Atalet ve Ben
Her zaman dillendiririm ama ne kadar uyarım, meçhul: Yavaş ve istikrarlı olmak! Biliyorum bilmesine de yapılması gerekeni, fakat üzerimdeki ölü ruhu bir türlü kovamıyorum ne yazık ki! Gelgelelim her şeye rağmen mütevazi bir çabanın da içindeyim. Yer yer yapmaya, yapabilmeye de çalışırım elimden geldiğince. İşte gene başlangıçlar zamanındayım. Gazetecilik lisans ortalamam en az üç olmalı. Felsefe yüksek lisansı yapmayı planladığım için de Ales ve Yds için şimdiden çalışmalara başlamalıyım. Bazı handikaplarım var. Örneğin matematik ya da okuduğumu anlama! Bu ikisi de bende çok zayıf. Belleğim zayıf! Geliştirmem gerekenleri biliyorum bilmesine de, bir türlü şu ataleti üzerimden atamıyorum. Atmalıyım… Atmak zorundayım… Atabilirsem, yeni hayat beni şenlendirecek… Yeni, her zaman olmasa da, çoğu zaman heyecanlıdır.
23.11.2023
Öte taraftan da mesleğimi canlandırmak, eski mesleğe geri dönmek istiyorum: Gazetecilik…Günceli takip edip fakat ham haliyle değerlendirmek yerine, felsefeyle, tarihle, edebiyatla harmanlayıp yazmak.
23.11.2023
Ölüm:
Sıfır Stres
Çok sıkılıyorum. Öylesine çok sıkılıyorum ki, yaz yaz duramıyorum. Sıkıldığım zamanlarda sayfalarca yazıyor yazıyor yazıyorum. Sonra da iç sıkıntısı halinde başa dönüp yazdıklarımı okuyor okuyor okuyorum. Bir süre sonra yazmaya devam ediyorum. Tekrar başa dönüp okuyor…Okumayı yarıda kesiyor…Şu ana kadar yazdıklarımı bir hışımla yırtıyorum: Cart curt! Cart-curt yırtıyor ve çöpe atıyorum. Değer biçmiyorum yazdıklarıma. Değer biçseydim, bir düzene sokar yayımlatırdım. Şu sıralar şu eski yayımlatma hevesimi de yitirmiş bulunuyorum. Umut “saçma”dır. Bir şey olacağı yok ki! Beklemek kadar acı verici başka bir şey ve tek gerçeklik yok şu evrende. Ölüm, sıfır stres.
25.11.2023
Kendim Olmak
Kendim olmak istiyorum. Yazdıklarım “kendim” değil. Kendim olmaya en yakın hissettiğim anlar, kalem ve kâğıt ile kurduğum organik ilişki. Eski yazdıklarım, alıntılarla, pasajlarla, düşüncelerle, şiirlerle, öykülerle dolu. Bunlar beni kendimden uzaklaştırıyor. Kendim olmak istiyorum…İşte yazıyorum, kalem ve kâğıt! En saf haliyle, yayımlatma derdi olmayan yazı…Yazı böylesi çok güzel. Hatasıyla-sevabıyla bütün bir hayat dökümü. Günce yazmayı böylece sevdim galiba.
25.11.2023
Nehre bir sonraki girişinde başkasındır
Okumak, bireysel yapılan bir eylemdir. Bu yüzden,
eylem esnasında etrafın ne kadar kalabalık olsa da sen yalnızsındır. Şuraya
dikkat çekiyorum: Eylemin bizatihi kendisi yalnız yapılan bir eylemdir. Aksi
taktirde, eylem esnasında zihin, içi tıkış tıkış dolu bir mağazada hareket
etmektedir. Kalabalıktır içerisi.
Bu yalnızlık günden güne beni diplere çekerdi. Eski
hüzün yılları. Şimdi ise, yıllar geçtikten sonra yavaş yavaş yazmanın
yalnızlığına alıştım. Okumak çıkageldi. O da ayrı bir yalnızlık türü. Tabii
içerde ne çok kalabalıktır satırlar, yazı kaydıkça kitabın üzerinde… Okumanın
ve yazmanın yalnızlığına alıştım. Bu eylemlerden zevkler devşirdim kendime.
Eylem, yalnızlıktı. Ben eylemin ötesine geçmekte çok geç kaldım. Şöyle ki;
okurken metni değil de, kendini dinlerse insan (ki çoğu okumam kendimi
dinlemekle geçti) mutsuzluk çıkagelir. Gergin bir hal alınır. Oysaki okur,
zihnini her haliyle okumaya zerketmelidir. Mutluluk böyle gelir. Okumanın “dışı”
vardır, bir de “içi”. Okumanın dışı, siz metni katederken dış dünyada hayat
devam etmektedir. Misal, çay pişiyordur, kalorifer çalışıyordur, annem ev işi
yapıyordur vesaire. Bir de okumanın “içi” dediğim şeyden söz alırsam: Metindeki
kelimeler, zihnimdeki yaşanmışlıklarla çarpışarak, yeni, bambaşka, yepyeni ifadelere
dönüşürler. Sen sen olmaktan en çok okumanın içinde çıkarsın. Bu cümleyi iyi
kuramadım: Okuduğunuz metinler sizi yavaş yavaş eski ben’inizden uzaklaştırır,
yeni ben’inizle tanıştırır. Biliyorum, burada, o meşhur filozof akla
gelecektir: Her şey akar. Bir nehre iki defa girilemez. Öyle olsaydı okumak çok
monotom olurdu. Sıkıcı ve bunaltıcı bir hava eserdi o an. İşte eylemin ötesine
geçme meselesi burada önem kazanır. Eylemin ötesine geçen okur (yani ki okumak
eylemini unutan ve bütün ben’liğiyle kendini harflerin ötesine geçirebilen
okur) gerçek bir okurdur.
Nehre bir sonraki girişinde başkasındır.
26.11.2023
Emek
Emeksiz olmuyor. Her işin başı emek. Emek vermeden sonuç beklenmez.
tarihsiz
“Endişeye
mahal yok, hesaplar benden.”
Rüyamda
Orhan Pamuk’u gördüm. Yabancı bir evde, ablamla bir odanın içinde, sıkış-tepiş
dağınık bir odanın içinde, muhabbet ediyorduk. Birdenbire benim ilk hayatımda
(Rüyalar ikinci hayatlardır, demiş Nerval), güncemi tuttuğum defterim elime
geçti. Sonra, Orhan Pamuk göründü birden rüyada. Bu defterime bir imza attı,
hatıra olarak saklamam için bana verdi. Eleştirel bir yazıyı da ekledi.
Yazarlığı bıraktığım için bana sitem ediyordu. Şunları yazdı o deftere: “Her gün
yazmalı, sebatkâr ve sabırlı olmalı.” Rüyada bu yazıyı ablama okuttum. Sonra
elime Cumhuriyet gazetesi geçti. Açıp gazeteyi okumaya koyuldum. Orhan Pamuk’un
bana yazdığı hatıra, gazetede haber olmuştu. (Ne tuhaf, birkaç gün önce Uzak
Dağlar ve Hatıralar kitabını sipariş etmiştim.) Saçma bir haber. Az sonra
Pamuk, “hadi atlayın, sizi Boğaz’da kafa çekmeye götüreyim. “diyordu. Bir
teknenin içinde yol almaya başladık. Biraz sonra ultra lüks bir restorana
vardık. Restoran Boğaz’ın orta yerinde, açık denizdeydi. Galiba Galatasaray
adasıydı. (Bir dönem orada kasa şefliği yapmıştım.)
“Haydi, birer bira içelim”, dedi Pamuk. ”Endişeye mahal yok, hesaplar benden.”
02.02.2024
Ruh
halim
Ruh
halim çok değişken. Amaçlarım ruh halime paralel sürekli değişiyor. Bu
değişiklik beni diplere doğru çekiyor. Ve diplere salınırken, elimden Virginia
Woolf tutuyor şu sıra. Neden bu denli çok okuyorum Virginia Woolf’u? Hem bana
iyi geliyor Woolf, hem de ruhumu sıkıştırıyor. Karışık. Tabii, ne zaman böyle
bir hava esse ruhumda, yazıya gömülüyorum. Ne demişti üstadımız Orhan Pamuk
Öteki Renkler’de:
”Her
şey yalandır, her şey benim yazmam içindir.”
Boş
bir defter kadar başka hiçbir şey bana çekici gelmiyor şu sıralar.
Yazıyorum ben de!
02.02.2024
Mutluluk/Mutsuzluk, Sokaklar/Odalar
Mutlu
olabilmem için uzun uzun okumak, kısa kısa da olsa her gün yazı yazmam
gerekiyor. Yalnız doz aşımı denen bir şey de meydana geliyor zaman zaman. Uzun
uzun okumuş, uzun uzun yazmışsam, yaptığım bu işlerden de sıkılır, bunalıma
girerim. Çünkü o kadar hırs içinde okur ve yazarım ki, belli bir raddeden sonra
bu eylemlerim beni daraltır. Eskiler, tebdil-i mekanda hayır vardır, derler.
İşte böylesi zamanlarda kendimi sokağa vururum. Gecenin zifiri karanlığında,
şehrin en tekinsiz kuytularında, uzun uzun yürürüm. Uzun uzun yürüdükten ve
geceleri açık olan pilav üstü tavukçulardan oburlukla yer ve eve dönerim.
Yatağımın başucundaki kalın romanı açar, (Karamazov Kardeşler) bayılana kadar okurum.
03.03.2023
Kısa Hayat Dökümü: Gençlik Düşü
1996'da on altı yaşımdayken uluslararası bir
şirkette ofisboy olarak çalışmaya başladım. Hayatımın dönüm noktalarından
biridir. Çok kültürlü, çok dilli bir ortamda beş yıl askere gidene kadar
çalıştım. Benim en çok empati yapma yetimi geliştiren bu çok kültürlü şirketi,
hayatımın en büyük şansı olarak görürüm. Yazar olmaya o yıllarda karar verdim.
Ömer Hayyam’ım dörtlüklerini okuduktan sonra elime, Amin Maalouf’un Semerkant adlı romanı geçti. Bir çırpıda okudum bu romanı
ve hemen bir roman yazma denemesi içine girdim.
Tabii, bu biraz da şıpsevdilikti. Hemen adını
bile koymadan yüz küsur sayfalık bir metin yazdım. Felsefi bir metin olması kaçınılmazdı
çünkü o yıllar bir felsefe kulübüne üyeydim. Bu kulüpte, 1996’dan 2000’lere
kadar dersler görmüştüm. Dolayısıyla ilk roman denememi bu etkilerle yazdım.
Bir çılgınlık anında bu yazdığım metni imha ettim. Suç ve Ceza’yı okumuştum
çünkü. Daha sonra şiir, öykü ve roman türünde eserleri ciddiyetle okumaya
başladım. Bir yandan bu çok kültürlü şirkette çalışıyor, bir yandan da hayatta ne
yapabilirim, sorusuyla içli dışlı oluyordum. Yaşım 16-17.
Bir gün işyerimde benim roman okuduğumu gören müdür, çok
kimsede olmayacak olgunlukta, beni uyaracak yerde, kimi okuduğumu sordu…
Yüzümün kızardığını anımsıyorum. Halbuki utanılacak bir şey yapmıyordum. Sadece
iş dışında bir uğraşı halinde olmam beni kötü hissettirmişti. Ertesi gün,
şirketin müdürü bana iki ayrı kitap getirdi. Bu kitaplardan biri Orhan
Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü, diğeri ise Hans Rechanbach’ın Bilimsel
Felsefenin Doğuşu’ydu. Böylece ilgi alanlarım genişliyordu. Ama gene de
aradığım bu değildi.
Evet, edebiyata bir felsefe altyapısıyla adım atmıştım ve bir felsefi roman
yazmıştım belki ama mutsuzdum. Hayatta ne yapmalı, sorusunun cevabını
bulamıyordum. Şiirler yazıyor, öyküler kaleme alıyor ve küçük denebilecek
yazılar, yani denemeler yazıyordum. Yıl 1997-98. Peki, ne yapmalıydım? Edebiyat
dergilerinden bir haber yazmaya devam ediyordum. Yazıyor mutlu oluyor, her şey
bittikten sonra ben ne yapmalıyım diye sıkılıyordum. Sıkıldıkça da daha çok
yazıyordum. Bu böyle askere gidene kadar sürüp gitti. Sonra askerlik geldi
çattı. Şirketten çıkışımı aldım ve askere gittim. En verimli çağımda, tam 18
ay, evet, yazıyla da yazalım, on sekiz ay, askerlik yaptım. Büyük kayıptı benim
için. Askerde hemen hemen tüm edebiyat türlerini unutup, sadece günce yazmaya
başladım. Kitap da okumuyordum artık. Hayatta ne olmalıydım? Günceler beni her
gün yazıya daha fazla inandırıyordu. Yaptığım iş ya da işler ne olursa olsun
keyif alabileceğim bir iş olmalıydı. Bu yazarlıktı, evet, kafamda şekil almıştı
fakat nasıl geçinecektim? Askerlik boyunca günceme bu yazarlık bedbahtlığından
çok fazla bahsetmişimdir. Sanki hiç bitmeyecek gibiydi ama askerlik de bitti.
Askerden sonra da devam ettirdiğim güncelerim bir gün taşınırken kayboluverdi.
Bir süre sonra hemen her şeyi bırakıp, yeni bir işe girdim. Maddiyat önemliydi.
Bir bilet firmasında işe girdim. Konser, tiyatro, bale, spor müsabakalarına
bilet satan bir firmada satış temsilciği yapıyordum artık. Bu arada küçük
denemeler yapmıyor değildim…Yazıyordum zaman buldukça. Örnekse şiir yazıyordum.
Attilâ İlhan bu dönemde hayatıma girdi. Daha önce çok şair okumuştum fakat
Attilâ İlhan kadar bende iz bırakan bir başka şair hatırlamıyorum. Yirmi iki
yaşımda şair olmaya karar verdim.
Bir gün Sultanahmet’te gezinirken, Türk Edebiyat Vakfı adlı bir yere denk
geldim. Galiba ilk okuduğum edebiyat dergisi de Türk Edebiyatı Dergisi’ydi. Bu
dergi beni başka başka dergilerin varlığından haberdar etti. Bir ürünümün bir
dergide yayımlanması ve okunması rüya gibiydi o yıllar. TED’e çok şiir
gönderdim. Zaman zaman da mektuplar yazıyordum bu dergiye, fakat bir türlü
şiirlerimi yayımlamıyorlardı. Daha sonraları, çok seçkin edebiyat dergilerinde
şiirlerim yayımlanmaya başladı. Gelgelelim şiir yazarak geçim sağlamak
olanaksızdı. Bu işi yarı zamanlı yapmak en mantıklısı olacaktı. Boş gezemezdim.
Bir yandan da yazar olmaya, yazarlığa inanmaya da başlamış, büyük bir aşk ile
yazılar yazıyordum. Şiirler, öyküler, düzyazılar ve roman denemeleri…Rüya
gibiydi ama bir gün rüyadan uyandım. Öyle kolay değildi. Bu işin hakkını
vererek yapmalıydım. Hem işe gidip hem yazarlık yapan yazarlar yok muydu? Elbette
vardı ama ben o yazarlardan olmamalıydım. Yaptığım işten geçimimi de
sağlamalıydım. Mutsuz oluyordum
çalışmaktan. Ben yalnızca edebiyat ve sanatla ilgilenmeliydim. Fakat Türkiye
şartlarında nice değerli üstatlarımız birçok zorluklara göğüs germemişler
miydi? Bunu kabullenmem zor olmuştu.
Gençlik düşü ya da gençlik özgüveni diyelim.
08.08.2023
Şimdi biraz sakin olmalıyım ve yavaş ama istikrarlı bir
şekilde her günümü yazı-çizi işlerime odaklamalıyım. Sabahları uyandığımdan bir
mayışıklık yapmak yerine adeta bir zıpkın gibi yataktan fırlamalıyım.
04.08.2023
Her şeyi yavaş ve istikrarlı ama acele yapmalıyım.
04.08.2023
Romanları çoğu zaman büyük bir ciddiyetle okuyorum.
04.08.2023
Sabah banyosu, kahvaltı, yürüyüş, Boğaz havası ve
eve dönüş, mutluluk anlarda saklı. Ne geçmişin hatıralarında ne de geleceğin
belirsizliğinde. Mutluluk, hemen her an yaptığın eylemlerde. Kendini iyi
hissetmek anlarda gizli. Örnekse, bu yazıyı yazarken öte taraftan da kahvemi
yudumluyorum. Bu, tekrarlanamayacak bir an. Pollyanacı olma durumundan söz
etmiyorum. Bu başka bir şey. Yaklaşık on yıl depresyon hastası olarak yaşadım
ben. Az-çok tecrübem oldu bu illetle. Yemek yerken, müzik dinlerken, kitap
okurken hep içinde bulunduğum durumdan hoşnut olmaya çalışıyorum ben. Bu da
başarı benim için, başarıysa.
04.08.2023
Babamdan sonra hiç ağlamadım. Ben ki en ufak bir
olumsuzlukta, bir melodramın acıklı sahnesinde, hüzünlü başlayan bir Selim
İleri romanında, evcil hayvanımdan ayrıldığım o acıklı yılda vesaire gözyaşı
döken ben, babamın ölümüne hiç ağlamadım. Belki de yıllar yılı beni diplere
sürükleyen şu melankoli illetinden kurtulmamın belirtisiydi babama ağlayamamak.
Geçelim.
Babam yufka yürekliydi. Bana bir fiske tokat atmayı
bırak, kötü söz dahi etmemiştir hayatı boyunca. Pasifti babam. Evet, eksikti
hep ama güzel bir adamdı. Babalık rolünü hiç oynayamadı. Beni şımarttı.
Sevgilimden ayrıldığım o gece babama sarıldım örneğin. Ağlıyordum. Babam dedi
ki; “ağlama babam, sil gözünün yaşını, bak hayat devam ediyor, üzülme, perişan
ediyorsun kendini, bak biz varız, boş ver, içelim-geçer!” Boş verdim ve
geçti-gitti.
Zaman zaman babama çıkıştığım olurdu. Kötü söz de
söyledim ona bir vakit. Beni hep alttan aldı babam. Böyle de güzel bir adamdı
o!
07.08.2023
Bir yandan bir işte çalışıp, bir yandan yarım kalan okulumu okuyup da öte taraftan romanlar okuyup-romanlar yazmak istiyorum. Çok şey mi?
08.08.2023
Ani bir kararla Adalar vapuruna atladık. Annemle gezmeyi hep çok seviyorum hem de biraz endişeleniyorum onunla gezerken. Seviyorum çünkü bana can yoldaşlığı yapıyor. Sevmiyorum çünkü inanılamayacak derecede onun üstüne titriyorum: Aman anne ayağın kaymasın, düşersin sonra, aman karşıdan geçerken dikkat et bir Fayton geçebilir, aman taşa dikkat et bileğini burkar, aman anneciğim çok açılma, kıyıda yüz, bla bla bla.
tarihsiz
Yıllar yıllar evvel, henüz ortaokula giderken, âşık
oldum. Kız çok güzel ve çalışkandı, ben bakımsız ve tembeldim. Her sabah okula
gittiğimde sokağın köşesinde âşık olduğum kızın görünmesini büyük bir heyecan
ve utanma halinde beklerdim. Tabii, bu işi bir dedektif titizliğinde ve kendimi
farkettirmeden yapardım. Uzun uzun ona bakar, o okula doğru giderken ben de
yavaş yavaş okuluma doğru yol alırdım. Aynı sınıfta okuyorduk. O çalışkan
olduğu için pek yanaşamazdım yanına. 1990’lı yılların eğitim hayatı tembel
öğrencileri arka sıralarda istiflemekti. Ben de en arka sırada otururdum hep.
Arka sıralarda müthiş espriler dönerdi. Genelde tembel öğrenciler bu esprileri
dersi kaynatmak için yaparlardı. Bir dersi anımsıyorum. Bir arkadaşımın James Bond
marka çantası vardı. Onu her ders bir kere yere atardık. Çok ses yapardı. İngilizce
dersinde aynı muzurluğu yaptığım sırada, hoca beni farketti, (Tembel öğrenciler
farkedilmekten hiç hoşlanmazlar) ve hemen en ön sırada iki kız arkadaşımın yanına
oturmamı söyledi. Bu iki kız da çok çalışkandı. Bu iki çalışkandan biri benim âşık
olduğum kızdı. Bir süre uzun sessizlik oldu. Ders yavaş akmaya başladı. Bir
yandan da âşık olduğum kızın yanında oturduğum için heyecanlıydım. Sınıfta tek
uzun etekli kız o’ydu. Muhafazakâr bir aileden geldiği açıktı ve çalışkandı. Bana
temas etmemek için aramıza çantasını koyardı. Her ingilizce dersinde bu iki
kızın yanında oturmak zorundaydım ben. Ve buna katlanmak hem kötüydü hem de
iyi. Kötü tarafı derse iştirak etmekti benim için, iyi tarafı ise sevdiğim kız
yanımdaydı. Bir gün İngilizce dersinden sınavımız vardı. O’nu kopya çekerken
gördüm. İçimden çalışkan bir kızın neden kopya çektiği ile ilgili bir sürü
düşünce geçmişti. Çok sonra idrak edecektim, çalışkanların daha çok kopya
çektiğini. Çünkü mevzuyu bilen öğrenci kopyada daha başarılı olurdu.
Dolayısıyla biz tembellerin kopya çekmesi çok daha zahmetli bir işti. Aşık
olduğum kız çalışkan ve kopyacıydı. Bu bana çok tuhaf geliyordu.
tarihsiz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder