11 Kasım 2024 Pazartesi

Kısa Hayat Dökümü: Güncemden Parçalar

 Atalet ve Ben

Her zaman dillendiririm ama ne kadar uyarım, meçhul: Yavaş ve istikrarlı olmak! Biliyorum bilmesine de yapılması gerekeni, fakat üzerimdeki ölü ruhu bir türlü kovamıyorum ne yazık ki! Gelgelelim her şeye rağmen mütevazi bir çabanın da içindeyim. Yer yer yapmaya, yapabilmeye de çalışırım elimden geldiğince. İşte gene başlangıçlar zamanındayım. Gazetecilik lisans ortalamam en az üç olmalı. Felsefe yüksek lisansı yapmayı planladığım için de Ales ve Yds için şimdiden çalışmalara başlamalıyım. Bazı handikaplarım var. Örneğin matematik ya da okuduğumu anlama! Bu ikisi de bende çok zayıf. Belleğim zayıf! Geliştirmem gerekenleri biliyorum bilmesine de, bir türlü şu ataleti üzerimden atamıyorum. Atmalıyım… Atmak zorundayım… Atabilirsem, yeni hayat beni şenlendirecek… Yeni, her zaman olmasa da, çoğu zaman heyecanlıdır.

23.11.2023

Öte taraftan da mesleğimi canlandırmak, eski mesleğe geri dönmek istiyorum: Gazetecilik…Günceli takip edip fakat ham haliyle değerlendirmek yerine, felsefeyle, tarihle, edebiyatla harmanlayıp yazmak.

23.11.2023

Ölüm: Sıfır Stres

Çok sıkılıyorum. Öylesine çok sıkılıyorum ki, yaz yaz duramıyorum. Sıkıldığım zamanlarda sayfalarca yazıyor yazıyor yazıyorum. Sonra da iç sıkıntısı halinde başa dönüp yazdıklarımı okuyor okuyor okuyorum. Bir süre sonra yazmaya devam ediyorum. Tekrar başa dönüp okuyor…Okumayı yarıda kesiyor…Şu ana kadar yazdıklarımı bir hışımla yırtıyorum: Cart curt! Cart-curt yırtıyor ve çöpe atıyorum. Değer biçmiyorum yazdıklarıma. Değer biçseydim, bir düzene sokar yayımlatırdım. Şu sıralar şu eski yayımlatma hevesimi de yitirmiş bulunuyorum. Umut “saçma”dır. Bir şey olacağı yok ki! Beklemek kadar acı verici başka bir şey ve tek gerçeklik yok şu evrende. Ölüm, sıfır stres.

25.11.2023

Kendim Olmak

Kendim olmak istiyorum. Yazdıklarım “kendim” değil. Kendim olmaya en yakın hissettiğim anlar, kalem ve kâğıt ile kurduğum organik ilişki. Eski yazdıklarım, alıntılarla, pasajlarla, düşüncelerle, şiirlerle, öykülerle dolu. Bunlar beni kendimden uzaklaştırıyor. Kendim olmak istiyorum…İşte yazıyorum, kalem ve kâğıt! En saf haliyle, yayımlatma derdi olmayan yazı…Yazı böylesi çok güzel. Hatasıyla-sevabıyla bütün bir hayat dökümü. Günce yazmayı böylece sevdim galiba.

25.11.2023

Nehre bir sonraki girişinde başkasındır

Okumak, bireysel yapılan bir eylemdir. Bu yüzden, eylem esnasında etrafın ne kadar kalabalık olsa da sen yalnızsındır. Şuraya dikkat çekiyorum: Eylemin bizatihi kendisi yalnız yapılan bir eylemdir. Aksi taktirde, eylem esnasında zihin, içi tıkış tıkış dolu bir mağazada hareket etmektedir. Kalabalıktır içerisi.

Bu yalnızlık günden güne beni diplere çekerdi. Eski hüzün yılları. Şimdi ise, yıllar geçtikten sonra yavaş yavaş yazmanın yalnızlığına alıştım. Okumak çıkageldi. O da ayrı bir yalnızlık türü. Tabii içerde ne çok kalabalıktır satırlar, yazı kaydıkça kitabın üzerinde… Okumanın ve yazmanın yalnızlığına alıştım. Bu eylemlerden zevkler devşirdim kendime. Eylem, yalnızlıktı. Ben eylemin ötesine geçmekte çok geç kaldım. Şöyle ki; okurken metni değil de, kendini dinlerse insan (ki çoğu okumam kendimi dinlemekle geçti) mutsuzluk çıkagelir. Gergin bir hal alınır. Oysaki okur, zihnini her haliyle okumaya zerketmelidir. Mutluluk böyle gelir. Okumanın “dışı” vardır, bir de “içi”. Okumanın dışı, siz metni katederken dış dünyada hayat devam etmektedir. Misal, çay pişiyordur, kalorifer çalışıyordur, annem ev işi yapıyordur vesaire. Bir de okumanın “içi” dediğim şeyden söz alırsam: Metindeki kelimeler, zihnimdeki yaşanmışlıklarla çarpışarak, yeni, bambaşka, yepyeni ifadelere dönüşürler. Sen sen olmaktan en çok okumanın içinde çıkarsın. Bu cümleyi iyi kuramadım: Okuduğunuz metinler sizi yavaş yavaş eski ben’inizden uzaklaştırır, yeni ben’inizle tanıştırır. Biliyorum, burada, o meşhur filozof akla gelecektir: Her şey akar. Bir nehre iki defa girilemez. Öyle olsaydı okumak çok monotom olurdu. Sıkıcı ve bunaltıcı bir hava eserdi o an. İşte eylemin ötesine geçme meselesi burada önem kazanır. Eylemin ötesine geçen okur (yani ki okumak eylemini unutan ve bütün ben’liğiyle kendini harflerin ötesine geçirebilen okur) gerçek bir okurdur.

Nehre bir sonraki girişinde başkasındır.

26.11.2023

Emek

Emeksiz olmuyor. Her işin başı emek. Emek vermeden sonuç beklenmez.

tarihsiz

“Endişeye mahal yok, hesaplar benden.”

Rüyamda Orhan Pamuk’u gördüm. Yabancı bir evde, ablamla bir odanın içinde, sıkış-tepiş dağınık bir odanın içinde, muhabbet ediyorduk. Birdenbire benim ilk hayatımda (Rüyalar ikinci hayatlardır, demiş Nerval), güncemi tuttuğum defterim elime geçti. Sonra, Orhan Pamuk göründü birden rüyada. Bu defterime bir imza attı, hatıra olarak saklamam için bana verdi. Eleştirel bir yazıyı da ekledi. Yazarlığı bıraktığım için bana sitem ediyordu. Şunları yazdı o deftere: “Her gün yazmalı, sebatkâr ve sabırlı olmalı.” Rüyada bu yazıyı ablama okuttum. Sonra elime Cumhuriyet gazetesi geçti. Açıp gazeteyi okumaya koyuldum. Orhan Pamuk’un bana yazdığı hatıra, gazetede haber olmuştu. (Ne tuhaf, birkaç gün önce Uzak Dağlar ve Hatıralar kitabını sipariş etmiştim.) Saçma bir haber. Az sonra Pamuk, “hadi atlayın, sizi Boğaz’da kafa çekmeye götüreyim. “diyordu. Bir teknenin içinde yol almaya başladık. Biraz sonra ultra lüks bir restorana vardık. Restoran Boğaz’ın orta yerinde, açık denizdeydi. Galiba Galatasaray adasıydı. (Bir dönem orada kasa şefliği yapmıştım.)

“Haydi, birer bira içelim”, dedi Pamuk. ”Endişeye mahal yok, hesaplar benden.”

02.02.2024

Ruh halim

Ruh halim çok değişken. Amaçlarım ruh halime paralel sürekli değişiyor. Bu değişiklik beni diplere doğru çekiyor. Ve diplere salınırken, elimden Virginia Woolf tutuyor şu sıra. Neden bu denli çok okuyorum Virginia Woolf’u? Hem bana iyi geliyor Woolf, hem de ruhumu sıkıştırıyor. Karışık. Tabii, ne zaman böyle bir hava esse ruhumda, yazıya gömülüyorum. Ne demişti üstadımız Orhan Pamuk Öteki Renkler’de:

”Her şey yalandır, her şey benim yazmam içindir.” 

Boş bir defter kadar başka hiçbir şey bana çekici gelmiyor şu sıralar.

Yazıyorum ben de!

02.02.2024

Mutluluk/Mutsuzluk, Sokaklar/Odalar

Mutlu olabilmem için uzun uzun okumak, kısa kısa da olsa her gün yazı yazmam gerekiyor. Yalnız doz aşımı denen bir şey de meydana geliyor zaman zaman. Uzun uzun okumuş, uzun uzun yazmışsam, yaptığım bu işlerden de sıkılır, bunalıma girerim. Çünkü o kadar hırs içinde okur ve yazarım ki, belli bir raddeden sonra bu eylemlerim beni daraltır. Eskiler, tebdil-i mekanda hayır vardır, derler. İşte böylesi zamanlarda kendimi sokağa vururum. Gecenin zifiri karanlığında, şehrin en tekinsiz kuytularında, uzun uzun yürürüm. Uzun uzun yürüdükten ve geceleri açık olan pilav üstü tavukçulardan oburlukla yer ve eve dönerim.

Yatağımın başucundaki kalın romanı açar, (Karamazov Kardeşler) bayılana kadar okurum.

03.03.2023

Kısa Hayat Dökümü: Gençlik Düşü

1996'da on altı yaşımdayken uluslararası bir şirkette ofisboy olarak çalışmaya başladım. Hayatımın dönüm noktalarından biridir. Çok kültürlü, çok dilli bir ortamda beş yıl askere gidene kadar çalıştım. Benim en çok empati yapma yetimi geliştiren bu çok kültürlü şirketi, hayatımın en büyük şansı olarak görürüm. Yazar olmaya o yıllarda karar verdim. Ömer Hayyam’ım dörtlüklerini okuduktan sonra elime, Amin Maalouf’un Semerkant adlı romanı geçti. Bir çırpıda okudum bu romanı ve hemen bir roman yazma denemesi içine girdim.

Tabii, bu biraz da şıpsevdilikti. Hemen adını bile koymadan yüz küsur sayfalık bir metin yazdım. Felsefi bir metin olması kaçınılmazdı çünkü o yıllar bir felsefe kulübüne üyeydim. Bu kulüpte, 1996’dan 2000’lere kadar dersler görmüştüm. Dolayısıyla ilk roman denememi bu etkilerle yazdım. Bir çılgınlık anında bu yazdığım metni imha ettim. Suç ve Ceza’yı okumuştum çünkü. Daha sonra şiir, öykü ve roman türünde eserleri ciddiyetle okumaya başladım. Bir yandan bu çok kültürlü şirkette çalışıyor, bir yandan da hayatta ne yapabilirim, sorusuyla içli dışlı oluyordum. Yaşım 16-17.

Bir gün işyerimde benim roman okuduğumu gören müdür, çok kimsede olmayacak olgunlukta, beni uyaracak yerde, kimi okuduğumu sordu… Yüzümün kızardığını anımsıyorum. Halbuki utanılacak bir şey yapmıyordum. Sadece iş dışında bir uğraşı halinde olmam beni kötü hissettirmişti. Ertesi gün, şirketin müdürü bana iki ayrı kitap getirdi. Bu kitaplardan biri Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü, diğeri ise Hans Rechanbach’ın Bilimsel Felsefenin Doğuşu’ydu. Böylece ilgi alanlarım genişliyordu. Ama gene de aradığım bu değildi.


Evet, edebiyata bir felsefe altyapısıyla adım atmıştım ve bir felsefi roman yazmıştım belki ama mutsuzdum. Hayatta ne yapmalı, sorusunun cevabını bulamıyordum. Şiirler yazıyor, öyküler kaleme alıyor ve küçük denebilecek yazılar, yani denemeler yazıyordum. Yıl 1997-98. Peki, ne yapmalıydım? Edebiyat dergilerinden bir haber yazmaya devam ediyordum. Yazıyor mutlu oluyor, her şey bittikten sonra ben ne yapmalıyım diye sıkılıyordum. Sıkıldıkça da daha çok yazıyordum. Bu böyle askere gidene kadar sürüp gitti. Sonra askerlik geldi çattı. Şirketten çıkışımı aldım ve askere gittim. En verimli çağımda, tam 18 ay, evet, yazıyla da yazalım, on sekiz ay, askerlik yaptım. Büyük kayıptı benim için. Askerde hemen hemen tüm edebiyat türlerini unutup, sadece günce yazmaya başladım. Kitap da okumuyordum artık. Hayatta ne olmalıydım? Günceler beni her gün yazıya daha fazla inandırıyordu. Yaptığım iş ya da işler ne olursa olsun keyif alabileceğim bir iş olmalıydı. Bu yazarlıktı, evet, kafamda şekil almıştı fakat nasıl geçinecektim? Askerlik boyunca günceme bu yazarlık bedbahtlığından çok fazla bahsetmişimdir. Sanki hiç bitmeyecek gibiydi ama askerlik de bitti. Askerden sonra da devam ettirdiğim güncelerim bir gün taşınırken kayboluverdi. Bir süre sonra hemen her şeyi bırakıp, yeni bir işe girdim. Maddiyat önemliydi. Bir bilet firmasında işe girdim. Konser, tiyatro, bale, spor müsabakalarına bilet satan bir firmada satış temsilciği yapıyordum artık. Bu arada küçük denemeler yapmıyor değildim…Yazıyordum zaman buldukça. Örnekse şiir yazıyordum. Attilâ İlhan bu dönemde hayatıma girdi. Daha önce çok şair okumuştum fakat Attilâ İlhan kadar bende iz bırakan bir başka şair hatırlamıyorum. Yirmi iki yaşımda şair olmaya karar verdim.

Bir gün Sultanahmet’te gezinirken, Türk Edebiyat Vakfı adlı bir yere denk geldim. Galiba ilk okuduğum edebiyat dergisi de Türk Edebiyatı Dergisi’ydi. Bu dergi beni başka başka dergilerin varlığından haberdar etti. Bir ürünümün bir dergide yayımlanması ve okunması rüya gibiydi o yıllar. TED’e çok şiir gönderdim. Zaman zaman da mektuplar yazıyordum bu dergiye, fakat bir türlü şiirlerimi yayımlamıyorlardı. Daha sonraları, çok seçkin edebiyat dergilerinde şiirlerim yayımlanmaya başladı. Gelgelelim şiir yazarak geçim sağlamak olanaksızdı. Bu işi yarı zamanlı yapmak en mantıklısı olacaktı. Boş gezemezdim. Bir yandan da yazar olmaya, yazarlığa inanmaya da başlamış, büyük bir aşk ile yazılar yazıyordum. Şiirler, öyküler, düzyazılar ve roman denemeleri…Rüya gibiydi ama bir gün rüyadan uyandım. Öyle kolay değildi. Bu işin hakkını vererek yapmalıydım. Hem işe gidip hem yazarlık yapan yazarlar yok muydu? Elbette vardı ama ben o yazarlardan olmamalıydım. Yaptığım işten geçimimi de sağlamalıydım.  Mutsuz oluyordum çalışmaktan. Ben yalnızca edebiyat ve sanatla ilgilenmeliydim. Fakat Türkiye şartlarında nice değerli üstatlarımız birçok zorluklara göğüs germemişler miydi? Bunu kabullenmem zor olmuştu.


Gençlik düşü ya da gençlik özgüveni diyelim.

 08.08.2023

 

Şimdi biraz sakin olmalıyım ve yavaş ama istikrarlı bir şekilde her günümü yazı-çizi işlerime odaklamalıyım. Sabahları uyandığımdan bir mayışıklık yapmak yerine adeta bir zıpkın gibi yataktan fırlamalıyım.

 04.08.2023

Her şeyi yavaş ve istikrarlı ama acele yapmalıyım.

 04.08.2023

Romanları çoğu zaman büyük bir ciddiyetle okuyorum.

 04.08.2023

 

Sabah banyosu, kahvaltı, yürüyüş, Boğaz havası ve eve dönüş, mutluluk anlarda saklı. Ne geçmişin hatıralarında ne de geleceğin belirsizliğinde. Mutluluk, hemen her an yaptığın eylemlerde. Kendini iyi hissetmek anlarda gizli. Örnekse, bu yazıyı yazarken öte taraftan da kahvemi yudumluyorum. Bu, tekrarlanamayacak bir an. Pollyanacı olma durumundan söz etmiyorum. Bu başka bir şey. Yaklaşık on yıl depresyon hastası olarak yaşadım ben. Az-çok tecrübem oldu bu illetle. Yemek yerken, müzik dinlerken, kitap okurken hep içinde bulunduğum durumdan hoşnut olmaya çalışıyorum ben. Bu da başarı benim için, başarıysa.

 04.08.2023

Babamdan sonra hiç ağlamadım. Ben ki en ufak bir olumsuzlukta, bir melodramın acıklı sahnesinde, hüzünlü başlayan bir Selim İleri romanında, evcil hayvanımdan ayrıldığım o acıklı yılda vesaire gözyaşı döken ben, babamın ölümüne hiç ağlamadım. Belki de yıllar yılı beni diplere sürükleyen şu melankoli illetinden kurtulmamın belirtisiydi babama ağlayamamak. Geçelim.

Babam yufka yürekliydi. Bana bir fiske tokat atmayı bırak, kötü söz dahi etmemiştir hayatı boyunca. Pasifti babam. Evet, eksikti hep ama güzel bir adamdı. Babalık rolünü hiç oynayamadı. Beni şımarttı. Sevgilimden ayrıldığım o gece babama sarıldım örneğin. Ağlıyordum. Babam dedi ki; “ağlama babam, sil gözünün yaşını, bak hayat devam ediyor, üzülme, perişan ediyorsun kendini, bak biz varız, boş ver, içelim-geçer!” Boş verdim ve geçti-gitti.

Zaman zaman babama çıkıştığım olurdu. Kötü söz de söyledim ona bir vakit. Beni hep alttan aldı babam. Böyle de güzel bir adamdı o!

 07.08.2023

Bir yandan bir işte çalışıp, bir yandan yarım kalan okulumu okuyup da öte taraftan romanlar okuyup-romanlar yazmak istiyorum. Çok şey mi?

08.08.2023

Ani bir kararla Adalar vapuruna atladık. Annemle gezmeyi hep çok seviyorum hem de biraz endişeleniyorum onunla gezerken. Seviyorum çünkü bana can yoldaşlığı yapıyor. Sevmiyorum çünkü inanılamayacak derecede onun üstüne titriyorum: Aman anne ayağın kaymasın, düşersin sonra, aman karşıdan geçerken dikkat et bir Fayton geçebilir, aman taşa dikkat et bileğini burkar, aman anneciğim çok açılma, kıyıda yüz, bla bla bla.

tarihsiz

Yıllar yıllar evvel, henüz ortaokula giderken, âşık oldum. Kız çok güzel ve çalışkandı, ben bakımsız ve tembeldim. Her sabah okula gittiğimde sokağın köşesinde âşık olduğum kızın görünmesini büyük bir heyecan ve utanma halinde beklerdim. Tabii, bu işi bir dedektif titizliğinde ve kendimi farkettirmeden yapardım. Uzun uzun ona bakar, o okula doğru giderken ben de yavaş yavaş okuluma doğru yol alırdım. Aynı sınıfta okuyorduk. O çalışkan olduğu için pek yanaşamazdım yanına. 1990’lı yılların eğitim hayatı tembel öğrencileri arka sıralarda istiflemekti. Ben de en arka sırada otururdum hep. Arka sıralarda müthiş espriler dönerdi. Genelde tembel öğrenciler bu esprileri dersi kaynatmak için yaparlardı. Bir dersi anımsıyorum. Bir arkadaşımın James Bond marka çantası vardı. Onu her ders bir kere yere atardık. Çok ses yapardı. İngilizce dersinde aynı muzurluğu yaptığım sırada, hoca beni farketti, (Tembel öğrenciler farkedilmekten hiç hoşlanmazlar) ve hemen en ön sırada iki kız arkadaşımın yanına oturmamı söyledi. Bu iki kız da çok çalışkandı. Bu iki çalışkandan biri benim âşık olduğum kızdı. Bir süre uzun sessizlik oldu. Ders yavaş akmaya başladı. Bir yandan da âşık olduğum kızın yanında oturduğum için heyecanlıydım. Sınıfta tek uzun etekli kız o’ydu. Muhafazakâr bir aileden geldiği açıktı ve çalışkandı. Bana temas etmemek için aramıza çantasını koyardı. Her ingilizce dersinde bu iki kızın yanında oturmak zorundaydım ben. Ve buna katlanmak hem kötüydü hem de iyi. Kötü tarafı derse iştirak etmekti benim için, iyi tarafı ise sevdiğim kız yanımdaydı. Bir gün İngilizce dersinden sınavımız vardı. O’nu kopya çekerken gördüm. İçimden çalışkan bir kızın neden kopya çektiği ile ilgili bir sürü düşünce geçmişti. Çok sonra idrak edecektim, çalışkanların daha çok kopya çektiğini. Çünkü mevzuyu bilen öğrenci kopyada daha başarılı olurdu. Dolayısıyla biz tembellerin kopya çekmesi çok daha zahmetli bir işti. Aşık olduğum kız çalışkan ve kopyacıydı. Bu bana çok tuhaf geliyordu.

tarihsiz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder