Ustam Selim İleri'ye...
Annesi, sabahın alaca karanlığında uyanmış, ocağa çay
suyunu koymuş, pencerenin önüne çektiği bir iskemlede; hafiften araladığı
balkon kapısının hemen yanı başında; sigarasını yakmış, ağır ağır cama vuran
kar tanelerinin yoğunluğu arasında; sislenen gözleri ile dışarıya bakıyordu.
Erken kalkmanın getirdiği mahmurlukla, içi ürperse de, tütünün o dördüncü
zindanında, hapsolmuşçasına dumanı içine çekiyor, çekiyor-çekiyordu. Her geri
bıraktığı duman, balkon kapısı aralığından, belli belirsiz hissedilen bir
esinti ile evin içlerine doğru giriyor, kaybolup yitiyordu.
Bir an irkildi.
"Çayı demlemeliyim."
Genç adam, hayretlik uyandıracak bir şekilde, annesinin odasına gelip onu
uyandırmasını beklemeden kalkmış, elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı
sofrasına oturmuştu.
Elinde bir kitap vardı: "İstanbul, Hatıralar Kolonyası"
Bir yandan kahvaltılıklardan atıştırıyor, öte yandan ara ara karıştırdığı
sayfalarda bir şeyler arar gibi kitabın sayfalarını hızlı hızlı geçiyor,
geçiyor-geçiyordu.
Annesi, “Günaydın yok mu?” dedi.
Hep böyle olurdu. Ne zaman bir kitaba dalsa, fiziğin öte yanında ikamet
edercesine, reel dünyadan uzaklaşıyordu. Bu uzaklaşmanın, bir kahvaltı sabahına
denk gelmesi de alışık bir durumdu. Tekrarlanan bir paralellik içindeki şu
hayat. Evet, şu reel dünya: Gerçeklik savaşı!
Hava aydınlanmak üzereydi. Soğuk bir sabaha daha uyanmıştı İstanbul.
Cihangir'de, dört yol ağzında, "Orhan Kemal Müzesi "nin hemen
karşısında, bir İtalyan inşası binada çalışmıştı yıllar yılı: Şark Exspres
Vapur A.C. A.Ş. Henüz on dört yaşında başladığı işten ayrıldığında yirmi iki
yaşında, genç bir delikanlı olmuştu.
Askerlik için ayrılmak zorunda kaldığı şirkete bir daha dönmedi...
Geçen zaman içerisinde, yazarlığın savurduğu yalnızlıkta, bedbaht
karanlıklarda, bir girdap içinde savruldu durdu. Şimdi hatırlamaya çalışıyordu.
Bir an belki.
İşte böyle günlerden yalnızca biri. Kimsenin iteklemesiyle uyandırılmadığı, kendisinin
uyandığı bir sabah. Belli ki, yine depreşmişti:
Yazmak istiyordu. Okumak. Oluk oluk okumak-okumak. Zaman! Zaman ayırmak.
Kahvaltıda İstanbul Hatıralar Kolonyası'nın sayfaları bir bir çevriliyor,
çevriliyor...
Bir an elinden düşürdü kitabı.
Odasına doğru yürüdü.
Duvarda asılı Nevin Çokay tabloları.
Yağlı boya resmedilen tablolar. Bir not kâğıdı, üzeri karalanmış, bantlanmış
duvara. Her ayın üçü ve yedisi, dergiler... Dergilere gönderilecek şiirler.
Notlar alınmış. Küçük not kâğıtları.
Masa üstünde bir yazı makinesi. Dededen kalma bir daktilo. Markası bir ruh
sağlığı ve hastalıkları doktorunu çağrıştıran: Adler
Masanın üzerine dağılmış albümler: Antonio Vivaldi, Frederic Chopin, Johannes
Brahms'ın CD'leri. Sonra Pink Floyd'lar: Dark Side Of The Moon, Animals...
Mozart!
Bir kalemlik, mermerden yapılmış, üzerine Türkiye haritası işlenilmiş. Masa takvimi,
tükenmez kalemler, kurşun kalemler. Özel bir dolmakalem. Kitaplar. Çokça
kitaplar. Hangisi? Seçilemiyor. Bazı ayrıntılar.
Orhan Hançerlioğlu'nun Düşünce Tarihi.
Tevrat, İncil ve Kur-an.
Kokulu silgiler.
Yine bir kitap: Allah'ın Gazapları.
Duvarda asılı bir Fransız gravürü. İki
yüz yıllık bir çizim. Bir oyuncak: Arıı vız vız vız, arıı vız vız vız.
İstanbul kitapları. Sonra bir gazete kupürü: "Türk Sineması'nın En Büyüğü:
Lütfi Ömer Akad."
Nevin Çokay'ın Antropolojik imgeleri. Yine yağlı boya bir tablosu. İnsanlığın
geçmişi. Günümüze gelen süreç. Bilgisayar başında kamburlaşan sırt. Acılar
yansımış resmedilenden odanın içine.
"Her şey etkiliyor, her şey..."
Bir yazarın gazeteye verdiği demeç: "Edebiyat Sanki Kendi Aramızda Bir
Oyun.” Küçük bir gazete kupürü: "Şiirin Beyhudeliği ve Dağlarca'nın
Asaleti”, yazarı bir şair. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'ne özel
yapılmış bir çanta. Bez çanta. Gazetelik sanki… Üzerinde bir yazarın portresi:
Ahmet Hamdi Tanpınar.
Bir sinema filmi: Saatler. Nicole Kindman. Sonra eski, antika bir masa. Bu
ayrı. İki masa sığmış odaya. Antika masanın üzerinde bir kitap: Dalgalar
National Geografik dergileri. Maksim
Gorki'nin bir kitabı: Ana.
Plaketler. Tozlanmış, hepsi tozlanmış. Her şey... Her şey tozlu.
"Her şey çürüyor... Her şey çürüyor..."
Hayat?!
Kim, ne için vermiş bu plaketleri?!
Karyola. Renkli yastıklar. Doksanlara doğru yastıklar da renklenmiş.
Yerlere saçılmış dosya kâğıtları, üzerleri karalanmış defter sayfaları,
sararmış gazeteler. Dosyalar yerlere saçılmış. Her birine hayat dosyalanmış
sanki. Bütün bir hayat.
"Her şey çürüyor, her şey...
Eşyalar çürümeyecekler mi?"
Plaklar. Suat Sayın: "Sevemez Kimse Seni." Antika masanın üzerinde
büyük Türkçe Lugat. Sappho 'nun şiirleri. Kim çevirmiş: Azra Erhat
İlk sayfayı açıyor:
“en güzel türküleri çağıracağım bugün
dostlarım için.”
Yalnızca, böyle başlayan bir roman yazmak istemiştim, diyor. Anlağından geçen
onca nesne. Birbirinin aynı anları yaşamaktan. Belki.
"Her şey çürüyor, her şey... İnsanlar..."
"Sabah üzerimden atarım, diye."
"Hep aynı geceyi yaşamaktan çok sıkıldım. "
Sıkılan insan ne yapar?! Yazmaktan başka bir çare var mı?
Bizim gibiler, diyor.
"Hemen sokağa çıktım. Sevdiğim yazara mektup atacağım. Geçen haftadan bu
yana masamın üzerinde duruyor mektup. Bir türlü cesaret edip de gönderemedim. Doğrusu,
bazı özel meselelerimden bahsetmiş olduğumdan, cesaret edemedim, utandım. Hem,
ilk mektuptan da... İnsan önce birkaç mektup atar da, bir nabız yoklar, öyle
değil mi? Öyle ya… Babasının oğlu muyum?"
“Postane, pembe çatılı binanın önünde ana caddenin karşısında. Yerler ıslak.
Yağmur damlamıyor. Soğuk bir esinti var. Işıkları geçtim, ara sokağa girdim.
Ana caddenin karşısındaki ara sokak! Hava karardı kararacak. Üşüdüm. Evde
yaşayan biri için böyle hava değişimleri üşütüyor insanı... Soğuk birden içini
ürpertiyor insanın. "
"Her şey çürüyor, her şey..."
"Neyse ki postane kapatmış... Hiç bilmiyor muşum gibi sokağa atmıştım
kendimi, oysaki..."
Postane, akşam beş deyince, kepenkleri...
"Mektup... Masamda pazartesiye kadar..."
"Sonra, düşündüm de; iyi ki göndermemişim. Gönderememişim mektubu. Emin
değilim, dediğim gibi... Babasının oğlu değilim ya!"
Defterini kapattı... Enikonu çöktü
karanlık.
“Salondan sesler geliyor. Annem akşam yemeği için hazırlık yapıyor.
Çatal, kaşık, tabak-çanak sesleri.”
Bu cümle de son satırlar olmalıydı. Zihnini durduramıyordu.Rahmi, masasında
yazıyor.
"her şey çürüyor!"
"Rahmi! Rahmii! Rahmi, oğlum, yemek hazır..."
Yalnızca roman. Evet, roman yazmak. Edebiyat camiası içinde meşhur olmak. Kim
bilir, Ahmet Cemil 'i okumuştu. Meşhur olmak, tanınmak, diye devam etti
yazmaya.
Olmadı!
Hiçbir zaman olmadı. Bazı anlar.
Birkaç sanrı, o kadar... Şimdi yazıya koyuldu tekrar. Yazacaktı. Yazarak
atacaktı. İskender'i yazacaktı, Rikkat'i yazacaktı, Akat'ı...
İskender kimdi?
"Ah, başkaydı"
Sonra
düşündü... Annesi yemeğe çağırıyordu. Salona doğru düşündü: Sümer…
Sümer kimdi?!
"Ortaokul sıralarından yediğimiz-içtiğimiz ayrı gayrı olmazdı Sümer ile.
Her şeyi birlikte yapardık. O zamanlar namaz da kılardım. Sırf arkadaşım mutlu
olsun için... (Başkaları için yaşamak) Her akşam aynı saatte sohbetler...
Kimler yoktu ki orada... Edebiyatçılar, iş adamları, mimarlar... Genç insanlar,
çocuklar..."
Çocuklar.
Çocukluğunu mu yazacaktı?!
Hayır, karıştı... Her şey. Gerçek ile düşü ayıramaz olmuştu.
Her şey çürüyordu...
Hepsi, evet hepsini yazmak istiyordu. Yazabilecek miydi?!
Sonra Sümer belirdi. Bulanık bir akşam. Yine, Kocamustâpaşa'da buluşacaklardı.
Yok, orası değil. Kocamustâpaşa sonraları. İlk Cihangir'de buluşacaklardı.
Okuldan sonra ilk karşılaşmalar. Cihangir. Yine erken kalkıp, en güzel
giysilerini giyecekti. Yine parfümler... Bileklikler, küpeler takıştıracaktı.
Sonra buluşacaktı işte. Cihangir Camii avlusunda buluşacaktı.
"Her
şey çürüyor...”
Yıllar ne de çabuk...
İstanbul
Hatıralar Kolonyası elindeydi...
İstanbul'un bütün silueti buradan gözükecekti. Satır satır görecekti. Rikkat
ile şu karşı kıyı şeridinde yürümüşlerdi. Harem'den Üsküdar'a kadar. Sonra,
Akat'la buluşmuşlardı görünen Kadıköyü'nde, şimdi göğe yükselen bir balon vardı
orada. İşte tam orada. Bu çay bahçesinde. Balon'ın altında bir çay bahçesi
vardı şimdi. Neşe ile buluştukları yeri hatırlayamadı. Hangi yakadaydı ?! Sonra
İskender düştü zihnine...
Uzun
ince kayan bir yoldu.
Hatırlıyordu
hepsini.
Yazacaktı.
Gerçek
ile düş karışıyordu.
Sıraya koyamadı. Kalem elindeyken de böyleydi. Sıraya koyulması zordu.
Yazılması da zor. İlle yazacaktı.
Yazmak
zorunda mıydı?
Yazarak
atacaktı.
Atamıyordu.
Sonra
düşündü tekrar...
Sümer!
Armatörün oğlu. Zengin bir çocuk olması mı etkilemişti... Arkadaşlık işte.
Hayat
maskeli balo...
"Akat'la,
İskender'le yaşadıklarımı bilseydi Sümer..."
Bilseydi şimdi nasıl karşılardı, merak ediyordu.
"Sümer hep çocukluk arkadaşım olarak kaldı." dedi.
Bu tutucu ailenin çocuğu nasıl karşılardı? Sümer, hep çocukluk arkadaşı olarak
kaldı.
Olmamıştı, ama bir türlü olmamıştı.
"Onunla daima arkadaş kaldık. Bir türlü olmadı."
"Sümer biliyor muydu?"
"Neyi?"
Söylenmesi zor ilişkiler. Kimse bilmemeliydi.
Aynı kızlara âşık olurlardı: Çocukluk.
"Bir gece şişmanca bir kıza âşık olduğumu söylemiştim Sümer'e. Felsefe
okuyordu kız. Benden yetişkin, yaşça da öyleydi. Büyüktü. Çirkin bir kız, ama
kültürlü... O zamanlar... Yani, geçmiş zamanlar. Bir daha gelmeyecek yıllar.
Şimdi hatırlıyor, yazıyorum."
Salona, anneciğinin yanına doğru... Akşam yemeği için seslenişe kulak verdi.
Annesi hastane raporlarını masanın üzerine koymuştu. Kahvaltıdan bu yana zaman
nasıl geçmişti?!
Odasından çıkacaktı. Çıkmış mıydı? Kahvaltı yapmış mıydı?
Her şey etkiliyordu. Bu oda, bu çocukluğundan kalma ranza, tek kişilik kitap
okuma koltuğu.
Hepsi.
Hepsi bir dönem bu odada bulunmuşlardı: İskender, Rikkat, Akat, Neşe...
Her şey çürüyor, çürüyordu...
Odadan çıkamıyordu. Bedeni yemek masasında, zihninden geçen onca resmedilmiş
tasarımlar. Atılamayan şeyler...
Halid Ziya Uşaklıgil'in kitapları.
Sonra, bir masa takvimi (1980 yılına tarihlenmiş), not defterleri, renkli
kalemler, sıfır yedi uçlar (sıfır beşler daha çokçaydı), yine renkli kâğıtlar,
renkli renkli not defterleri, (koparılmış, buruşturulmuş, atılmış), bir gazete
kupürü, eskiye tarihli bir köşe yazısı. Bir yazar. Köşe yazısının başlığı:
"Defterimde Eylül.” Masada dağınıkça duran kitaplar. Okunacak kitaplar.
Sırası beklenmeden masa üzerlerine konmuş, dağınık İstanbul romanları... Nevin
Çokay tabloları... Bir denemesini okuduğu Sabahattin Eyüboğlu'nun kitabı. Hangi
denemeydi?!
Her şey etkiliyordu, yazacaktı. Eşyalar...
Odasında, duvara asılı "Büyük İnek" tablosundan bahsediyordu
Sabahattin Eyüboğlu. Nevin
Çokay'ın ilk gençlik yılları çalışmalarından "Büyük İnek" tablosu.
Tablo için şunu yazmış eleştirmen:
Bir çeşit hislilik, içlilik, tabiati safiyane bir seviş bakımından bir
yakınlık... Sadece "Büyük İnek" için mi bu sözler?! Tam
hatırlayamıyor. Bölük pörçük... Bir Fransız gravürü, ahşap kurmalı duvar saati,
üzeri 'Muhammed' yazılı bir bez... Duvara asılı bir bez. Özel yazılmış. Mustafa
Kemal Paşa'nın portresi... Yağlı boya portresi, imzasız... Her şeyi saklamış
sonra. Her şeyi.
Mektuplar... Eski, buruşturulmuş mektuplar. Atmamış. Saklamış. Koleksiyon.
Koleksiyonundaki paralar, eksi paralar. Demir paralar, kâğıt paralar. Tedavülden
kalkmış Lidya icadı paralar. 1930 yılına tarihlenmiş paralar.
Siyah masa saati 20.00'ı gösteriyordu.
Yemek vaktiydi. Annesinin sesine yönelmeliydi. Sese doğru yöneldi.
Akşam iyice çöktü.
Siyah masa saati dokuz oldu.
Akşam dokuz.
Yemekte ne vardı, ne konuşulmuştu? Ne yenmişti? Hatırlamıyordu... Anılar iyice
karartmıştı, gözlerine perde inmişti, kulakları duymuyordu.
Hayat onu yazmaya çağırıyordu. Görmek istediklerini görüyor, duymak
istediklerini
duyuyordu.
Yazıyordu. Masasında yazıyordu. Sümer'i anlatacaktı. Çocukluğunu... Vazgeçti!
Sonra bir sanat dergisi seçti... Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun soyut çalışmalarından
örnekler vardı açtığı sayfada. Cihat Burak'ın kedileri vardı sonra. Basamaklarda
duran iki kedi. Varlık dergileri, bir elektrik faturası karyolanın ayakucunda
duruyordu. William Shakespeare'in bir oyunu kütüphanenin üzerindeydi: İki Soylu
Akraba.
Benim Sinemalarım: Füruzan.
Füruzan'ın o acıklı öyküsü: Parasız Yatılı.
Ekrem Akurgal’ın Anadolu Uygarlıkları
Tarihi adlı kitabı. Yerde duran James Bond model bir çanta... Babadan kalma...
Kapağı açılmış...
İngilizce gazeteler, kasetler... Eğitim seti.
Gürol Sözen'in Ege'den Akdeniz'e, ‘Mavi Uygarlık’ aldı büyük boy kitabı. Bu
kitap, kütüphanenin en üstünde durmaktaydı. Yerlere saçılmış poşetler, düzensiz
bir oda. Sarı zarflar. Israrla sarı zarflar...
Hayat gibi sarı, sararan zarflar... Bir Türk bayrağı... Argos Dergileri. Eski
sayılarından birinin kapağı açılmış, ters çevrilmiş masanın üzerinde duruyor.
Önsözde Selim İleri'nin yazısı.
Kütüphanenin en ücra köşelerine bırakılmış Selim İleri romanları: Bu Yaz
Ayrılığın İlk Yazı Olacak örnekse.
"Veda etmeden gittiler. Hiçbir zaman veda etmezler. Hepsi. Hepsi hayatımdan
kayboldu. Yazsam dönecekler mi ?!”
Sabah okuduğu büyük romancıyı gördü. Bir an görmek istedi.
Anneciğine baktı. Bir de yemek masasında duran hastane raporlarına.
Şimdi düşündü. Büyük romancı aktarıyordu. Büyük romancı yazdığı bir İstanbul
kitabında büyük bir romancıyı yâd ediyordu. Refik Ahmet Sevengil' in
monografisinden aktarıyordu:
"Abdülhamit devrinin konak efendisi, hanımı, kalfası, züppesi, uşağı,
hizmetçisi, aşçısı, devlet düşkünü, fakir aileleri. Meşrutiyetten önce ve sonra
İstanbul mahallelerinde oturan imam, mütekait (emekli), kalem efendisi,
tulumbacı, satıcı, namuslu alüfte (düşkün kadın), sokakta oynayan çocuk. Umumî
harp yıllarında aç kalan, saman ekmeği yiyen, varını yoğunu satıp savan, sonunda
sokağa dökülen İstanbullu. Kadınıyla, erkeğiyle, çoluğuyla çocuğuyla...
Mütareke yıllarının Frenk esiri, Frenk mukallidi, soytarı, dejenere, parazit
adamı. Her devirde Anadolu'dan İstanbul'a geçim aramaya gelen ve burada küçük
işler tutan kimseler."
"Şık" romancısı bu kişileri hayattan gözlemliyordu.
Büyük romancı aktarıyordu, İstanbul Hatıralar Kolonyası yazarı aktarıyordu. Yetmişine
varmış "Şık" romancısı… O acısını unutamamıştı:
"Bir gece annem, önümde iki mum yanan aynanın karşısında, belinden aşağı
dökülmüş siyah saçlarını tarıyordu. Ben dizlerine sarılmış duruyordum. Bu, pek
vuzuhlu hatıramdadır. Birdenbire tarağı bıraktı. Beni saçlarının siyah
dalgaları arasına çekti. Yüzümü iki avucumun içine aldı. Bütün şefkatiyle
yakından baktı, baktı. Yanaklarından berrak damlalar yuvarlanıyordu. Böyle
kucak kucağa mesut değil miydi? Niçin ağlıyordu? En hâzin sesiyle Rahmi,
dedi."
"Rahmi ?!"
"Anneciğim..."
"Annesiz kalırsan ne yaparsın, Rahmi ?!"
Eylûl romancısı: "Her şey çürüyor, her şey... İnsanlar çürümeyecekler
mi?"
"Şu çirkin dünyada en çok seni özlerim anne"
Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder