6 Kasım 2024 Çarşamba

Bir Demet Hüzün

Ustam Selim İleri'ye...

Annesi, sabahın alaca karanlığında uyanmış, ocağa çay suyunu koymuş, pencerenin önüne çektiği bir iskemlede; hafiften araladığı balkon kapısının hemen yanı başında; sigarasını yakmış, ağır ağır cama vuran kar tanelerinin yoğunluğu arasında; sislenen gözleri ile dışarıya bakıyordu. Erken kalkmanın getirdiği mahmurlukla, içi ürperse de, tütünün o dördüncü zindanında, hapsolmuşçasına dumanı içine çekiyor, çekiyor-çekiyordu. Her geri bıraktığı duman, balkon kapısı aralığından, belli belirsiz hissedilen bir esinti ile evin içlerine doğru giriyor, kaybolup yitiyordu.

Bir an irkildi.
"Çayı demlemeliyim."
Genç adam, hayretlik uyandıracak bir şekilde, annesinin odasına gelip onu uyandırmasını beklemeden kalkmış, elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı sofrasına oturmuştu.
Elinde bir kitap vardı: "İstanbul, Hatıralar Kolonyası"
Bir yandan kahvaltılıklardan atıştırıyor, öte yandan ara ara karıştırdığı sayfalarda bir şeyler arar gibi kitabın sayfalarını hızlı hızlı geçiyor, geçiyor-geçiyordu.
Annesi, “Günaydın yok mu?” dedi.
Hep böyle olurdu. Ne zaman bir kitaba dalsa, fiziğin öte yanında ikamet edercesine, reel dünyadan uzaklaşıyordu. Bu uzaklaşmanın, bir kahvaltı sabahına denk gelmesi de alışık bir durumdu. Tekrarlanan bir paralellik içindeki şu hayat. Evet, şu reel dünya: Gerçeklik savaşı!
Hava aydınlanmak üzereydi. Soğuk bir sabaha daha uyanmıştı İstanbul.
Cihangir'de, dört yol ağzında, "Orhan Kemal Müzesi "nin hemen karşısında, bir İtalyan inşası binada çalışmıştı yıllar yılı: Şark Exspres Vapur A.C. A.Ş. Henüz on dört yaşında başladığı işten ayrıldığında yirmi iki yaşında, genç bir delikanlı olmuştu.
Askerlik için ayrılmak zorunda kaldığı şirkete bir daha dönmedi...
Geçen zaman içerisinde, yazarlığın savurduğu yalnızlıkta, bedbaht karanlıklarda, bir girdap içinde savruldu durdu. Şimdi hatırlamaya çalışıyordu. Bir an belki.
İşte böyle günlerden yalnızca biri. Kimsenin iteklemesiyle uyandırılmadığı, kendisinin uyandığı bir sabah. Belli ki, yine depreşmişti:
Yazmak istiyordu. Okumak. Oluk oluk okumak-okumak. Zaman! Zaman ayırmak. Kahvaltıda İstanbul Hatıralar Kolonyası'nın sayfaları bir bir çevriliyor, çevriliyor...
Bir an elinden düşürdü kitabı.
Odasına doğru yürüdü.
Duvarda asılı Nevin Çokay tabloları.
Yağlı boya resmedilen tablolar. Bir not kâğıdı, üzeri karalanmış, bantlanmış duvara. Her ayın üçü ve yedisi, dergiler... Dergilere gönderilecek şiirler. Notlar alınmış. Küçük not kâğıtları.
Masa üstünde bir yazı makinesi. Dededen kalma bir daktilo. Markası bir ruh sağlığı ve hastalıkları doktorunu çağrıştıran: Adler
Masanın üzerine dağılmış albümler: Antonio Vivaldi, Frederic Chopin, Johannes Brahms'ın CD'leri. Sonra Pink Floyd'lar: Dark Side Of The Moon, Animals...
Mozart!
Bir kalemlik, mermerden yapılmış, üzerine Türkiye haritası işlenilmiş. Masa takvimi, tükenmez kalemler, kurşun kalemler. Özel bir dolmakalem. Kitaplar. Çokça kitaplar. Hangisi? Seçilemiyor. Bazı ayrıntılar.
Orhan Hançerlioğlu'nun Düşünce Tarihi.
Tevrat, İncil ve Kur-an.
Kokulu silgiler.
Yine bir kitap: Allah'ın Gazapları.
Duvarda asılı bir Fransız gravürü. İki yüz yıllık bir çizim. Bir oyuncak: Arıı vız vız vız, arıı vız vız vız.
İstanbul kitapları. Sonra bir gazete kupürü: "Türk Sineması'nın En Büyüğü: Lütfi Ömer Akad."
Nevin Çokay'ın Antropolojik imgeleri. Yine yağlı boya bir tablosu. İnsanlığın geçmişi. Günümüze gelen süreç. Bilgisayar başında kamburlaşan sırt. Acılar yansımış resmedilenden odanın içine.
"Her şey etkiliyor, her şey..."
Bir yazarın gazeteye verdiği demeç: "Edebiyat Sanki Kendi Aramızda Bir Oyun.” Küçük bir gazete kupürü: "Şiirin Beyhudeliği ve Dağlarca'nın Asaleti”, yazarı bir şair. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'ne özel yapılmış bir çanta. Bez çanta. Gazetelik sanki… Üzerinde bir yazarın portresi: Ahmet Hamdi Tanpınar.
Bir sinema filmi: Saatler. Nicole Kindman. Sonra eski, antika bir masa. Bu ayrı. İki masa sığmış odaya. Antika masanın üzerinde bir kitap: Dalgalar
National Geografik dergileri. Maksim Gorki'nin bir kitabı: Ana.
Plaketler. Tozlanmış, hepsi tozlanmış. Her şey... Her şey tozlu.
"Her şey çürüyor... Her şey çürüyor..."
Hayat?!
Kim, ne için vermiş bu plaketleri?!
Karyola. Renkli yastıklar. Doksanlara doğru yastıklar da renklenmiş.
Yerlere saçılmış dosya kâğıtları, üzerleri karalanmış defter sayfaları, sararmış gazeteler. Dosyalar yerlere saçılmış. Her birine hayat dosyalanmış sanki. Bütün bir hayat.

"Her şey çürüyor, her şey... Eşyalar çürümeyecekler mi?"
Plaklar. Suat Sayın: "Sevemez Kimse Seni." Antika masanın üzerinde büyük Türkçe Lugat. Sappho 'nun şiirleri. Kim çevirmiş: Azra Erhat
İlk sayfayı açıyor:
“en güzel türküleri çağıracağım bugün dostlarım için.”
Yalnızca, böyle başlayan bir roman yazmak istemiştim, diyor. Anlağından geçen onca nesne. Birbirinin aynı anları yaşamaktan. Belki.
"Her şey çürüyor, her şey... İnsanlar..."
"Sabah üzerimden atarım, diye."
"Hep aynı geceyi yaşamaktan çok sıkıldım. "
Sıkılan insan ne yapar?! Yazmaktan başka bir çare var mı?
Bizim gibiler, diyor.
"Hemen sokağa çıktım. Sevdiğim yazara mektup atacağım. Geçen haftadan bu yana masamın üzerinde duruyor mektup. Bir türlü cesaret edip de gönderemedim. Doğrusu, bazı özel meselelerimden bahsetmiş olduğumdan, cesaret edemedim, utandım. Hem, ilk mektuptan da... İnsan önce birkaç mektup atar da, bir nabız yoklar, öyle değil mi? Öyle ya… Babasının oğlu muyum?"
“Postane, pembe çatılı binanın önünde ana caddenin karşısında. Yerler ıslak. Yağmur damlamıyor. Soğuk bir esinti var. Işıkları geçtim, ara sokağa girdim. Ana caddenin karşısındaki ara sokak! Hava karardı kararacak. Üşüdüm. Evde yaşayan biri için böyle hava değişimleri üşütüyor insanı... Soğuk birden içini ürpertiyor insanın. "
"Her şey çürüyor, her şey..."
"Neyse ki postane kapatmış... Hiç bilmiyor muşum gibi sokağa atmıştım kendimi, oysaki..."
Postane, akşam beş deyince, kepenkleri...
"Mektup... Masamda pazartesiye kadar..."
"Sonra, düşündüm de; iyi ki göndermemişim. Gönderememişim mektubu. Emin değilim, dediğim gibi... Babasının oğlu değilim ya!"
Defterini kapattı... Enikonu çöktü karanlık.
“Salondan sesler geliyor. Annem akşam yemeği için hazırlık yapıyor. Çatal, kaşık, tabak-çanak sesleri.”
Bu cümle de son satırlar olmalıydı. Zihnini durduramıyordu.Rahmi, masasında yazıyor.
"her şey çürüyor!"
"Rahmi! Rahmii! Rahmi, oğlum, yemek hazır..."
Yalnızca roman. Evet, roman yazmak. Edebiyat camiası içinde meşhur olmak. Kim bilir, Ahmet Cemil 'i okumuştu. Meşhur olmak, tanınmak, diye devam etti yazmaya.
Olmadı!
Hiçbir zaman olmadı. Bazı anlar. Birkaç sanrı, o kadar... Şimdi yazıya koyuldu tekrar. Yazacaktı. Yazarak atacaktı. İskender'i yazacaktı, Rikkat'i yazacaktı, Akat'ı...
İskender kimdi?
"Ah, başkaydı"
Sonra düşündü... Annesi yemeğe çağırıyordu. Salona doğru düşündü: Sümer…
Sümer kimdi?!
"Ortaokul sıralarından yediğimiz-içtiğimiz ayrı gayrı olmazdı Sümer ile. Her şeyi birlikte yapardık. O zamanlar namaz da kılardım. Sırf arkadaşım mutlu olsun için... (Başkaları için yaşamak) Her akşam aynı saatte sohbetler... Kimler yoktu ki orada... Edebiyatçılar, iş adamları, mimarlar... Genç insanlar, çocuklar..."
Çocuklar.
Çocukluğunu mu yazacaktı?!
Hayır, karıştı... Her şey. Gerçek ile düşü ayıramaz olmuştu.
Her şey çürüyordu...
Hepsi, evet hepsini yazmak istiyordu. Yazabilecek miydi?!
Sonra Sümer belirdi. Bulanık bir akşam. Yine, Kocamustâpaşa'da buluşacaklardı. Yok, orası değil. Kocamustâpaşa sonraları. İlk Cihangir'de buluşacaklardı. Okuldan sonra ilk
karşılaşmalar. Cihangir. Yine erken kalkıp, en güzel giysilerini giyecekti. Yine parfümler... Bileklikler, küpeler takıştıracaktı. Sonra buluşacaktı işte. Cihangir Camii avlusunda buluşacaktı.
"Her şey çürüyor...”
Yıllar ne de çabuk...

İstanbul Hatıralar Kolonyası elindeydi...
İstanbul'un bütün silueti buradan gözükecekti. Satır satır görecekti. Rikkat ile şu karşı kıyı şeridinde yürümüşlerdi. Harem'den Üsküdar'a kadar. Sonra, Akat'la buluşmuşlardı görünen Kadıköyü'nde, şimdi göğe yükselen bir balon vardı orada. İşte tam orada. Bu çay bahçesinde. Balon'ın altında bir çay bahçesi vardı şimdi. Neşe ile buluştukları yeri hatırlayamadı. Hangi yakadaydı ?! Sonra İskender düştü zihnine...

Uzun ince kayan bir yoldu.
Hatırlıyordu hepsini.
Yazacaktı.
Gerçek ile düş karışıyordu.
Sıraya koyamadı. Kalem elindeyken de böyleydi. Sıraya koyulması zordu. Yazılması da zor. İlle yazacaktı.

Yazmak zorunda mıydı?
Yazarak atacaktı.
Atamıyordu.
Sonra düşündü tekrar...
Sümer!
Armatörün oğlu. Zengin bir çocuk olması mı etkilemişti... Arkadaşlık işte.

Hayat maskeli balo...
"Akat'la, İskender'le yaşadıklarımı bilseydi Sümer..."

Bilseydi şimdi nasıl karşılardı, merak ediyordu.
"Sümer hep çocukluk arkadaşım olarak kaldı." dedi.
Bu tutucu ailenin çocuğu nasıl karşılardı? Sümer, hep çocukluk arkadaşı olarak kaldı.
Olmamıştı, ama bir türlü olmamıştı.
"Onunla daima arkadaş kaldık. Bir türlü olmadı."
"Sümer biliyor muydu?"
"Neyi?"
Söylenmesi zor ilişkiler. Kimse bilmemeliydi.
Aynı kızlara âşık olurlardı: Çocukluk.
"Bir gece şişmanca bir kıza âşık olduğumu söylemiştim Sümer'e. Felsefe okuyordu kız. Benden yetişkin, yaşça da öyleydi. Büyüktü. Çirkin bir kız, ama kültürlü... O zamanlar... Yani, geçmiş zamanlar. Bir daha gelmeyecek yıllar. Şimdi hatırlıyor, yazıyorum."
Salona, anneciğinin yanına doğru... Akşam yemeği için seslenişe kulak verdi. Annesi hastane raporlarını masanın üzerine koymuştu. Kahvaltıdan bu yana zaman nasıl geçmişti?!
Odasından çıkacaktı. Çıkmış mıydı? Kahvaltı yapmış mıydı?
Her şey etkiliyordu. Bu oda, bu çocukluğundan kalma ranza, tek kişilik kitap okuma koltuğu.
Hepsi.
Hepsi bir dönem bu odada bulunmuşlardı: İskender, Rikkat, Akat, Neşe...
Her şey çürüyor, çürüyordu...
Odadan çıkamıyordu. Bedeni yemek masasında, zihninden geçen onca resmedilmiş tasarımlar. Atılamayan şeyler...
Halid Ziya Uşaklıgil'in kitapları.
Sonra, bir masa takvimi (1980 yılına tarihlenmiş), not defterleri, renkli kalemler, sıfır yedi uçlar (sıfır beşler daha çokçaydı), yine renkli kâğıtlar, renkli renkli not defterleri, (koparılmış, buruşturulmuş, atılmış), bir gazete kupürü, eskiye tarihli bir köşe yazısı. Bir yazar. Köşe yazısının başlığı: "Defterimde Eylül.” Masada dağınıkça duran kitaplar. Okunacak kitaplar. Sırası beklenmeden masa üzerlerine konmuş, dağınık İstanbul romanları... Nevin Çokay tabloları... Bir denemesini okuduğu Sabahattin Eyüboğlu'nun kitabı. Hangi denemeydi?!
Her şey etkiliyordu, yazacaktı. Eşyalar...
Odasında, duvara asılı "Büyük İnek" tablosundan bahsediyordu Sabahattin Eyüboğlu. Nevin
Çokay'ın ilk gençlik yılları çalışmalarından "Büyük İnek" tablosu. Tablo için şunu yazmış eleştirmen:
Bir çeşit hislilik, içlilik, tabiati safiyane bir seviş bakımından bir yakınlık... Sadece "Büyük İnek" için mi bu sözler?! Tam hatırlayamıyor. Bölük pörçük... Bir Fransız gravürü, ahşap kurmalı duvar saati, üzeri 'Muhammed' yazılı bir bez... Duvara asılı bir bez. Özel yazılmış. Mustafa Kemal Paşa'nın portresi... Yağlı boya portresi, imzasız... Her şeyi saklamış sonra. Her şeyi.
Mektuplar... Eski, buruşturulmuş mektuplar. Atmamış. Saklamış. Koleksiyon. Koleksiyonundaki paralar, eksi paralar. Demir paralar, kâğıt paralar. Tedavülden kalkmış Lidya icadı paralar. 1930 yılına tarihlenmiş paralar.
Siyah masa saati 20.00'ı gösteriyordu.
Yemek vaktiydi. Annesinin sesine yönelmeliydi. Sese doğru yöneldi.
Akşam iyice çöktü.
Siyah masa saati dokuz oldu.
Akşam dokuz.
Yemekte ne vardı, ne konuşulmuştu? Ne yenmişti? Hatırlamıyordu... Anılar iyice karartmıştı, gözlerine perde inmişti, kulakları duymuyordu.
Hayat onu yazmaya çağırıyordu. Görmek istediklerini görüyor, duymak istediklerini
duyuyordu.
Yazıyordu. Masasında yazıyordu. Sümer'i anlatacaktı. Çocukluğunu... Vazgeçti!
Sonra bir sanat dergisi seçti... Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun soyut çalışmalarından örnekler vardı açtığı sayfada. Cihat Burak'ın kedileri vardı sonra. Basamaklarda duran iki kedi. Varlık dergileri, bir elektrik faturası karyolanın ayakucunda duruyordu. William Shakespeare'in bir oyunu kütüphanenin üzerindeydi: İki Soylu Akraba.
Benim Sinemalarım: Füruzan.
Füruzan'ın o acıklı öyküsü: Parasız Yatılı.
Ekrem Akurgal’ın  Anadolu Uygarlıkları Tarihi adlı kitabı. Yerde duran James Bond model bir çanta... Babadan kalma... Kapağı açılmış...
İngilizce gazeteler, kasetler... Eğitim seti.
Gürol Sözen'in Ege'den Akdeniz'e, ‘Mavi Uygarlık’ aldı büyük boy kitabı. Bu kitap, kütüphanenin en üstünde durmaktaydı. Yerlere saçılmış poşetler, düzensiz bir oda. Sarı zarflar. Israrla sarı zarflar...
Hayat gibi sarı, sararan zarflar... Bir Türk bayrağı... Argos Dergileri. Eski sayılarından birinin kapağı açılmış, ters çevrilmiş masanın üzerinde duruyor. Önsözde Selim İleri'nin yazısı.
Kütüphanenin en ücra köşelerine bırakılmış Selim İleri romanları: Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak örnekse.
"Veda etmeden gittiler. Hiçbir zaman veda etmezler. Hepsi. Hepsi hayatımdan kayboldu. Yazsam dönecekler mi ?!”
Sabah okuduğu büyük romancıyı gördü. Bir an görmek istedi.
Anneciğine baktı. Bir de yemek masasında duran hastane raporlarına.
Şimdi düşündü. Büyük romancı aktarıyordu. Büyük romancı yazdığı bir İstanbul kitabında büyük bir romancıyı yâd ediyordu. Refik Ahmet Sevengil' in monografisinden aktarıyordu:
"Abdülhamit devrinin konak efendisi, hanımı, kalfası, züppesi, uşağı, hizmetçisi, aşçısı, devlet düşkünü, fakir aileleri. Meşrutiyetten önce ve sonra İstanbul mahallelerinde oturan imam, mütekait (emekli), kalem efendisi, tulumbacı, satıcı, namuslu alüfte (düşkün kadın), sokakta oynayan çocuk. Umumî harp yıllarında aç kalan, saman ekmeği yiyen, varını yoğunu satıp savan, sonunda sokağa dökülen İstanbullu. Kadınıyla, erkeğiyle, çoluğuyla çocuğuyla... Mütareke yıllarının Frenk esiri, Frenk mukallidi, soytarı, dejenere, parazit adamı. Her devirde Anadolu'dan İstanbul'a geçim aramaya gelen ve burada küçük işler tutan kimseler."
"Şık" romancısı bu kişileri hayattan gözlemliyordu.
Büyük romancı aktarıyordu, İstanbul Hatıralar Kolonyası yazarı aktarıyordu. Yetmişine varmış "Şık" romancısı… O acısını unutamamıştı:
"Bir gece annem, önümde iki mum yanan aynanın karşısında, belinden aşağı dökülmüş siyah saçlarını tarıyordu. Ben dizlerine sarılmış duruyordum. Bu, pek vuzuhlu hatıramdadır. Birdenbire tarağı bıraktı. Beni saçlarının siyah dalgaları arasına çekti. Yüzümü iki avucumun içine aldı. Bütün şefkatiyle yakından baktı, baktı. Yanaklarından berrak damlalar yuvarlanıyordu. Böyle kucak kucağa mesut değil miydi? Niçin ağlıyordu? En hâzin sesiyle Rahmi, dedi."
"Rahmi ?!"
"Anneciğim..."
"Annesiz kalırsan ne yaparsın, Rahmi ?!"
Eylûl romancısı: "Her şey çürüyor, her şey... İnsanlar çürümeyecekler mi?"
"Şu çirkin dünyada en çok seni özlerim anne"

Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder