"Sana bakamadım. Kapıda
komşular vardı. Allah yolunu açık etsin. Allah'a emanet ol. Yaşattığın bütün
güzellikler için teşekkür ederim."
"Buraya kadar öyle mi?"
Ya günlükler, yazılarımız, gülüşlerimiz, öpüşlerimiz, sevişmelerimiz... Hepsini
geride bırakıp gitmek; hayat acımasız...
Ya aşk! Aşk da öyle...
Şimdi ağır ağır şekil aldı. Sonra yazdım: Git o halde, senin için sonsuz bir
aşk evreni bıraktım kapıya. Bırak kalsın, sen git. Öyle olsun...
Önce iç organlarının boşaldığını hissediyorsun, sonra soğuk bir ter döküyorsun.
Ardından, sanki organlarından sadece kalbinin sesini duyuyorsun. Senfonik bir
ses... Yıllardan ortaokul, belki Nisan... Tam hatırlayamadığım bir tarih.
Annemin pazardan alıp getirdiği civcivim. Okula gidesim yoktu... Ölmüştü...
Ağlıyordum...
Çok ağlıyordum!
Gece en son beraber uykuya dalmıştım civcivimle. Sabah onu nasıl boğduğumu
hatırlayamıyorum. Ve şimdi dokuz sene geçmişti aradan. Dokuz sene sonra
karşılaştığım o ilk aşkım.
Ve şimdi gidiyorsun. Seni
şaşırtmıştım hatırlıyor musun? Benim değiştiğimi düşünmüştün.
Fakat ben hiç değişmemiştim. Hâlâ o
eski haylaz çocuk ve bir o kadar da utangaç Stawro'yum ben.
Gittin. Gelmeyeceksin. Bana doğum günümde aldığın kum saatini hatırlattı
gidişin. İnce ince kayan kumlar gibi ağır bir yükü sırtıma koydun. Kaldıramayacağım
ağırlıktaki o yük.
Tıpkı yunan şarkıları gibi hüzünlüydü gidişin.
Kınalı'da bahar, manastır, yazdıkların, terk edilmiş çiçekler.
Eylûl. Eylûl sonudur.
Ve George Dalaras.
Ve ahşap kum saati.
Hepsi ayrılığın korkulukları.
Neden sonra Madam Maria'yı düşündüm. Hatırlıyor musun Madam Maria'yı ?
Çengelköy'den topladığı salkım salkım leylakları sunardı eliyle bize. Kederli
bir kadındı Madam Maria. Ayrılık acılarını iyi bilirdi. Kocasını kaybetmişti,
ablasını ve küçük erkek kardeşini depremde yitirmişti. Her şeye rağmen güzel
şeyler düşün, derdi.
"Güzel şeyler düşün daima..."
Ağladığımda annem söylerdi...
Dağlarda koşan ceylanların mutlu koşuşmalarını düşün. İnsana ne kadar da
huzurlu gelir. Ceylanların dertsiz- tasasız koştuklarını kim bilebilir peki?
Bize görünen mutlu tarafları vardır onların. Onu görmeye çalış..."
Madam Maria ne derse desin, ben hep aynı Stawro bildiğimi okur, ayrıcalıklı bir
dumanın üzerime üzerime geldiğini düşünürdüm...
Başka türlü olmalıydı. Takılmış bir plak gibi tekrarlar dururdum.
Ânı yaşamalıymışım. Hah, ânı yaşamak...
Bu sonbaharda, yağmurlu bir anı mezarlığına dönüşen bu şehirde ânı yaşamak...
Issız bir sokakta ayrılığın ölü kalıntıları. Her gün yürüdüğüm yollarda anılar.
Korkulukları ile geri dönüyorlar. Yüzyılın son dolunayı. İçinde yaşadığım
dünya. Israrla ve ısrarla Eylûl. Her taraf dumanlı bulutların getirdiği hüzünle
doluyor. Yağmurlar çiseliyor kalbimin derinliklerine. Sonbahar ilk yağmurunu
döküyor. İnsanlar kaçışıyorlar, eve geri dönüş başlıyor yağmura yenik şehirde.
Ve odamda asılı Leman Sam posterim, masamın üzerinde duran kendi sesi ile
Atatürk plağım, eski zenit fotoğraf makinem, kütüphanemdeki kitaplarım,
duvardaki yağlı boya tablolarım, yazı makinem. Baktıkça ayrılığımızı
hatırlatan, o birlikte oluşturduğumuz ayrıcalıklı müzemiz.
Sabah kalkıyorum, evimin bahçesindeki o renkli çiçekleri içime çekiyorum. Nar
ağacı meyvesini vermiş. Koparıyorum dalından... Sallıyorum...
Rıhtımda vapurun kalkmasını bekleyen martılar uçuşuyorlar. Koşuyorum...
Ardından gök ve deniz kararıyor. Vapurun usulca limandan ayrılışı. Sanki bir adım
atsam yetişebilirim telaşı.
Denizin üzerinde yürümeyi öğrenmeli insan...
Şimdi her baktığımda denize; bir
vapurun limandan ayrılışını görüyorum usulca...
O sendin.
Aralık 2006
Samatya
Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder