9 Kasım 2024 Cumartesi

Canhıraş Bir Hediye

 Babam işçiydi. Aziz hatırasına...

Bu bir hikâyedir.

Yağmurlu bir gündü...

Uçsuz bucaksız evrende alaca boyalı evler. Kurumuş makarna artıkları, bu sandalye, bu masa, bu kirli merdivenler, bu alkol yorgunu sokak, sokak müzisyenleri, şarapçılar. Sanatlı günler, sonra kirli evren... Kaldırım kenarlarında biriken çöpün ağırlığı; sigara izmaritleri, çiğnenmiş sakızlar, cips kâğıtları, bir sokak arasında kuytu bir köşeye öylece bırakılmış ıslak mendiller, belli belirsiz meni kokusu, içilmiş şarap şişeleri, uçuşan gazete kâğıtları, buruşturulup atılmış defter sayfaları...
Bir gravür niteliği taşıyan Beyoğlu’nun boş sokaklarını izlemek sabahın ilk ışıklarında.
Bunu öykü karakterimiz şimdi uygulamakta.
“Kızım ne yapıyordur şimdi acaba? Oğlum derslerine çalışıyor mudur? “
Bu kalabalık bakışların ardında, zihnine düşen o endişe hali: “Evlatlarım, iyiler midir?”
Her sabah olduğu gibi bu sabah da beş mahallenin temizliği ile sorumlu Mehmet Sarı.
Çöpçüdür Mehmet Sarı.
Böyle söylememeli ama!
Elli iki yaşında bir adam. İstanbul - Beyoğlu ilçesinde yirmi üç yıldır temizlik işçiliği yapan bir memur.Çevresine duyarlı, çalışkan, esnafın sevgisini kazanmış, güler yüzlü bir işçi.
(Taksim Meydanı’na heykeli dikilesi bir kahraman. Kahramanların insanlık için büyük etki yaratması da gerekmiyor bu hikâyede. Sıradan bir sokağın temizlenmesi ile görevli olması yeterli.)
Sıradan biri.
Mehmet Sarı’nın hikâyesi bir babanın yaşadıkları olduğu için çocukları hakkında kısa bir bilgi verelim: İki çocuk sahibi İşçi Mehmet Sarı. Çocuklarından kız olanını yurtdışında okutmuş. Diğeri ise hâlâ okumakta, Yusuf adında bir evlat. Kahramanımız Mehmet Sarı pek öyle siyasete miyasete karışmaz. Ne de olsa siyaset demek; sağ demek, sol demek, İslamcı demek, demokrat demek, komünist demek, faşist demek...
Birçok şey demek siyaset!
Mehmet Sarı için siyaset, ‘Yunus Emre’ demek. Bu da yeter demek anlaşmaya.
Gerisi laf.
Makineli tarımın yapıldığı 2010 yılında elbette o ağır ama pratik kullanılan pervaneli, küçük temizlik arabaları kullanılıyor sokak temizliğinde. İnsan gücüne çok gerek de duyulmuyor.
Mehmet Sarı’nın görevi ise bu makinelerin arkasında durup güçlü bir hortum ile çöp arabasının haznesine çekilen çöplerin etrafa dağılmalarını önlemektir. Böyle ince ayrıntıya da hiç gerek de yoktur. Mehmet Sarı’nın sadece baba olması yeterlidir bu hikâyede...
Mehmet Sarı yeni bir güne daha başlıyor. Ayrıntılar hikâyenin başında var.
Tekrar gereksiz.
Öğle saatlerine doğru içinde garip bir burukluk.
Genelde Taksim Meydanında yemekten sonra ayaküstü mola verir Mehmet Sarı. Şekersiz, demli bir çayın yanında koyu bir sigara içer. Sigarasının ucuna yakılır yorgunluk. Yorgunluğunu gidermeye çalışıyor. Dalgın bakışları arasında öğle vakitleri daha bir kalabalıklaşıyor Beyoğlu. İnsanların yoğunlaştığı, seslerin çoğaldığı bir vakit. Şimdi gürültünün içinde sessiz.
O vakit Taksim Meydanı’nda büyük bir patlama sesi duyulur.
Düşler biter, irkilir kahramanımız.
Çil yavrusu gibi insanlar kaçışırlar oraya buraya. Mehmet Sarı düşünür.
Ne yapmalı?
İlk şok etkisi, kala kalır olduğu yerde. Bir şey yapamaz. Kaçsa kaçamaz, kalsa donmuştur kanı. Telefonuna sarılır hemen, üniversitede okuyan oğlunu arar.
Bu arada, polisler bir çember örerler olay mahalline. Üst aramaları, denetimler...
Oğlunun telefonu cevap vermez önce. Anneyi arar Mehmet Sarı.
“Alo”
Korkudan sararmış yüzü, çelişkili ifade ile...
“Ayşe, bizim oğlan nerede? ”
“Okulda, nerede olacak...”
“Telefonunu açmıyor da, meraklandım.”
“Ne olacak bey, derstedir, derste... Hem sen ne yapacaksın Yusuf’u ?”
“Bir sesini duyayım dedim...”
Kapatır telefonu Mehmet Sarı. Patlamanın olduğu yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başlar. Şaşkındır.
Kalabalığa karışır. Polislerin arasından sıvışır. Kan içinde yatan insanlara nasıl yardım edeceğini düşünür.
Sirenler duyulur az sonra. Ambulans sirenleri. Tam bu sırada insanlardan dağılan eşyalar dikkatini çeker. Acıtır canını bu manzara. Yapabilecek bir şey de yoktur.
Her şey kontrol altındadır artık.
Yaralılar hastanelere sevk edilmeye başlar. Polis etrafta arama yapar. Kim olursa olsun, ne olursa olsun. Mehmet Sarı da bu aramalardan nasibini almıştır. Devletin memuru olması önemli değildir. Ne de olsa potansiyel şüphelidir bu durumda. En iyisi mi işine geri dönmelidir.
Hayat devam etmeli.
Eli cep telefonuna gider. Oğlunu arar tekrar. Uzun uzun çalar telefon. Açan yok! En sonu bir şahıs, “alo”der.
“Kimsiniz? “
“Yusuf, sen misin oğlum.”
“Yusuf Sarı’nın nesi oluyorsunuz?
“Oğlumdur da, siz...”
“Endişe edilecek bir durum yok. Oğlunuzun çantası ve telefonu bizde. Taksim İlk Yardım Hastanesi’ne gelin!”Polis memurudur konuşan. Endişeli bir ses ile...
“Ne oldu oğluma?! “
“Dediğim gibi, endişe edilecek bir durum yok!"
Mehmet Sarı endişeyle hastaneye varır. Tekrar telefon açar oğlunun cep telefonuna. Bu defa kapalıdır telefon. Hastaneye oğlunu sorar, yönlendirilir...
Yoğun bakımda yoktur. İşlemleri çoktan bitmiş.
Ex olmuştur Yusuf!
“Bu çanta oğlunuzun mu ?”
“Evet...”
Çantayı teslim alır Mehmet Sarı. İçini açmak aklına gelecek midir?
Mehmet Sarı, oğlunun çantasını karısı Ayşe ile gömü işlemleri bittikten sonra açarlar. Bir poşet içinde duran hediyelik yaptırılmış olan küçük paketi anne açar. Bir sigara tablası alınmıştır.
Küçük de bir not vardır:
“İşçi Babam Mehmet Sarı İçin... Babalar Günün Kutlu Olsun! “
Sararır aile.
Bütün bir günün sonunda Beyoğlu, onca pislik...
Asfaltın yorgunluğunun üzerinden kalkması zaman alacaktır.
Dünya son kez utanmalıdır...

Tarihsiz

Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder