6 Temmuz 2020 Pazartesi

Doğu-Batı Ekseninde Fatih-Harbiye


Selim İleri için…

Fatih-Harbiye’yi ilk okuduğum yıllara geri döndüm. Eseri ikinci defa okuduğumda, sanki bana ilk okuduğumdan farklı bir şeyler söylüyordu. Zannediyorum ki, bu tekrar tekrar okumalar, insanın belleğini hep taze tutuyor. Fatih-Harbiye’yi ortaokul yıllarımda okumuştum.  O yıllar, Doğu kültüründen bir haber yaşar, hep yeniyi arardım. Hâlbuki yeni, eskide gizliydi.

Eserden uzaklaşalı yıllar olmuş.

Romanda Neriman karakterimiz de, Doğu Kültürü’ne ait hemen her şeyden bir uzaklık duyuyor, Batı kültürünün etkilerini üzerinde taşıyan Beyoğlu semtine gezintiler yapıyor, gittikçe çevresi değişiyor… Her fırsatta Fatih’ten bindiği tramvay, onu Batı medeniyetine doğru götürüyor.

Eserin başkarakteri Neriman, okul yıllarında tanıdığı Şinasi’den git git uzaklaşıyor.

Daha sonra bu çevrede tanışacak olduğu Macit ile yakınlıklar kuruyor.

Macit, Neriman’ın nezdinde Batı kültürüyle büyümüş biriydi ve onunla beraber olmaktan mutluluk duyuyordu. Şinasi ise tam tersi, geleneklerine bağlı biri. Neriman’ın babası da kızını kendi kültürüne daha yakın olan Şinasi ile evlenmesini istiyor.

Neriman, Batı kültürü ve medeniyetine ilgisi arttıkça, daha fazla gece gezilerine çıkıyor, eve geç vakitlerde geliyor. Bu yüzden de Beyoğlu semti Neriman’ın yeniye açıldığı ilk kapı oluyor. Hatta Neriman karakterimiz romanın neredeyse başında, şöyle düşünüyor: “Şarklılar kediye, garplılar köpeğe benziyorlar!”

Bu kanıya nasıl varıyor Neriman?

“Kedi yer, içer, yatar, uyur, doğurur; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lâpacı, tembel ve hayalperest mahlûk, çalışmayı hiç sevmez. Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar; birçok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır.”

Satır şöyle devam ediyor:

“Şark ve garbı temsil eden bu iki remiz, Neriman’nın zihninde iki zıt âlemi o kadar müşahhas bir hale getirdi ki epey zamandan beri kendi kendine halletmeğe çalıştığı muammaların birçok anahtarını bulur gibi oluyordu; büyük bir kültürü olmayan Neriman, ancak bu basit remizlerin zıddiyetleri arasında mukayeseler yaparak, kendine göre bazı fikirlere daha sahip olmaya başlamıştı.”

Bir gün Neriman, Macit’ten bir teklif alır. Bir baloya davet eder Macit Neriman’ı. Bu baloya nasıl katılacaktır?  Son günlerde de eve sürekli geç geldiği için Faiz Bey (babası) işkillenmeye başlamıştır. Bu balo daveti üzerine Neriman, evde eskisi gibi taşkınlık yapmamaya, babasının gözüne girmeye çalışır. İlerleyen günlerde Faiz Bey, Neriman’ı Şinasi ile evlendirmek ister. Neriman babasından müddet ister. Birkaç ay müddet. Bu sırada, baloda giyecek elbiseye ihtiyacı vardır. Bunun için dayısının kızlarına başvurur. Dayısının kızları Batı kültürüyle yetişmiş insanlardır. 

Roman Şark-Garp tartışması ekseninde sürüp gider. Edebiyatımızın uzun yıllar tartıştığı bir konudur bu. 

Fatih-Harbiye ve Peyami Safa için şöyle söylemişti Selim İleri: “Muhafazakar Peyami Safa Fatih-Harbiye’de bir taşıt aracının, tramvayın gidiş-geliş levhasından esinlenerek, İstanbul’daki Doğu’yla Batı’yı simgelemektedir. Fatih’te yaşayan Neriman, hayata ilişkin gözlemlerinin ancak Harbiye’de, Garp zevkiyle donanmış yaşama tarzında giderebileceği kanısındadır. Güzellik olarak tanımladığı her şey Harbiye’dir.”

Okul yıllarıma geri dönüyorum. O yıllar, güzellik olarak tanıdığım her şey Batı medeniyetindeydi. Neriman’ın bu iniş çıkışlarını, yeni bir elbise giyme arzusunu şimdi daha iyi anlıyorum.

Batılılaşmayı ve Batılılaşmanın kültürümüze etkilerini anlatan bu iyi romanı has okura salık veriyorum.

Not:Bu yazım Edebiyat Burada adlı kültür-sanat sitesinde yayımlanmıştır.





22 Haziran 2020 Pazartesi

Geçmişin Geleceği/Melih Cevdet Anday



Melih Cevdet Anday’ın Geçmişin Geleceği (Türk.İşb.Yay.,1999), kitap kritiklerinin toplandığı, geçmişi geleceğe bağlayan yazılar toplamı. Şâir yazılarında cinsellikten tarihe, siyasetten mitolojiye, modadan arkeolojiye, günümüze geniş bir köprü kuruyor.

Okumak diyor; “…gitgide güçleşiyor benim için. Okurken aklım o yana bu yana gittiği için; kimi tümceleri, başka başka kitaplarda geçen sözleri anımsattığı için, sanki seyrediyorum diyebilirim. O başka metinler gözümün önünde değil elbet, belleğimde canlanmış durumda, imgeler gibi. Ama önümdeki kitap mı daha gerçek, belleğimdeki imgeler mi, ayırt edemiyorum.”

Kitap tanıtımlarında hemen not defterinizi, kaleminizi hazırda tutmalısınız, satırlar ilerledikçe, geri dönmeniz zorlaşabilir. Zamana karşı bir yarış içindesiniz artık.

Zaman, Melih Cevdet'in sık sık deştiği bir konu. Bu yönde çifte bir anahtar kullanmalısınız: Bir yönü, içinde yaşadığınız toplum, diğer yönü dünyalaşma!

Okumak benim için de günden güne güçleşiyor. Ama itiraf etmeliyim, Melih Cevdet’in içinde bulunduğu seyretme hâlinde değil; daha çok, ilgimin yeni kitaplara açılması hâlinde. Hiç kuşku yok ki, Melih Cevdet, bu “seyretme” hâli için, çağrışımlardan besleniyor. Zaten alıntıyı yaptığım deneme de, bu yorumla bitiyor: “Borges, metin dışına çıkması için sanki iteler okuru. Onunla dünya edebiyatı yolculuğuna çıkar insan. Ben yalnız Borges’in yapıtlarını okurken rahatsız olmam, belleğim ikide bir beni metinden ayırdığı için. Çağrışımlara kapılmamı isteyen odur çünkü.”

Benimkisi daha çok, bir açlık belirtisi hâlinde geliyor. Çağrışımlardan çok, konulara yönelme durumu. Okurun amatörlüğü-profesyonelliğine göre değişen bir durum elbette.

Neden açma gereği duydum: Geçmişin Geleceği benim gibi amatör okurun da tat alacağı bir kitap.

Geçmişin Geleceği’ni okuduğum zaman, bu seyretme hâli bende farklı şekillerde belirdi: Kâh bir mitolojik söylencede, kâh cinselliğin ve insanlığın karanlık tarihinde, kâh şiirin dip sularında, kâh günümüzdeki çokkültürlü moda anlayışlarında… Bu denemeler okurun “merak” güdüsüne öyle çok “kapalı kapılar” bırakıyor ki, hemen araştırmaya girişiyorsunuz… Tavsiye edilen kitaplara doğru yolculuğa çıkıyorsunuz.

Gılgamış Destanı’nı, İlyada’yı, Odysseia’yı deşip deşip durmak istiyorsunuz. Hermetik şiiri araştırmaya koyuluyorsunuz. Bir an kendinizi tarih, siyaset, mitoloji ve şiir tartışmalarıyla baş başa buluyorsunuz. Ve UNESCO’nun Courrier dergisinin, Melih Cevdet’i, Cervantes, Dante, Tolstoy gibi yazarların düzeyinde bir edebiyat adamı olarak görmesini haklı buluyorsunuz.

Bu denemeler, zamanın dehlizlerinde gezmek için bir fırsat!

Melih Cevdet'in “zaman” kavramı üzerine eğildiğini şiirlerinde görmek mümkün. Denemelerinde de bunu sezmek insana farklı tatlar bırakıyor. Şiirin anlaşılamayacağını, Melih Cevdet; “anlam”ın ne anlama geldiğinin cevabında arıyor bu denemelerde… Zamana da bu kulvardan bakıyor.

Melih Cevdet’in fikir ve görüşlerine katılmayabilirsiniz; Geçmişin Geleceği, size yeni merakları aralayacaktır.

Not:Bu yazım Edebiyat Burada adlı sitede yayımlanmıştır.


16 Haziran 2020 Salı

Ebedî Mimarî Sergüzeştimiz



Çocukluğumdaki, o, hiç gör(e)mediğim yılana vurulmuştum.

Her sabah aynı saatte (beş civarı), bahçeye açılan evimizin önünden geçer, bir tasın içine konulmuş sütten birkaç yudum içer, yoluna devam ederdi. Kimseler kafasını ezmeye çalışmazdı.

Dedemin anlatılarında o’nu hep böyle düşlemiştim.

Yılanlarla aramda -çocukluğumdan bu yana- tuhaf bir duyarlık oluşmuş ki, hiç unutamamışım bu dedemin söylencesini.

Belki de bu yüzden “Kutsal Kitaplar”da geçen “yılan” hikâyelerine karşı hep korumacı bir tavır aldım.

Neydi bu korumacılık?!

Bu denli irkiltici bir sürüngene karşı, nasıl bir sevecenlik beslemiştim?

Yaşadığım Çengelköy, o zamanlar daha yeşildi. Şimdi sırtlardaki o eski yeşillik, yerini betonarmelere bıraktı.

Daha sonraki seneler, ailem ve ben, şehir merkezlerinde, yüksek yüksek binalarda, apartman dairelerinde, sitelerde ikâmet ettik. Bir dönemse, yine, yüksek bir binada, sevgilimle birlikte yaşamıştım.

Sanıyorum ilk, orada, sevgilimle yaşadığım zamanlarda değişimin farkına vardım.
Orası ‘yeni bir dünya’ idi.

İstanbul merkezinden uzakta, yeni yeni yerleşim yerleri, binalar; geniş siteler oluşuyordu. Burada azınlık bir köy vardı. Çocukluğumu en çok burada anımsamıştım.

Uçsuz bucaksız araziler, köy yerleri, küçük kasaba denilecek uslûpta yapılar, eski gecekondular yavaş yavaş gözlerimin önünde eriyor, yerlerini; binalara, lüks sitelere bırakıyorlardı. Bu, neredeyse iki yıl gibi kısa bir süre zarfında oluvermişti.

Her şey hızla değişiyordu.

Değişimi hiç bu kadar yakından izleme şansı bulmamıştım hayatımda.

Gün gün tanık oluyordum.

Örneğin, oturduğumuz sitenin karşısında uçsuz bucaksız bir arazi; uzakta köy yerleri seçilebiliyordu. Sonra…

Sanki her şey bir gece içinde olup bitmişti. Manzaramız, büyük binalara bakıyor, geniş siteler göz alıyordu. Daha önceki doğayla iç içe olan manzaramız, gözümüzün önünden kayıp kayıp yitiyor, kayboluyordu.

Yine bir sabah, sitenin önünden geçen patikaya asfalt çekilmiş, bu bizi çok sevindirmişti. Toz toprak camlarımızı kirletmeyecekti artık. Birden bire oluvermişti.

Sonraki günlerde o asfaltın üzerinde, zaman zaman yılan ölülerine rastlıyorduk. Tuhaf bir çocukluk sevinciyle; sevgilime, yılanlarla ilgili neşeli hikâyeler anlatıyordum. O yılan/lar, sıcağı bulunca karşıdan karşıya geçmek isterken ezilmişti. Garip bir duygusallık alıyordu beni. Çocukluğumdaki, hiç tanık ol(a)madığım, dedemin anlattığı o yılanın, bir kaptan süt içmesi geliyordu aklıma.

Her şey değişiyordu demek.



Bu kadar laf salatası yapmamın sebebi galiba Mehmet Kütükçüoğlu’nun yazısı.
Ağustos ayında Atlas Dergisi’nde, Mehmet Kütükçüoğlu’nun makalesi oldukça çarptı beni. Yazı başlığı: “Kentsel Dönüşüm”

Bir girizgâh:”Ev, toplu konut derken barınma kültürümüze bir yenisi eklendi: Rezidans!”

Dünya değişiyor.

Bunu kabul etmemek mümkün değil. Bu değişimle birlikte birçok alışkanlıklarımız da tarihin arkasında kalıyor. Her şey insan için, bunu anlayabiliyorum. O bahçeli evimizden sonra, yukarıda söylediğim gibi, oturduğumuz hemen hemen bütün evlerimiz; büyük binalarda, devasa yapılardaydı.

Âdeta “Babil Kulesi” uslûbunda barınma olanakları.
Artık göğe erişmiştik. Biz, çekirdek ailemiz!

Ve sevgilim!

Tevrat’ta “Babil Kulesi” adlı bölümde, “göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” ifadesi bu durumu mu açıklıyordu?

Evet, ün salalım, zengin olalım... Bunu anlamamak mümkün değil elbette. İnsanî ihtiyaçlar! Sınır tanımıyor. Kaçınılmazı kabullenmek de bir seçim. Değişen/dönüşen dünyaya ayak uydurmak hepimizin hakkı.

Benim anlamadığım şey, yukarıda yazdığım;“her şey insan için” yorumuyla birlikte;“neden her şey insan merkezli ?” sorusunu da kendimize sormadığımızdır.

Hâlbuki gelişen mimarîyle birlikte birçok şey de mümkün.

Nedense içimde hep eskiye bir özlem. Bütün ölçülü okumalarıma rağmen, mâzi gönlümde bir yara.

Bir örnek: Bugüne kadar ikâmet ettiğim bütün sitelerde, dikkat ettiğim bir şey de, ‘kedi evleri’nin eksik oluşuydu. Koca koca binaları, rezidansları; modern bir site içine yetenekli mimarlarla konumlandırabiliyoruz da, bu küçük ama bir o kadar da önemli ayrıntıyı; “kedi evi”ni, neden kaçırıyoruz gözlerden?

Yeni oluşan yapılarımız içinde bu hayvanlar kendilerine yuva arıyorlar. Site içinde yavruluyor, yeni yaşam alanları açıyorlar kendilerine, biz insanlar gibi…

Fakat biz, temiz sitelerimiz kirlenmesinler diye, her sabah birkaç hayvanseverin kıyıya köşeye bıraktıkları kedi mamalarını -çevre temizliğine ne kadar önem verdiğimizin altını çizerek- birbirimize hatırlatarak uyarıyoruz.

Bu tuhaf bir kast sistemiyle süregeliyor: Kapıcısı, güvenlikçisi, görevli çalışanı, yöneticisi, en üst konumda idare amirleri bu konularda hemfikir.

Büyük bir şirket gibi işliyor artık barındığımız yerler.

Bu hayvanlar için hiçbir şey yapılamıyor.

Bazı belediyelerin “Kedi Evleri” projelerini elbette unutmuş değilim. Benim burada sözünü ettiğim durum, geleneksel mimarîmizle birlikte bir bilincin oluşması.

Bu anlamda, geçmişimizden de örnekler alıp, bazı şeyleri geleceğe taşımamız gerektiğini düşünmeden edemiyorum.

Kültürel, mimarî sürekliliği gününüzde görmek zor da olsa -çok bilinen- geçmiş mimarî anlayışımız hakkında bir örnekten söz açmak isterim:

Selim İleri, “İstanbul Yalnızlığı” adlı kitabında meşhur “Kuş Evleri”nden bahseder:“Unutulan Kuşevleri” der yazar. Hakikaten günümüzde unutulmuş bir geleneksel mimarîdir. İleri, ressam-yazar Malik Aksel’in konu hakkında bir sözünü nakleder:

“Türk sanatının bir özelliği de dağ gibi büyük eserler yanında gözle görülemeyecek küçük eserlerin bulunuşudur. Bir pirinç tanesi üzerinde ‘Euzubesmele’ yazmak ne ise, dev eserlerin duvarları üzerine bir karış büyüklüğünde kapıları pencereleri, kafesleri, şehnişleri ile birlikte kuşevleri, kuş köşkleri yapmak da böyledir.”

Böyle doğayla uyumlu mimarî geleneğimizi geleceğe aktarmak konusunda yetersiz kalmışa benziyoruz.

Koca koca sitelerde bir avuç kedi komşularımıza barınak yapmak aklımızdan geçmiyor.

Atlas Dergisi’nin “Kentsel Dönüşüm”(Ağustos 2013) adlı sayısında, Mehmet Kütükçüoğlu, yazısını bitirirken ilginç bir saptamada bulunuyor: “Sadece başınızı sokacak bir delik değil satılan; statü ve ayrıcalık daha çok. Her şeyin bir fazlası derken, o asgari ihtiyacın karşılığı bulunamıyor. En çok olmaya çalışırken, hiçbir şey olmama durumu.”

Dünyada, biz insanlar, yalnız değiliz. Başka canlı komşularımız var.

Bir rezidansın camekânına yansıyan gecekondular, kırsal alanlar gibi, doğal yaşam da peşimizi insanlık var oldukça bırakmayacak.

En çok olmak uğruna kapıldığımız dünya hayatında, kenar mahallelerdeki yaşam alanlarına saygılı olmak, doğal yaşama karşı da bir duyarlılık oluşturmak zorundayız.

Bu duyarlılık oluşturulamaz ise, gelişen dünyada, göğe doğru yükselen barınaklarımızda, ‘klostrofobik’ yalnızlığımız bizi günden güne çıkmaza sokacaktır.

Not: Bu yazım Ayna-İnsan Dergisi'nde yayımlanmıştır.

12 Haziran 2020 Cuma

Şiir Çilingiri, 2001



Doğan Hızlan’ın Şiir Çilingiri’ndeki eleştiri yazıları şairlerin şiir dünyasına açılan kilitsiz bir kapı.

Sizden anahtar istemiyor.
Sorgusuz sualsiz içeri girilmesi bekleniyor.

En nihayetinde her şair kendi şiirini size, okuduğunuz zaman sorgulatacaktır. Doğan Hızlan da yer yer ince ölçümleri, bazı yargılarıyla; kimi zaman da keskin eleştirileriyle okura bir yol biçiyor.

Şiir Çilingiri, okuru şairlere yönlendiriyor. Yapılması gereken şairle buluşmak. Bunun en önemli yolu ise, kitapları edinmek. Doğan Hızlan, şiir okurunun dikkatini şairlerin kitaplarına çekiyor. Kimi bir şairin dizeleriyle, kimi bir dörtlükle; kimi de genel bir değerlendirmeyle…”Neden mi Şiir Çilingir’i ?”diye soruyor Hızlan:”Kapı açık buyurun içeri diyebilmek için.”

Şiir okurunun kısır olduğu ülkemizden söz etmek isterim: Şiir yarışmalarına yüzlerce dosya gidiyor. Katılımcılar başvurdukları şiir yarışmalarının adına düzenlenen isimleri ne derece tanıyorlar, ne kadar okumuşlar?

Şairler birbirlerinin kitaplarını okuyorlar mı?

Bu genel sorulara başvurmamın sebebi, ilgiyi şairlere çekmek, şairlerin de şairleri okuduğu bir edebiyat ortamını düşlemek.

Doğan Hızlan, her devrin tanığı bir yazar. Hiç sıkılmadan, belirli zamanlarda gündeme taşınmış soruları, yeniden -çeşitli söyleyişlerle- okurun karşısına çıkarıyor. Şairlerin okunmadığından dem vuruyor. Ayrıca, kitapların izini sürerek okurlara yol haritası çıkartıyor. Şiir Çilingiri bize bu noktada da bir iz sürmemizi sağlayabilir.

“Şiirin yolu sarptır.”, diyor Hızlan… Biraz da bu yolculuğu göze almak gerek.

Edebiyat-kültür ortamını, bir eşik de olsa yukarı çekebilmek için, şairlerin okunurluğunun yüksek olması gerekmiyor mu?

Doğan Hızlan’ın deyişiyle, "şiir hâlesini biraz daha genişletmek" gerekmiyor mu?

Doğan Hızlan’ın Şiir Çilingiri’ndeki deneme-eleştirileri, bu hâlenin genişlemesine bir katkı sunmak için yazılmışlar.

Seçiminizi yapın, kapı açık…

23.08.2014


Üstad Attilâ İlhan



Üstad Attilâ İlhan’ın aramızdan ayrılışının dördüncü yılında yazıma onun bir şiiri ile başlamak istiyorum:

“son yolcunun adı attilâ ilhan’dı/miyoptu kısa boylu bir adamdı/dostu yoktu yalnızlığı vardı/yazı makinesiyle binmişti/bizimle konuşmaktan çekinmişti/gözlerini görseniz korkardınız/polis’ten kaçıyordu derdiniz/bir cinayet işlemişti derdiniz/hâlbuki kendinden kaçıyordu.”

Attila İlhan’ın tatyos’un kahrı adlı şiirinden bir demet.

Flashback: Bostancı’dan Taksim otobüsüne binmiştim, sırtımda çantam ve çantamın içinde “kimi sevsem sensin” adlı şiir kitabı. Üstadın aramızdan ayrılışından birkaç ay evvel. O sıralar kendimi kaptırmışım bir şiir okuma sevdasına gidiyor. Attilâ İlhan’ın şiirlerinin neredeyse tamamını o yıllarda okumuştum. Yanımdan hiç eksik etmezdim kitaplarını üstadın. Otobüste, vapurda, dolmuşta, parkta, kısacası her yerde ve her zaman yanımda bir Attilâ İlhan şiir kitabı. O gün, çift katlı otobüsün içinde Boğaz Köprüsü'nden geçerken not defterimin üzerine bir şiir karaladım.

Saklı Sevda:

“bir sevda buldum gizlenmiş/yıllar boyu saklanmış neden/şimdi esrarengiz bir bahtiyarlık/bir ukte çözülmüş inzivamdan/ne söylesem daha az/sonsuz kere daha çok yaşasak/konuştuklarımız hep aşk/nedense vazgeçilemiyor tutsaklığımızdan/tutsaklığı sevmemizden/bir sevda buldum gizlenmiş/yıllar boyu saklanmış neden”

Şiir yazmak dedim, kendi kendime… Öyle değil… Yok, o kadar kolay değil… Henüz Attilâ İlhan denizinde yüzmeden… Hayır. Ve henüz kendi öz kültürünü, tarihini, değerlerini özümsemeden, tabii ki hayır.

Yazmak. Belki bütün macerayı anlatarak yazmak.

Bir bakıma toprağımızın da kavgasıdır Attilâ İlhan şiiri. 

Ne yalan söyleyeyim bu şiiri, Attilâ İlhan’ın ‘’saklı sevda’’ adlı şiirinden etkilenerek kaleme almıştım.

Ve Taksim’e vardık. Beyoğlu’nun o meşhûr tramvay yolu istikâmetindeyim. Eski asker arkadaşlarımla buluşmuş, yürüyoruz. Nasıl da bırakmamışız birbirimizi.

İşte tam karşımda, o son yolcu Attilâ İlhan. Geliyor…

“Üstad Attila İlhan’ı gördünüz mü?”

Rahatsızlık vermek istemedim o an ve geçip gitti Attilâ İlhan. Beyoğlu’nun o kalabalığı arasında neredeyse kaybediyordum büyük şâiri. Birkaç adım yürüdüm ve geri döndüm. Yanımdaki arkadaşlarımı bıraktım birden. O'na koşuyordum. Kaybetmek istemiyordum.

Yetiştim de...

İşte o koca dev, gerçekten de ‘’tatyosun kahrı’’ gibi bana bakıyordu. Bir başına, yalnız, kısa boylu ama bir o kadar da dev!  Yalnız, görseydiniz Attilâ İlhan’ı, o an kendi büyüklüğünden kaçıyordu derdiniz.

Büyük şaire “merhaba hocam” derken, ‘‘tatyos’un kahrı’’ zihnimden akıp geçti. O an çıkarıp kalemimi ve defterimi yazmak istedim duygularımı. Geç de olsa akşam eve gidince düştüm notumu.

Sırt çantamdan kitabını bulmaya çalıştım, heyecandan titriyordum. Benzim solmuş, ellerim tutmaz olmuştu. O kalabalık kitaplarımın arasından en nihayet buldum:

“kimi sevsem sensin"

Kafamı kaldırdım ve Attilâ İlhan’la göz göze geldim. Beyoğlu'nun göbeğinde benim için imzalamıştı kitabı:

“Volkan’a dostça…”

İmzâ sanki padişah tuğrası!

Bu, Attilâ İlhan’la ilk ve son görüşmemiz oldu.

İki-üç ay gibi kısa bir süre sonra kaybettik üstadı. Yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Hayatımda ilk defa bir şair için ağlamıştım vefat haberini aldığımda.

Ve sizlerle paylaştığım için de mutluyum. Bir devre tanık olmanın mutluluğu bu!

Attilâ İlhan bir devirdi. Onun vefatıyla bir devir kapandı, gitti. Geriye ne kaldı peki ?

Gelecek nesillere bıraktığı altın değerinde sayısız eser.

Not: Bu yazı, Attilâ İlhan’nın vefatının dördüncü yılında, Anadolu gazetesinde, Edebiyat Kahvehânesi adlı köşemde yayımlanmıştı.






Şiiri Şiirle Ölçmek



Meşhûr bir sözdür: Şiirimiz “açıklık/kapalılık” tartışmaları ekseninde döndü dolaştı, yine aynı yerde durdu. Yanılmıyorsam Cevdet Kudret dillendirmişti. Yine böyle bir tartışma ortamında, YKY’nin her yıl çıkarmış olduğu ‘Şiir Yıllığı’ da son defa yayımlanmış oldu. Cumhuriyet Kitap’ta Metin Celâl’in bir yazısı çıktı. Metin Celâl, Baki Asiltürk’ün hazırladığı bu şiir yıllıklarının önemini belirtmiş. Radikal Kitap’ta Ömer Erdem yazdı geçen. Eleştirenler de oldu tabiî. Şairlerin de müdahil olduğu tartışmalar… Bazı şairlerin es geçildiği, hatta bilerek alınmadığı… Bu yıllığın ideolojik kaygılarla hazırlandığı söylendi.

Gerçi artık şimdi herkes yıllık çıkartabiliyor. Ne şiirlerin yazarından izin alınıyor, ne de bilgisi yayınevine veriliyor. Bazı iletiler alıyorum: “Şu şiiriniz yıl içindeki taramalarda çok beğenildi, şu antolojide yer vermek istiyoruz, şu miktarı yıllığımıza katlı payı niyetine yatırabilirseniz, memnun oluruz.”

Hal böyleyken, bu yıllıkların da ideolojik (!) olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

Hangi ideoloji, bir de o var… Her halükarda rahatsız edici bu yıllıklar.

Sonra, hangi yıllık ‘ideolojik’ yaklaşımlarla çıkmaz ki ülkemizde ?!

Bir kişinin inisiyatifinde çıkan yıllıklar, herhangi bir dergi yayımcısının yönetiminde çıkan yıllıklar, bir siyasi görüş etrafında toplanıp çıkarılan yıllıklar…

Hangisi şiire sadece şiir olduğu için bakar?

Şiire, neden her şeyden önce bir insan’ın yazmış olabileceği için bakılmaz.

Necip Fazıl - Nazım Hikmet tartışmalarına girmenin lüzumu yok sanırım.

Aynı sığ tartışmalar orada olduğu gibi, birçok alanda da sürüp gitmekte.

Zannediyorum ki, bizim eksikliğimiz bu yıllıklar değil. Şiire nasıl baktığımız.

Bu tartışmalar esnasında masamda, Devrim Dirlikyapan’ın derleyip hazırladığı, Edip Cansever’in şiir üzerine yazıları; söyleşilerinin de yer aldığı “Şiiri Şiirle Ölçmek,(YKY, 2008) adlı kitabı vardı.

Edip Cansever bir yazısında şöyle söylüyor:

“Kapalı şiir yoktur; olsa olsa şiire kapalı kişiler vardır”
          
Edip Cansever’in geçmiş dönem şairler arasında benim için ayrı bir yeri vardır. Şiir tartışmalarına biraz da şiir üzerinden bir bakış açısıyla yaklaşmıştır Cansever. Bu anlamda geçmişte, “toplumcu-ikinci yeni”tartışması olsun, günümüzde farklı şekillerde sürüp giden tartışmalar olsun; varılan nokta ortada.

Şiir varlığını sürdürmüştür her zaman.

İkinci Yeni yıllarca eleştirildi, günümüzde de eleştiriliyor. Gelgelelim, son dönemde en çok okunan şairler, yine bu akımın şairleri olmuş.

Sonuçta bir orta yol bulunamamakta. Pekâlâ, bulunmak zorunda mı?

Elbette, tartışılmalı.

Bilemiyorum ama Edip Cansever’in bir sözü vardır, Devrim Dirlikyapan’ın hazırladığı kitapta yer almış:“Yıkıcı bir şiir akımı bile yıktığı değerlerle beslenmek, geride bıraktığı dil, biçim, yapı özelliklerini kaynak yaparak güçlendirmek zorundadır.” der.
Şairlerimiz birbirlerinin şiirini yıkmaya çalışırlarken, bir de böyle düşünseler…
          
Kitaptan bir alıntıyla devam edelim: Edip Cansever, yine bir yazısında şöyle söylemiş:

“Bir sanat yapıtı karşısında düşüncenizi söylemek başka, karşıt düşünceyi bir baskı silahı olarak kullanmak başkadır.”

Önemli bir şairimizin (Edip Cansever) yaşamından sayfalar, şiir üzerine yazıları, konuşma ve söyleşileri, katıldığı soruşturma ve dosyaları yer alıyor kitapta.

Titiz bir çalışma yapmış Devrim Dirlikyapan… Hemen her yazısına ulaşmaya çalışmış Edip Cansever’in.

Okumuş olsalar, biraz daha duyarlı bakabilirlerdi şairler birbirlerine, kim bilir ?!

Günümüzün şiir tartışmaları da bu kadar “sığ” kalmamış olurdu, en azından.


Keşke her şairimiz için yapılsa bu çalışmalar.


Gerçi yapılanları okuduk mu ?!


İlhan Berk Şiiri Üzerine



Turgut Uyar’ın “şiir olmasaydı onu icat ederdi” sözü, Orhan Koçak’ın “ bir anlatı doymazı” olarak nitelediği, Memet Fuat’ın “şiirin kırk türlü yazılacağını göstermiştir” dediği İlhan Berk, şiirimizin uç beyi (Behçet Necatigil’in değimiyle) “dokunduğu Şiir” (Mehmet Fuat’ın sözü) olan şair, yazma eylemini bir mutsuzluk olarak görüyor ve âdeta kaçacak yer aradığını şu sözlerle anlatıyor bizlere:

“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz. Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden yazmak eylemimden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.”

İlhan Berk’in Türk şiirine verdiği ilk eserlerinde, işlediği konular dönemin de etkisiyle içe dönük. “Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgârlarından/Hayat soldu bir günün enginlerinde yine./Selâm! Sonsuzların yorgun gönüllerine/Selâm: Güneşi içeren çocukların diyarından!/ (Güneşi Yakanların Selamı,1935) Sonraki yıllarda çıkacak olan (İstanbul,1947)” kitabı kentin yoksul, ağır işlerde çalışan işçilerini, kozmopolit yapısını, mahalle ve sokaklara dağılmış küçük yaşantıların kesitlerini, biraz da muhalif olan bir dil ile anlatmayı tercih etmiştir. İstanbul adlı şiirin giriş bölümü etkileyicidir: “İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul'dasın/Yağmur altında bir adam sallanır durur sehpada/Bir damla mavi gök gölgesi gözlerinin üzerindedir/Karnını taşlara vermiş biri yatar camilerin önünde/Denize ve ağaçlara karşı/Bir bahriyeli bu şehrin parkında gördüğü rüyalardan utanıp kaçtı/  Şiir şu dizelerle de küçük insanı anlatmaya devam eder “Köprübaşında yağlı ekmeklerini camekâna sıralayan/İhtiyar satıcı memnun/Kocaman gemi direkleriyle dolu gökyüzü için şiirler yazıldı/ Şiirde geçen şu bölüm de ise, aynı zamanda şiirin son sahnesi, şehrin acımasızlığına bir isyan değil de nedir? :“İki yanından uzamış saçlarıyla/Sevdiği kadından, vatandan, harplerden kaçmış/Bir takım insanlar geçer/Dünyayı ve insanları görmeye çıkmışlardır/Elleri arkasında bir adam köprünün/ortasında durur/Nereye baktığı belli olmaz/Ben gökyüzünü, parkı, beyaz sarayları seyrettiğimi söyleyebilirim/Bu şehir aşktan değil, şehvetten düşüp gebermeye hazır/Genç orospular, ölü padişahlar, hastalar şehri/Rezil İstanbul.

Aynı kitapta ‘1918’ adlı şiirinde  “ Ben dünyaya bir idare lambası altında geldim./Yeryüzü Birinci Dünya Savaşını yaşıyordu/Başımın üstünde mendil boyunda bulutlar vardı.” dizeleri doğduğu yıl olan 1918’in genel görünümü ile savaşın eleştirisini yapmıyor mu?  Yine aynı şiirde geçen şu dizeler insanın toplumsal olaylar karşısındaki çaresizliğine işaret etmiyor mu? : “O çadır çadır insanları askerleri esirleri/Arkalarında bir gömlekle kaçan halkımızı/İlk topu ilk tayyareyi gördüm./Anam kardeşim ve ben ayaktaydık/Kapanık dükkânlarıyla çarşılarımıza yağmur yağıyordu./

İstanbul kitabında son olarak şu örneği de vermek istiyorum: “Dünyada En Güzel Şehirler Uyanır” adlı şiirinde geçen bir bölüm: “ Bütün yataklarından doğrudan insanlar aşkı ve Allah’ı düşünmez olurlar/ Burada savaşın getirdiği bir kaygı mı söz konusu ?

Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) kitaplarında da bu gibi söylemlerin devam ettiğini görmek mümkünse de, her şiirde giderek uçlarda durma merakı da, şairin kendi vatanı ve dünya üzerinden kurduğu şiirinde, “bakışın tarihini” de aralar, sizin için geldim der dünyaya, şu bildiğimiz karıncalara, hanımellerine (Günaydın Yeryüzü)  Bu vesileyle, ağaçlar, ısırganotları, danaburunları, nehirler, alageyikler, ormanlar, tohumlar, hayvanlar vesaire vesaire… Tabiatı dillendiren söylemleri adeta bir bakışın tarihini bize yansıtır. Şiirimizde bir bakış tarihi açmıştır şu dizelerle:
           
“Korkunç bir şekilde daha çok geceleri büyüyor herhalde/Isırgan otları, danaburunları”
“Hangini aklınıza getirdiniz/Benim bir gün insanlığımı/Bitkilere hayvanlara kadar/Bir gün tutup genişleteceğimi/Bütün bu dünyaya saracağımı sonra da”
“Dün gece, demeli, buradan bir nehir geçmiş”
“Dedim ya şu hepimizin üstündeki/Gökyüzü var bir kere” 
“Bu gökyüzü, aklına esip, biraz daha büyüyeyim deseydi,/Bu çaresiz ağaç/Silinir giderdi”
“Mesela, ovalar daha o gün/Yalnızlıklarını unutuverdiler/Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece/O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu/
“Akşama doğruydu/Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık”
“En başta, başıboş atlar gibiydi nehirler/Bu şiire girmeden önce”
“Gökyüzüne bir bakışı vardı ceylanın/Bütün ömrümce unutmam”
“Bir başına yaşamak, yaşamak değildir/Bilsek nehirler bizden habersiz yaşarlar/Bilseler ki hiç yaşamamışlardır” 
“Bütün gün atlar önde ben arkada İstanbul’u dolaştım.”
“Bir gökyüzü gördüm Bekirkadı Mahallesi civarında/Kim görse aklını oynatırdı”
“Gökyüzünü kimsenin gördüğü yoktu.” 
“ Efendim bir yaprak nasıl dönerse rüzgârda/Öyle yaşadım.”

Türkiye Şarkısı ve Köroğlu kitaplarında ağırlık verdiği yurt ve dünya gerçekleri ile birlikte bakışın tarihini iyice genişletir kanısındayım:

“Sabahın içinde bir Sivas kilimi/Pembe pembe gülüyordu”
“Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da/Kıtlıktan önce.”
“Ben fakir bir milletin dağı/Mümkün olduğu kadar insanlara yakın”
“Bir bulut oynadı yolun ucundan/Ayaklandı yürüyor/
“Bu gökyüzü Sivas’a doğru giderken görülür/Ben hiçbir göğünü kaçırmamışımdır/Daha memleketimin.”
“Karanlıkova’nın üstündeki gökyüzü/Yerinde duramıyordu”
“Buğdayın ayağı yere bir değse/Karanlıkova’yı yeşil edecekti”
“Nehirler vardı/Ovanın karanlığına güler geçerdi”
“Neler çekmiş halkım/Türküler şahit.”
“Bir rüzgâr ilk bakışta belli/Gökyüzünü çocukları büyütmüş” (Köroğlu)
“Kırat’ın önünde ince bir yol/Aydınlık pırıl pırıl”
“Hep o rüzgârdır memleketin bildiği/Bin yıldır.”
“En başta buğdayı nazlı bir çocuk gibi toprak büyütmüştü”
“Güllere baktı/Güller daha açmamıştı”
“Kür Nehrine geyikler iner bu saatte/Daha inmemişti”
“Sabahtı işte bayağı sabahtı/Ayvaz’ıma kelepçe vurulanda”
“Çiçek açmış bir badem ağacının/Bir gökyüzünün, bir gülün/İşi sade güzellikten ibaret”
“Sivas içi ıssızlık/Ağaçları, paşası karanlık/
“Kahve yüklü develer geçti bir yoldan/Boz bir bulut her şeyi sildi.”

Tam da burada, bu örnekler şiir zarif midir,  kaba mıdır, çirkin midir, güzel midir, sorularını aklıma getiriyor. Berk şiirinde insan ağzıyla tanımlananlar, yalnızca yeryüzüne ait sözcükler olurlar. Şiir insan buluşu da olsa, dâhil olduğu yerin sadece görüngü dünyamıza ait bir şey olduğunu düşünmeden duramıyorum bu örnekler sonrasında. Öyleyse Berk şiiri bir ifadenin şaire-okura göre şekil aldığı ara bir yüz diyebilir miyiz? Hoş, şiire genel bakış da bu değil midir ?

Şair olunur, şiir olunamaz! Okur olunur, şiir yine olunamaz. Olunsa dahi "o an" şiir dediğimiz, çoktan ezgilere dökülmüş, yazılmıştır, okunmuştur, vesaire. Şiir ise kim bilir evrenin sonsuzluğunda hangi bahar kuşuna konacaktır. Bizim zarif-kaba dediğimiz, bir kâğıt parçasından ibaret olmadığını söyleyebilir miyiz?

İlhan Berk, yazdığı şiirler hakkında şöyle der; "bir yabancının şiirlerine bakar gibi kendi şiirlerime bakmak ilgilendirdi beni." Bu noktada şunu söylemek yerinde olacaktır. Galile Denizi (1958) ile birlikte İlhan Berk anlamı ikinci plana itmiş, batı şiirinin de etkisiyle yeni şiirin peşine düşmüştür artık. Bu noktada şunu söylemeden geçmeyelim: İlk ürünlerinde sezilen, “geleneğe bağlı” bir şiirin yapısında dize aralıklarında İlhan Berk, şiirini günümüze taşıyacak “im”leri: bahsini geçtiğim Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) kitaplarında bakışın tarihini başlattığı gibi, ilk kitapları olan Güneşi Yakanların Selamı (1935) ve İstanbul (1947)’da da saklı bir evren gibi duran tümceleri gelecekte kuracağı şiirine “im”liyor âdeta.

Birkaç örnek vermek gerekirse: “Minarelerine takılı bulutların sarhoş olduğunu/şairler söylediler.(İstanbul şiirinden) Sonra; “Sualler tanzim edilir yaşamaya ait, sorulmaz.” (İstanbul şiirinden) “Ben yirmi yıl şehirlerin sonsuz uyanışlarını seyrettim" (Dünyada En Güzel Şehirler Uyanır adlı şiirden.)

Galile Denizi’ni takiben, çıkacak olan kitaplar: Çivi Yazısı (1960), Otağ (1961), Mısırkalyoniğne (1962) ile birlikte ve sonraki şiir anlayışlarını bu noktadan sonra bir kronolojiye bağlı kalmadan değerlendirmeye çalışacağım.
           
İlhan Berk şiiri genel görünümde aşk, cinsellik, kadın ve tarih temaları üzerinde görünse de, bu temaları adlandırmaya çalıştığımız, içinde yaşadığımız yeryüzünde sürekli anlamlar arar oluyoruz.  Adlandırılamayan Yoktur'”için İlhan Berk, Deniz Durukan'a verdiği röportajda şöyle diyordu: "bu bir şiir kitabı değildir." Aforizmalarda da bu doğrultuda çıkarımlar yapmak mümkün. Elbette kitabın şiir olmadığı, aforizmalardan oluşan metinler olduğu görülebiliyor. (Aforizmaların şiir olup olmadığı tartışması da ayrı bir yazının konusu olabilir.) İnsanların nesnelere biçtiği anlamlar -ki kaçınılmaz bir gerçek- gezegeninde yaşadığımız yeryüzünde nefes alıyoruz. Her şeye bir anlam yüklüyoruz. Şairlerin de yazdığı şiirlerden bir anlam çıkarma çabası içindeyiz. O zaman da en büyük “anlam” dünyanın kendisi olmalı ki, nesnelere bir anlam yüklemenin anlamsızlığından bahsedelim. "bu bir şiir kitabı değildir." demekle, şiirde anlam aramaktan ısrarla kaçan bir şair, böyle bir demeçle,  kendi kitabına bir anlam yüklemiş olmuyor mu peki?  İlhan Berk’in bu demeci bilerek yaptığını düşünürsek, şiirlerindeki işlediği aşk, cinsellik, kadın, mitoloji, tarih vb. konularını işlerken, şiirlerine anlamlar yüklemiş olacağını da kestirmek zor olmasa gerek. Yani “bu bir şiir kitabı değildir”derken, şair de yazdığı bir kitaba anlam yüklemiş oluyor. Anlamdan kaçamıyor.

Aşk ve Cinsellik

“geçmiş esmerliğim tay soluğuna” (Çivi Yazısı,1960)
“gel uzat ağzını, deltama”(Otağ, 1961)
“ten kaygandır aşkım benim/uzun deli otlar gibidir” (Güzel Irmak,1988)
“oranızı açıyorum. gök/yüzü, ağaçlar gibi kokuyorsunuz/dik bir suru çıkıyoruz. bir attan iniyorum. beyazım. beyazsınız” (Aşıkane,1968)

Örnekleri çoğaltmak mümkün elbet, ama görüldüğü gibi yukarıda aldığım dizelerde aşk ve erotizm “kesinlikle” pornografiye kaçmadan verilmiş. İlhan Berk, insan gövdesini sevisel bir varlık olarak gördüğünü, yapmış olduğu resimlerinden de çıkarmak mümkün. Bu da ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte son tahlilde şunu söylemek yerinde olacaktır: Resimlerinde insan bedenini utançla saklamak yerine, öne çıkarmayı yeğlemiş, gövdenin özgürlüğüne kavuşması gerekliliğine inanan bir şair, şiirinde ise tam tersi, gövdeyi; bir anlamda “şiirdeki anlamı”derinlere gömüyor İlhan Berk.

Deniz Durukan’a verdiği bir röportajda bakın İlhan Berk ne diyor. Kendi ağzından bir cevap aramaya çalışmak faydalı olacak kanısındayım.

“Gövde onanmaktır, öyle vardır. Bu yüzden de bedene dokunan her şey tarihin alanına girer. Dokunman her şeydir. O ölçü de bitimsiz, uçsuz bucaksız, fırtınalı bir yolculuktur. Şu bir gerçek: Beden doğası gereği cinseldir. Bu bilinmedikçe hiçbir yere varılamaz. Korku bedeni hep kapamıştır. Böylece de gövdeyi gizlemiştir. Yok, bile saymıştır.”

Deniz Durukan’a açıklıkla cinselliğe vurgu yapan gövdeyi, İlhan Berk, şiirinde kadın gövdesini: ora, oraların, en sevdiğimiz yerler, önün, görmediğim yerler gibi gerçek anlamı yine derine gömüyor, okuyucunun düşlerini harekete geçiriyor diyebilir miyiz? Bir anlamda da nesneleri kullanarak cinselliğe göndermeler yaptığını da görmek mümkün oluyor bu dizeleri göz önünde bulundurarak.

Görüldüğü üzere İlhan Berk şiiri çok katmanlı, derinlikli, incelemeyi hak eden bir şiirdir. Genel bir tanımlamayla, Türk şiirinin üretken şairlerinden İlhan Berk’in poetikası, sürekli bir değişim üzerine kuruludur. Tüm yeryüzünü yazma istemindeki Berk için, her şiir - kitap yeni bir başlangıçtır. Birçok nesneyi şiirine sokan Berk, şiirin tanımı konusunda kesin duruş edinme kaygısı taşımadığından onu kapalı bir şair olarak nitelemek yerinde olacak kanısındayım.

Not: Ayna İnsan dergisinde yayımlanmıştır.


Cesaria Evora/ Ölüm, Melankoli ve Nostalji



Sabahın erken saatlerinden biri… Her zamanki gibi annemle birlikte hazırladık kahvaltıyı. Yeni bir gün. Sabah haberleri. Bir haber okudum: Ölüm haberi. Son yıllarda okuduğum mükerrer olmayanlar,ölüm haberleri olmalı. Tekrarının olmayacağı bir haber.

Üç yıl oldu mu? Tam hatırlayamıyorum. Aşağı-yukarı… İlk tanıştığımız zamanlardı. Üstünde yün bir yelek, uzun bir etek, salaş; çıplak ayak, elinde konyak ve sigara!

Soda, sodaa, sodaa, diye bir ses… İlk anda çarpılmıştım. “Sodade” adlı parçasını okuyordu. 

Youtube’da izlemiştim.

Kim tanıştırdı?

Unutmak: ihanet!

Kötü haberi okudum, gözümden yaşlar boşaldı. Annemden sakladım… Sonra müzik çalara yöneldim.

Sodade: Cesaria Evora Best Of… Yas tutuyorum!

“Melankoli”yi ve “Nostalji”yi seviyorum… Bir de üç noktaları…

Yaslarımı hep ara bir yüzeyde yaşarım. Evora’nın vefatı da bana, yasların;  mutlulukla, mutsuzluk arasında gidip gelen duygular olduklarını, ara bir ifade olduğunu bir kez daha anımsattı.
Ne de olsa “Sodade” parçasını dinliyordum. Tınılarda mutlulukla hüznü bir arada yaşatan bir hava… 

Hüzünlü bir mutluluk! Ne tuhaf…

Afrika insanlarının gözlerinde de, hiçbir zaman tam bir mutluluk ifadesi görmedim. En mutlu gördüğümü sandığım dahi, gözlerinde hüzünlü bir hava hâkimdi sanki. Topraklardan geliyor bu hava, sanırım.

En ateşli eğlencelerin ve en dramatik hüzünlerin yaşandığı topraklar.

Evet, Atlas Okyanusu’nda, Kuzey Batı Afrika açıklarındaki adalar ülkesi, Cape Verde’ye bağlı Sao Vicente, Mindelo’da doğmuş Cesaria Evora… Portekiz’in yıllarca sömürdüğü bir yer!

İşte böyle bir ülkede doğan Cesaria Evora, kendi değimiyle, aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla, sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih ediyordu.

Öte yandan gazetecilerin bu konuyu hatırlatması üzerine, kendisiyle çelişecek ve şöyle diyecekti:
“Bu doğru değil. Cape Verde’de herkes böyle dolaşır. Ayakkabı giymiyorlar. Çıplak ayakla dolaşmaya alışmışsan, ayakkabı giydiğinde özgürlüğünün müthiş şekilde kısıtlandığını hissediyorsun.” 

Geldiği toprakları unutmayan sanatçı, çıplak ayakla sahneye çıkarak, ülke topraklarının çektikleri açılarını dünyaya bu şekilde anlatacak, öte yandan da bunu ajite etmeden, onurlu bir duruş sergileyecek, bizim oralarda çıplak ayakla dolaşmak normal bir şeydir, demeye getirecekti.

Cesaria Evora olmak kolay bir şey değildi elbette.

Albümleriniz dünyada milyonlar satacak, defalarca Grammy’e aday gösterileceksiniz ve siz Madonna’nın konser teklifini geri çevireceksiniz.

İşte bu şöhrete rağmen Cesaria Evora, konserler dışındaki zamanını çocukluk yıllarından kalma evin yerine, yaptırdığı küçük konağında, dostlarıyla, çocukları ve torunlarıyla beraber vâkit geçiriyordu.

Ve sahnelere çıplak ayakla çıkıyordu. Dünya da bu yüzden seviyordu Evora’yı.

Bu noktada düşünüyorum da; çağımızda sorumsuzca kullanılan "sanatçı", “duayen”, “ megastar" “diva” gibi sözcükleri hatırlayınca, böyle özel bir sanatçıya yakıştıracağınız sözcüğü seçmek ne kadar zor oluyor.

Dünya ona “Çıplak Ayaklı Diva” derdi. Ülkesi ise, “Kültür Elçisi”.

Evora, benim gözümde de bir “Kültür Elçisi”ydi. Küba ve Afrika müzikleriyle donanmış, geleneksel tınılarıyla tam bir muhafazakârdı. Bu yüzdendir ki benim hayatımda da çok önemli bir yeri vardır Cesaria Evora’nın.

Muhafazakârlaşmayı yalnızca dini duyarlılıklar olarak algıladığımız toplumumuzda; ölen, yok olmaya yüz tutan, konuşulmayan, konuşturulmayan dillerin coğrafyası Anadolu’da; onlarca dili barındıran bu coğrafyada; bir şeyleri muhafaza etmezsek,  etnik tınıları (müzikleri) yitirdiğimizi; bu zenginliklerin yavaş yavaş yok olduğunu göreceğiz. Kaldı ki dünyanın bize saygı göstermesini bekliyorsak, öncelikle biz, içimizdeki farklılıklara tahammül etmeyi öğrenmek zorundayız.
İşte biraz da bu kaygılardan dolayı seviyorum Cesaria Evora’yı. Kendi ülkesinin müziğini dünyaya taşıdığı için, sevdirdiği için, yok olmaya bırakmadığı için seviyorum Cesaria Evora’yı…

İşte biraz da bu yüzden bu yas: Bu empati!

Ben de Cesaria Evora gibi, ateşli eğlencelerin ve en dramatik hüzünlerin yaşandığı topraklarda yaşıyorum.
            …
17 Aralık 2011’de bunları yazmışım günceme. O gün kaybetmişiz Çıplak Ayaklı Diva’yı.

Her gün olduğu gibi, bu sabah da annemle birlikte hazırladık kahvaltımızı. Yine her zaman olduğu gibi aceleye getirdim kahvaltıyı. Şimdi ise akşama kadar okuyacağım kitaplara koşmadan önce, bu yazıyı Güz Güncem ismini taktığım defterimden, bilgisayara geçiyorum.  Bir ilkyazda da yazsam, Ağustos’un kavurucu sıcaklarında ya da kışın ortasında da yazsam, güz güncesi işte… Her mevsimi güz yaşamak…

Güncemi karıştırınca dikkatimi çekti. Bir on gün kadar sonra ateşli eğlenceler olmuş yılbaşında, Tanpınar incelememi yazmışım… Irak sınırında, aynı günlere denk gelen 35 kişinin yanlışlıkla bombalanarak öldüğünü veya öldürüldüğünü de not almışım...

Bir an “Sodade”yı dinlemek geçti içimden. Youtube’u açtım. “Cesaria Evora” yazdım… Parmaklarım varmadı tıklamaya… Aylar sonra ilk defa sigara içme isteği uyandı: Melankoli, Nostalji…

Bu yas hepimizin ama!

Hepimiz...

Cesaria Evora, “Morna”lar (yas anlamında, melankolik, nostaljik bir tür jazz) için, Cape Verde halkının çektiği acı dolu şarkılardır, diyordu ve ekliyordu:

“ Şarkılarımın benimle ilgili olduğunu düşünebilirsiniz. Ama aynı şeyler herkesin başına gelebilir. Sadece kendi başıma gelenleri söylemiyorum, rahatlıkla:  “aynı şey benim de başıma gelmişti”, diyebilirsiniz.”

Tarihsiz

Şair Evlenmesi'nde Mahalle Baskısı



Klâsik eserlerimizi tekrar tekrar okuma alışkanlığını değerli yazarımız Selim İleri’nin yönlendirmeleriyle edinmişimdir. Yazar, çoğu makalelerinde değinir bu tekrar tekrar okuduğu kitaplara; biz okurlara yıllarca usanmadan tanıtır. 

Geçenlerde, Şâir Evlenmesi’ni tekrar okudum. (Akademi Kitabevi,1996)
           
Edebiyatımızın Avrupaî, yani Batılı anlamda ilk tiyatro eserinin, Şinasi’nin Şâir Evlenmesi olduğunu hemen hepimiz biliriz de, acaba ne kadar sayfalarını çevirmiş, okumuşuzdur toplam yirmi altı sayfalık eseri? 

Evet, bizim için Şinasi’nin eseri, yalnızca Batılı anlamda ilk tiyatro eserimizdir.

Hâlbuki bu ilk esere, Selim İleri gibi söylersek, farklı görüngülerden yaklaşılabilir. “Bir perdeden ibaret bir komedi olan Şâir Evlenmesi’nde vak’a gayet basittir. Genç bir şâir ve biraz da züğürt olan Müştak Bey, görüp sevdiği Kumru Hanım’la evlenmek istemektedir. Genç kızın bir de yaşlı, çirkin ablası vardır. Düğün günü, Kumru Hanım yerine, ablası Sâkine Hanım’ı gelin kıyafetine sokup Müştak Bey’in karşısına çıkarıyorlar. Geveze Yenge Kadın ile Kılağuz Kadın, mahalle halkını toplayıp, nikâhı kıymış olan İmam’ı da çağırtarak, Müştak Bey’e zorla Sâkine Hanım’ı vermek isteseler de, şâirin arkadaşı Hikmet Bey, bu hileli işe müdahale ederek, İmam’a rüşvet verir.” 

Genç bir şâir olan Müştak Bey, beğendiği ve sevdiği Kumru Hanım’la evlenmek istemektedir. Ancak düğün günü Kumru Hanım yerine yaşlı ve çirkin olan ablası Sâkine Hanım gelin kıyafetine sokularak evlendirilmeye çalışılır. Burada bir mahalle baskısı sezilmektedir açıkçası.
           
Hemen oyunun başlarında Hikmet Efendi karakteri şöyle der: “Hikmet Efendi: Sakın Kumru Hanım’ın yerine, onu yana verip bir de dek (hile, dolap kurup) etmesinler? Âlem bu ya, zira büyük dururken küçüğü kocaya vermek âdet değildir.” Alıntıdan da anlaşılacağı üzere bir âdetten söz açılmaktadır. Mahallenin baskısı iyiden iyiye hissedilmektedir. Sonra Eb’ul-Lâklâka karakteri:  “Almalı ya… Almazsa ırzına leke sürmüş olur.(Mahalleliye) Öyle değil mi, komşular?” der.

Şinasi’nin eserini okuyunca bazı dergileri de karıştırdım. Ergün Yıldırım’ın bir makalesini de okumuş oldum. Türk Edebiyatı Dergisi 2008 Haziran sayısında Ergün Yıldırım, Mahallede Modernlik Arayışı adlı makalesinin başında şöyle bir açıklama yapıyor: “Sosyoloji, toplumu anlamaya yönelen bir etkinliktir. Toplum ise kendisini çeşitli tarzlarla ortaya koyarak anlatır. Bunlardan biri de edebiyat çalışmaları oluşturmaktır.” Devam ediyor Ergün Yıldırım: “Geleneksel toplum biçimlerinde mahalle bir cemaat alanıdır.”

Esere dönecek olursak, mahalleli bir cemaat mantığı ile birlikte hareket etmiş ve Kumru Hanım yerine Sâkine Hanım’ı gelin kıyafeti içine giydirmiş diyebilir miyiz ?!

Elbette öyle !

Diyaloglardan alıntılıyorum:

“Atak Köse: İstemeyiz
Hikmet Efendi: Ne istemiyorsunuz?
Atak Köse: Ben ne bileyim, mahalleli istemeyiz diyor, ben de öyle diyorum. Elbette onların böyle deme hakları vardır…
Hikmet Efendi: Ay mahallelinin neden hakkı var?
Atak Köse: Hakkı olduğunu pek yavuz bilirun, amma bak doğrusu neden hakkı olduğunu bilmen.
Hikmet Efendi: Öyle ise bilmediğin şeye neden karışıyorsun?
Atak Köse: Vay ben neye karışman? Ben de bu mahallenin galbur üstüne gelenlerinden değil miyim?”

Bu anlamda da her ne kadar Hikmet Efendi ve Müştak Bey karakteri modernliği temsil etse de, mahalle, baskı unsuru olarak önümüze çıkmaktadır. Dönem için zor da olsa, hilenin farkına varan Müştak Bey, buna direnir ve oyunu bozmak ister. Ancak tutumu, mahallelinin, mahalle bekçisinin, mahalle imamının ve mahalle esnafının baskısıyla karşılaşır. Bütün mahalle, Müştak Bey’i nikâhlamaya zorlar. Bunun üzerine Müştak Bey’in arkadaşı Hikmet Bey, mahalle imamı Ebullaklaka’ya rüşvet yedirerek bu hileyi bozar ve sonunda şâir sevdiği Kumru Hanım’la evlenir.

Mahalleli, eserde başlı başına bir karakter olarak da karşımıza çıkıyor: Baskıcı toplumun sözcüsü bir merkez karakterdir mahalle.

Müştak Bey ve Hikmet Bey modernliği temsil ettiğini söylemiştik. Selim İleri, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye ve diğer romanları için İstanbul, Hatıralar Kolonyası adlı kitabında şu yoruma varıyor: ”Peyami Safa İstanbul’u ikiye ayırıyordu: Fatih ve Harbiye. Doğu ve Batı. Sözde Kızlar’da Doğu’yu, Milli Mücadele’ye hazırlanan Anadolu temsil eder. Ama öteki romanlarda, Doğu, hep İstanbul’un inanca, geleneğe bağlı, en eski semtleridir.”

Bu bağlamda Şinasi’nin eserinde, Batı’yı, -yani modernliği-Müştak Bey ve Hikmet Bey temsil ederken, Doğu’yu, -yani geleneği- ise söz konusu olan mahalleli ve diğer karakterler temsil etmektedir. Eserde ağırlıklı olarak “mahalle baskısı” hissedilmektedir.
           
Bu denemeyi yazmadan önce Selim İleri’nin bir sözünü anımsamıştım: “özümsenmemiş eserlerle dolup taşar edebiyatımız. Fakat onların intikam gücünü yaşayarak ödüyoruz.”
           
Evet, hâlâ!