahnesi hâlâ belleğinde.

Not: Düzyazı şiirlerden

11.04.2023


5 Nisan 2023 Çarşamba

Maî ve Siyah

 

Maî ve Siyah’ı okuyunca yirmili yaşlarıma doğru gittim. O zamanlar, yani ilk gençlik diyebileceğim yaşlar… Halid Ziya’nın bedbaht karakteri gibi, henüz yirmi iki yaşımda, yalnız, bir ümidi gerçekleştirmek için… Yazar olmak, herkesçe tanınmak, hayatımı zehirlediğim edebiyat âleminin bir gün yüksek zirvelerine çıkabilmekti hayalim. İtiraf etmeliyim ki, Mai ve Siyah”ın baş kahramanı Ahmet Cemil’i kendimle özdeşleştirmiştim.

Romanı okuyup bitirdikten sonra, üzerine bir de makale okumuştum: (Ahmet Cemil’in İstanbul’u/Selim İleri). Edebiyatımızın çok şey borçlu olduğu yazar Selim İleri de, gençliğinde okuduğu roman için, yazdığı makalesinde; “Roman boyunca kendimi Ahmet Cemil’e benzetmiştim.” diyor.

Ahmet Cemil karakteri, kim bilir kaç kuşak daha, yazar olma hayali taşıyan okuru etkileyecek…

Bu içli romanda öne çıkan konular birtakım karşıtlıklar üzerinden yürüyor.

Romanda eski-yeni edebiyat tartışmaları ve Ahmet Cemil’in düş kırıklıklarını okumak hüzünlendiriyor. Bu yüzden belki dönemler arası anlatım biçimlerimiz değişse de, tartışmalarımız değişmiyor.

Sözgelimi eski kuşak şairlerin tartışmaları günümüze de sirayet etmiş. Şimdilerde de Nazım Hikmet’i, Necip Fazıl’ı, Attilâ İlhan’ı sevenler; İlhan Berk’i, Turgut Uyar’ı, Ece Ayhan’ı, Edip Cansever’i yeni şiire açıldıkları için hoş karşılamıyorlar. Genele vurmuyorum fakat böyle bir algının da olmadığı söylenemez. Dolayısıyla şiirimizde eski-yeni  tartışması hâlâ sürüp gitmekte.

Düşünüyorum da, Halid Ziya Uşaklıgil, dönemin basım-yayın hayatını eleştiren romanında ( Servet-i Fünun’da 1897’de tefrika ettiği Mai ve Siyah) yüz küsur yıl sonra, günümüzün acımasız yayın dünyasına da göndermeler yapmış sanki.

Romanda Ahmet Cemil karakteri yeni şiiri temsil ederken, Raci karakteri eski şiiri temsil etmekte. Romanın merkezini şiir sanatı oluşturuyor, diyebiliriz. Ahmet Cemil’in yazdığı, yazmak istediği şiir!

Evet, istediği şiiri yazmak istiyor Ahmet Cemil…

Bu yazmak istedikleri mai (hayal) ile başlıyor, siyah (gerçek) ile sona eriyor. Çok etkilendiğim bir bölümdür: Yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin köşkünde, uzun seneler yazmış olduğu şiirleri yakıyor Ahmet Cemil. Romanda uzun uzun anlatılıyor bu bölüm. Böylece, Mai ve Siyah, Ahmet Cemil’in yaşadıkları üzerinden, dönemin acımasız basım-yayın hayatını da ağır bir şekilde eleştirmiş oluyor.

Halid Ziya Uşaklıgil’in Kırk Yıl (hatıraları) adlı kitabında Mai ve Siyah için şu satırları okudum:

“Bunu (Mai ve Siyah’ı) başka türlü tasarladım. O zamanın hayatından, idaresinden, memlekette teneffüs edilen zehirle dolu havadan mustarip, hastalıklı bir genç, kısacası devrin bütün hayalperest yeni nesli gibi bir bedbaht tasvir etmek isterdim ki, ruhunun bütün acılarını haykırsın, coşkun bir delilikle çırpınsın ve bütün emelleri parmaklarının arasından kaçan gölgeler gibi silinip uçunca, o da gidip kendisini, ölmek için saklanan bir kuş gibi, karanlık bir köşeye atsın. Bu gençte bir aşk yıldızı, bir sanat hayali olacaktı ve bunların arasında bir sarhoş gibi yıkıla yıkıla, o duvardan bu duvara çarpa çarpa çekilip gidecek, nihayet bir kovukta sinip can verecekti, mavi hayaller içinde yaşamak için yaratılmışken, siyah bir uçuruma yuvarlanacaktı.”

Tam da Halid Ziya’nın hatıralarında tarif ettiği gibi, romanın başında Ahmet Cemil, Mir’at-i Şuûn (Olayların Aynası Gazetesi) yazarları için yapılan bir yemekte hayallere dalar… Ahmet Cemil’in gökyüzüne baktığı bir anda, elmas yağmuru tâbiri zihninden geçer.  Bu elmas yağmuru, Ahmet Cemil’in hayalleridir. Romanın sonunda hayalleri kırılan Ahmet Cemil, annesiyle birlikte uzaklara yolculuk yapar. Yani, ötelere gitmek ister. Bu yolculuk esnasında da, yine karanlık geceye bakan Ahmet Cemil, bu defa siyah inci sözüyle tâbir eder gökyüzünü.

Romanda, Mai (hayal): Ahmet Cemil’in düşleri; siyah (gerçek): düş kırıklıklarıdır.

Elbette Maî ve Siyah bu eksende okunmalıdır.

Not: Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.

29 Mart 2023 Çarşamba

Enis Batur Üzerine

Enis Batur’u, uzun yıllara yayılan “okuma-yazma” tarihimde -sürekli- bana ilhamını aşılayan “velûd” bir yazar olarak im’lemişimdir beynime. Çoğu “okur-yazar” gibi, ben de, Enis Batur’u böyle tanıdım: Doğurganlığıyla.

O’nun zengin kültür birikiminden beslendim, besleniyorum. Yazma tutkusuna her satırda yeniden yeniden âşık oldum, oluyorum. Ben de yazdım, yazıyorum.

Ve doğal olarak, yarattığınız böyle bir imgeyle gezinirken, Enis Batur’un çok yazması hakkında çeşitli söylentilere kulak kesiliyor insan.

Geçenlerde bir Blog yazarı, Batur’un “yazma hızı”nın hesabına girişmiş. Açıkçası, yazmayı kışkırtan bu ‘araştırma’ merak güdümü gıdıkladı. Blogcu’nun tespit edebildiği kadarıyla, Enis Batur’un yüz elli (150) eseri mevcutmuş. Bunlardan yüz yirmi beş(125)inin sayfa adedini dikkate alabilmiş araştırmacı. Benim bildiğim, Batur’un kitaplarının iki yüz(200)’e doğru yol almış olması.

Araştırma, 1952 doğumlu yazarın on sekiz yaşında yazmaya başladığını belirterek, kırk üç yıldır aktif olarak yazdığını ortaya koyuyor. (Sanıyorum, araştırmanın üzerinden epey vakit geçti, yeni bir hesap-kitap tartışması açılmalı şimdi.) Toplamda 28.074 sayfa yazmış Batur ve yazdığı gün sayısı kırk üç(43) yıla tekâbül ediyor. Yâni Enis Batur, 43 yıl boyunca her gün yazı yazmış. Ayrıntıya girmeden sonucu veriyorum: Günlük ortalama sadece 1.78 sayfa yazmış üstad.

Batur’un “Dolmakalem” başlıklı yazısını bir hatırlayalım:

“(…)benim ortalama ritmim günde 2.5 sayfadır, bu ortalamada yol aldığımda yazım değişmez pek, gelgelelim üç-dört haftalık bir “izin” dönemindeysem, tempom üç-dört katına fırlar (Paris’te altı ay kaldığım dönemde günlük ortalamam 7 sayfayı aşmıştı örneğin) elyazım biraz gevşer, yer yer düpedüz çirkinleşir-bir “graphologue” inceleyecek olsaydı, kimbilir hangi sonuçları çıkarırdı.”

Öte taraftan sosyal medyada denk geldiğim bir konuya da yer vermek istiyorum. Enis Batur’un yazdıkları ne kadar şiir, ne kadar deneme, ne kadar roman meselesi. Ben kendimi bu hususta görüş bildirecek kadar yetkin görmüyorum. Ama sosyal medyada birtakım ‘okur’lar görüşlerini çala-kalem yazıyorlar. Kanımca ya hakim olmadığınız konu hakkında yazmamak ya da ille yazılacaksa eleştirel bir yaklaşımla metin üretmek gerekiyor. Diyelim bir yazara, kişisel nedenlerden ötürü bağlanmışsanız, ya da tam tersi bir şekilde hoşnut değilseniz, bu ön yargılarınızı kırmak oldukça zor olabiliyor. Bu noktada, bir okur olarak nitelik meselesini tartışmaya açmak gerek. Amacım burada eleştirel yaklaşımı vurgulamak. Benim zihnimi kurcalayan, eleştiri ortamımızın biraz daha “esnek” çizgiler üzerinden gitmemesi! Katı kuralcılık, önyargı, ister istemez insanın canını sıkıyor-benim gibi dengeyi, ölçülülüğü önemseyen biri için. Öte taraftan, bir yazarı eleştirmek, hatta yazdıklarını yerden yere vurmak eleştiriye dâhildir doğal olarak, bilmiyor değilim.

Türkiye’de eleştiri yalnızca “taraf” olmanın getirdiği birtakım psikolojik yaklaşımlardan ibaret gibi geliyor bana. Bu gibi yaklaşımlar, olsa olsa, tez çürütmenin dışında, sanal bir zafer kazanmanın, daha Türkçesi, günü kurtarmanın uçucu mutluluğudur. Edebiyat yapacaksanız, asıl mutluluk, yazmaktır!

Bir yazarsanız, “yazarlık” iddianız varsa, üstelik Enis Batur gibi yetkin bir edebî kişiliğe karşı eleştiri getirecekseniz/geliştirecekseniz en az Enis Batur kadar bu düşüncelerinizi -eleştirinizi- kaleminizden kâğıdınıza düşürmeyi başarmanız gerekmektedir. Dedikodu işin kolayına kaçmak olacak. Gelgelelim, “haramla beslenen yazarlar” listesi hazırlamak gibi kolaycı yaklaşmak da bir seçenek, seçenekse. İşte şimdi “karalama”yla “eleştiri” arasındaki o kalın, kırmızı çizgiyi burada çekmeli!

Enis Batur -hâlihazırda-  edebiyatımızda, yazıyla sıkı derecede çarpışmayı göze alan/göze alabilen birkaç isimden biri olarak kalmayı sürdürüyor. Her geçen gün yazdığı kitapların sayfa sayısını yükseltmekte yazarımız. Michel Foucault ne mânâda söylemiş, bilemiyorum ama:  ”Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz.” demiş. İyi ki de söylemiş. Enis Batur, tehlikeli sularda dolaşmayı göze almışken, karşı duranlar kalemlerini kullanmaktan aciz mi kalıyorlar, yoksa?

Galiba Türkiye’de manzara bu!

Türkiye’nin tek “velûd yazar” ünvanlı “kalem erbâbı”mızın avukatlığına soyunmak için değil elbette bu söylemlerim; Enis Batur’u daha sıkı okumaya başlayarak, yazılarıyla çarpışmanın tam da sırası diyerek nitelikli edebiyatı tartışmaya açmak.

Siz de açın isterim.

Not: Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

28 Mart 2023 Salı

Bir Şey Var

istediğin vakit silebilirsin

bu yüzden kurşun kalemimle 

öpüyorum yazıyorum sonra

kelimeler canlıdır yaşarlar tek başlarına

yolun uzunsa bir kitap koy çantana

uçtuğunu görürsen bir güvercinin

bir şiir tut kendine

anlaşılır gibi değil bu gök, bu rüzgâr ve bu deniz

acı bir meltem esiyor hüzünlüyüz hepimiz

işte bak bir uçurtma uçuyor orada, uzakta

özgür ol sen de

sakin akşamüstlerinde erkek kalabalığı kahvelerde

belki bir yaz kasabasından kalma atletli adamlar

şimdi hangi uygarlığın beşiğinde

yazıyı ve parayı bulan

bütün ayaklanmalar sabaha karşı mı yapılır?

sabahın güzelliğinde devrim var

sen oradaki halk ol, olur mu?

doğan güneşte bir şey var bir şey bilemiyorum

dünyanın bütün saatlerinde bir şey var bir şey

Turgut Uyar’ın Büyük Saati dâhil bir şey

davasına inanmış terli gençler hani şu kanları kaynayan

ücra bir yerde sıkışan hayatlar

her şeye başlangıçlar gerekiyor her şeye

kara tren uzuyor yol kısalırken ve

gün günden yaş alıyor yaşlı bir çınar unutma

şiirlerde yok belki ama

yazdığım daktiloda, yonttuğum kalemimde, su içtiğim bardağımda

emek var emek var

23 Mayıs 2020


25 Mart 2023 Cumartesi

Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın

 

Bir ırmak roman olan 'geçmiş, bir daha gelmeyecek zamanlar' serisinin ilk romanı Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, “klasik kurgu” beklentisi içinde olmayan okur için, ilk tahlilde lezzetli bir romandır, diyebilirim. Aksi halde, metnin içine girmekte zorlanılacaktır. Okurun dikkatini bu yönde toplamasında fayda olacağı düşüncesindeyim. Kurgudan kasıt ise, klasik roman anlamında giriş- gelişme- sonuç gibi sakin bir giriş, hızlı bir gerilim sonrasında, çözüm beklentisi içinde olunmaması.

Romanın giriş bölümündeki "Albüm" ile birlikte, birer birer her bölümde eski zamana olan "özlem" dile getirilmekte. Son bölüm olan "Peri Sanatı"na gelindiğinde ise, zamanla her şeyin değiştiğini, eskiye bir özlem duyulduğunu ve bu paralellikte,"klasik roman" anlayışının dışında bir kurgunun olduğunu görmek mümkün olacaktır kanaatindeyim. Bu anlamda her ne kadar anlatım açısından, romanın kurgudan bağımsız olarak ilerlediğini hissetsek de, dikkatli bir okur, kurgunun anlatıdan, anlatının kurgudan kopmadığını, ancak romanın sonunda sezinleyebilecektir. "Hepsi yazılıp çizilmiştir?!", ne de olsa…

Hatırlatmakta fayda var: Selim İleri romanlarının öne çıkan genel özelliklerinden bir yanı, zamandizinsel bir sıralamaya uygun bir zaman kurgusu’nun olmamasıdır. Okuyucu, Selim İleri yazımında hem an, hem geçmiş, hem de gelecek zaman dilimlerinde yer yer yolculuğa çıkmaktadır. “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın”da, ben anlatıcının çocukluk anımsamaları, romanda geçen karakterlerin aracılığıyla çağrışımlar, son olarak da hemen her satırda geçmişe duyulan "özlem" dikkat çekmektedir…

Ve bilinç akışı!   

"Albüm" bölümünde (romanın girişi), olağanüstü bir bilinç akışı sezinliyoruz. Bir solukta ilk bölümü okuyup bitirdikten sonra, asıl romanın içine girebiliyoruz. İlk bölüm için şunu söylemek yerinde olur:  Geçmiş zaman objelerinin… Elbiseleri, taşları, renk renk kumaşları vb. onca geçen zamana karşın yeniden zihninizde bir yaşam bulduğunu hissediyorsunuz.  Bir an da olsa, sanki eski taş plak çalmaya başlıyor, okuyucu "geçmiş zaman"a doğru bir zaman makinesinde yolculuğa çıkıyor âdeta. Geçmişe duyarlı bir selâm çakılıyor.

Şunu da belirtelim: Serinin ilk romanı “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” meraklı okur için bazı gizemler taşımakta:

Roman ismini "Mavi Kelebek" tangosundan alıyor. Mavi Kelebek tangosunun bestesi ve güftesi İbrahim Özgür’e ait. Birçok bestecilerin de eserlerini seslendiren İbrahim Özgür’ün Mavi Kelebek tangosu, bu romanla birlikte geçmişin tozlu sayfalarından, has okurla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Araştırmayı seven, nitelikli okur için önemli bir ayrıntı olduğunu söylemeden geçmeyelim: Selim İleri geçmişe saygısını bu şekilde de perçinliyor.

Sözlerden birkaç dize alıntılayalım:

"Olmazdı emellerimin katili kahpe felek/bırakmasaydın beni çapkın yüzlü kelebek/andına bağlansaydın, aşkımı anlasaydın/mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın."

"İlençli Zamana Başlangıç" başlıklı bölüme gelindiğinde ise "Geçmiş Zaman Yazarı"nın hatıraları canlanıyor hayalinizde. Alıntılamadan geçmek istemediğim bölümlerden biri de şöyle devam ediyor:

“Mâzi demek yalnızca bir geçmiş… Sönmüş zaman ifadesinden ibaret değildi. Geçmiş Zaman Yazarı’na göre yaşayan bütün zamanlarımız karışarak, birbirine dolanarak hem mâzimiz oluyor, hem de hatırlanarak yeniden canlandırıldığı için mâzi yaşanan bir zaman oluyordu. Bu yaşanan zamanda çocukluğumuz, yeniyetmeliğimiz, su gibi akmış gençliğimiz… Hayatımızın bütün evreleri, hatıraları birleşiyor ve mâzi düpedüz ömrümüzün zamanı oluyordu.”

On bölümden oluşan romanın ara başlıklarını da sayalım: Albüm, Komşularımızın Semtinde, Kadıköyü’nün Hanımları, Türk Prensesi, Deniz Köpüğü Tüller, İlençli Zamana Başlangıç, İlençli Zaman, Çok Özel Bir Sözlük, Melek Hala, Peri Sanatı.

"Peri Sanatı" ile kapatalım: “Artık neye yarar… hepsi yazılıp çizilmiştir. Hepsinin de perileri uçmuştur.”

"Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın" için, Selim İleri’nin geçmişe saygı romanı diyebilir miyiz?

Elbette öyle!

Not: Bu yazı Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

15 Mart 2023 Çarşamba

Resim Neyi Anlatır?

Mesele yalnızca tercih meselesiyle, “amatör-profesyonel” olmayı tercih ederdim. Saf ve Düşünceli Romancı’yı (O.Pamuk) okuduğum günlerde, o soruyu, ben de sormuştum kendime: “Saf” mı yoksa “düşünceli” bir okur muyum?

Her iki durumdan da kendime paylar çıkardım, kuşkusuz… Ama resme, hâlâ “masum” bir gözle bakıyorum; kotarabildiğim bu, oysa kitaptaki resimler sizden oldukça “bilen” göz olmanızı istiyor.

Durmuş Akbulut’un ilk kitabı Resim Neyi Anlatır?”da oldukça yalın bir sunum göze çarpıyor. Bu, iyi! Benim gibi “saf” okurluğu ağır basan biri için, bulunmaz bir fırsat. “Masum” bir gözle izledim sayfaları, diyebilirim. Gelgelelim, merakımın körüklediği o bitimsiz arayış benden yeni keşifler yapmamı istiyordu. Bu yüzden belki Durmuş Akbulut’un kendi izlenimlerinin ağır bastığı resim okumasının da dışına çıktım. Hemen yanlış anlaşılmayı önlemek adına şu notu da iletmek isterim: Resim Neyi Anlatır?”daki çözümlemeler, okurunu, “bilen göz olmaya davet ediyor.

Bir resme bakmak, başka bir resme bakmakla açımlanıyor. Kitap boyunca hep bunu düşündüm durdum: Bilen göz!

Johannes Vermeer’in “Gökbilimci” tablosu ile “Coğrafyacı” tablosunu, Rembrandt’ın “Doktor Faust”uyla çarpıştırmak gerekiyor örneğin. Akbulut, yorumladığı ressamların tablolarını böylesi resimler arası okumayla sunmuş okuruna. Bu ilk kitap, çekiciliğini buradan alıyor, sanıyorum.

Milli Saraylar’da İbrahim Çallı ile karşı karşıya geldiğim anı hiç unutmam: Yıllardır geçerli ve de haklı sebeplerden ötürü-gözümde büyüttüğüm bu ressamın, natürmortlarına büyük bir hazla, dakikalarca bakakaldığımı bilirim. Yalnız, İbrahim Çallı (natürmortlarıyla), bende, resimler arası bir çağrışım yapmamıştı doğrusu. (Bir Çallı çözümlemesi okumanın vakti gelmiş olmalı!)

Misal: Kitap bende William Bouguereau’nun “Venüs’ün Doğuşu” adlı tablosundan, Boticelli’nin “Venüs”üne ve mitolojinin dehlizlerine uzun ince bir çağrışıma yol açtı.

Akbulut’un göndermeleri kitabı “okunur kılıyor”a getirmeye çalışıyorum sözü.

Burada hatırlatmak isterim: Durmuş Akbulut, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş, sinema eğitimi almış. Bu ilk eserine de yansıdığı görünüyor. Öyle ki, kaynaklarını özenle kitabın arkasına istiflemiş; bir “sinematografik” okumaya yer açmış.

İncelemelerini okurken, çözümlediği tabloya bir defa bakmanız yeterli. Yazdığı kısa metinleri okuyarak, çözümlediği tabloları gözünüzde canlandırabilmeniz mümkün.

Ben kitabı okuyup bitirdiğimde, başa döndüm tekrar ve yine yeni yenidenbu defa yalnızca tablolara bakarak-kat ettim: Durmuş Akbulut’un çözümlemeleri zihnimde dans ediyorlardı.

Kitaptaki yorumları da görseller eşliğinde başarılı buldum. Ama yeterli derecede aydınlanamıyor izleyici-okur.

Daha çok kitaptaki kısa yorumlar ve resimlerle yetiniyorsunuz.

Bu yüzden yeni keşiflere de açılmalı!

Not: Bu yazı, Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

25 Ocak 2023 Çarşamba

GÖKYÜZÜ

 


Bitimsiz kelimesi karşılar mı, göğe baktığımız o ânı?
Küçük bir çocukken uçsuz bucaksız olan gökyüzünün bir yerde bittiğini ve bitimin de, bir duvarla örülü olduğunu düşünürdüm. Oraya ulaşmak ne kadar zaman alırdı? Peki, duvarın arkasında ne vardı?

Not: Kısa denemelerden.

16.04.2022       

KAHVE

 

Ne güzel kokar değil mi? Kokusunu sevmeyen var mıdır? 

Önce bir nefes kokusu içe çekilir. Sonra bir ölçek ile kaç fincan yapılacaksa kararında koyulur cezveye. Soğuk su eklenir ve kısık ateşte kaynamaya bırakılır. Sabırla beklenir. Kahve, başında beklenerek pişirilmesi gerekir. Bir boşlukta aniden taşıverir yoksa. Taşmasına anlar kala cezve, ateşin üzerinden çekilir. Köpüğü alınır. Sonra tekrar ateşe koyulur. Ve tekrar fincanlara taksim edilir. Kokusu yeniden içe çekilir. İlk yudum önemlidir: Üfletilerek içilir, o âyinsi ilk yudum.

Afiyet olsun!

Not: Kısa denemelerden.

12.04.2022