9 Kasım 2024 Cumartesi

Sanrı

 Cemil Şevket Bey'e...

"Ne hoş..."

"Hoş mu?"

Cümle hoş...

Cümleler...

Cümle öbekleri...

Küçük tombul paragraflar…

Şimdi çimenlikler, ağaçlar, yeniden kendi rengine geri döndüler. Günlükler, kitaplar, koleksiyonumdaki eski paralar, bilgisayarıma gelen mesajlar, mektuplar... Hemen okumaya başlıyorum. Garip bir heyecan basıyor içimi, garip duygu ya da duygusallık.

Sözlerin, konuşmalarımız, tartışmalarımız, ciddi meseleler, güzel ülkemizin çirkin meseleleri. Ya gülüşlerimiz; gülüşmeler... Öpüşler, sevişler, anlaşmazlıklar, üzüntüler, sıkıntılar, ayrılıklar...

Ayrılmalarımız. Ve tekrar kavuşmalarımız. Ve tekrar ayrılmalarımız. Hepsi geride kaldı demek. Aslında cümle yanlış; cümle bozuk!

Doğrusu: Artık bir daha yaşanmayacak kadar.

Parıltılı bir yaz günü güneş tepemize kırmızı sıcaklığını balyoz gibi indiriyor. Toprağın çatlaklarından fışkıran karınca yuvaları, yoğun geçen sıcak bir hafta sonu. Yine bir pazartesi sıkıntısı. Sabahın en erken saatlerinden biri. Akşamdan terk edilmişliği belli kırmızı bir şarap şişesi. Deniz kenarına yaklaştıkça bütün çizgiler birer birer...

Sabah çöpçüleri henüz işbaşı yapmamışlar. Kumsalda bir ip gibi uzayan kumun ince örtüsü, ardından göğü delen o esrarengiz sabah mahmurluğu... Ufuktaki balıkçı teknesinin, yankılı, iç gıcırdatan titrek ses hali. Yelpaze gibi açılan gökyüzü. Bütün kıvrımlarıyla serinletiyor yüzümüzü sabah rüzgârı. Denizin yüzeyi usul. Ilık ılık sahile vuran dalgalar...

Dalgalar... Dalgalar... Dalgalar...

Bölük pörçük dalgalar. Bir yaprak hışırtısı sesi gibi. Kumsalı gölgeleyen ağaçların derin sessizliği…çiçekler, renkli renkli açan, yeşile, sarıya, lilaya, pembeye kaçan... Ateş renkli çiçekler...
"Taç yapraklarından konuşmayalım isterseniz?"
"Demek taç yapraklarından konuşmayacağız? Demek taç yapraklarını bilmiyorsunuz?” Babaanneme sorarım hep taç yaprakları nasıldır diye.
"Bilmiyor musun yavrum, taç yaprakları vardır... İşte açmaya yakındır onlar. Yaprakların kıvrımları. Açmaya çalışan yaprakların kıvrımlarını gözünde canlandırmaya çalış, hayalinde..."

Zor oluyorlar ama canlanıveriyorlar. Düşlerimde belki taç yapraklarından konuşuyoruz.

Sonra.

Sürekli.

Sürekli taç yapraklarından konuşuyoruz babaannemle. Sonra birkaç sanrı...

Daha... Daha... Daha sanrı... Çok sanrı... En sanrı...

Sanrılar... Sanrılar... Sanrılar...

Yaz rüzgârı esiyor. Bizi koruyan şemsiyemizi alaşağı ediveriyor. O da güzel. En azından bir dağınıklık.

"Bu dağınıklık hiç bitmez." diyor annem.

"Doğru, hiç bitmez. Hiç bitmesin." diyorum.

Evren dağınık, biz dağınığız. Dağınıklığın arasında biz yine babaannemle taç yapraklarından konuşuyoruz.

Israrla ve ısrarla...

Israrla ve ısrarla yine taç yaprakları, anlamsız belki.

Anlamsız bir konuşma ama benim için tüm kıvrımları çok şey ifade ediyor bu konuşmanın. Bir öykü zihnimden geçiveriyor. İsmini hatırlayamadığım bir öykü. Ama yalnızca taç yaprakları geçiyor öyküde. Kafamda kalan en son bu oluyor. Ne öykünün gidişatı, ne konusu, ne de bir isim... Yahut karakter. Hiçbir şey yok. Yalnızca taç yaprakları ve bir öykü. Taçlanışı, açışı, kıvrımları; eski bir sevgili diyor bana, belki bir ilk açış.
İlk sevgili...
İlk yaz...
Çeşitli çiçekler...
Çiçekleri açıyor ağaçların…Ayva ağacı, erik ağacı çiçek açmış…Kirazlar... İlkyaz güneş ve taç yaprakları.

Hep bir ayrılık aslında. (Yalnızlık desek.) Ayrılıkla yalnızlık el yazıları oluveriyorlar böyle duyarlı öyküler.
Sonra…
Bilmem, belki bir başucu kitabı.
Sonra defterlere güncelerin güncesi oluveriyorlar.
Açıp okuyorum.
Okuyalım emi, taç yapraklarından konuşuruz bu okumalarda.
Sonra birkaç sanrı daha.
Çünkü bir daha hiçbir zaman, geri gelmeyecek kadar eskidiler. Geri gelmeyecek kadar... Bazıları geri gelmeyecekler.

İşte bugün başlıyorum. Günce yazıyorum. Hepsini yazıyorum defterime. Yine ayrılıklarla başlayan başyazım. Öyle de bitirdiğimi sanmıyorum. Dedim ya, bu belki bir sanrı. Bakıyorum hemen bitmiyor. Hemen öyle...

"Bitmiyor... Bitmiyor... Bitmiyor..."

"Başlıyor."

Başlıyorum... Şimdi... Yine ayrılık...

Ayrılığın adı: Masumiyet...

Hep masumiyettir zaten… İsim koymak gerekmiyor aslında. Ayrılık ayrılıktır işte, ne bileyim. Kim ne bilebilir ki. Bir garip duygu hali. Neredeyse tepe tepe dağlar kadar uzak soğukluğuyla kaba saba sert bir kayalık.

Pazartesi sıkıntısı!

İşte hafta sonundan kalanların bütün kelimelerini cümle cümle dizdim. Artık yeni bir güne başlıyorum. Sabah işe geliyorsun, renkli renkli kıyafetinle, kitapların içinde kaybolmuş yeni bir elemansın. Herhangi biri değil işte. O herhangi biri olmayan biri. Kitap reyonunda yeni işbaşı yapmışsın. Burada. Kitapların arasında bizimle beraber. Benimle beraber.
Neden peki?
Sormuyorum.
Sadece seviniyorum o kadar. Neden sonra öğreniyorum. Kasada açık verdiğin için kitap satışı bölümüne almışlar seni:Buket.
İşte o isim: Edebiyat yazarlarına benzeyen bir tiplemen var.
Dış görünüşü diyelim. Dışı içine yansımış. Esmere kaçan saçlarını bukle bukle örmüş.

"Kitapevlerinde kitap okunmaz, satılır..."

Uyarılar, uyarılar... Ne zaman okuyabileceğim istediğim kitapları ben... Özgürce. Kimsenin karışmadığı bir ortamda.
Okur-satardım!

Okumak kısmı Cemil Şevket'i anımsatıyor. Her şey Cemil Şevket'te bitiyor. Bunu bil olur mu? Cemil Şevket: Bir roman karakteri...

Yalnızca seviniyorum. Neden peki. En azından roman bölümünde ona daha yakın olabileceğim için seviniyorum. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum. Çok farklı bir duygu hali. Âşık mı oluyorum?. Onu beğeniyorum. Hoşlanıyorum. Dinliyorum. Ama hiç konuşmak yok. Yalnızca dinliyorum. En çok dinlemekten keyif alıyorum. Onun bilgiye olan açlığını sezinliyorum. Bu bana daha çok haz veriyor. Edebiyattan, felsefeden, bilimden, sanattan konuşuyoruz. Aslında konuşmuyoruz.

Ben Cemil Şevket'in bu kitabevine geldiğini düşünerek öykülüyorum. Cemil Şevket ile o zamanlar tanışmıyoruz.

Bir buket aşk dolanıyor zihnimde.

Derkenpaldırküldürayrılık...

Sonra bir buket gözü yaşlı bir ilk tecrübe.

İlkyazaşkıilkiştecrübesi...

Merhabaelvedavehoşçakal...

"Hoşça... Kal..."

"Kal... Kal... Kal..."

Sonra, sonra mı?

Bu içsel bir yakarış"

Bitti.

Bugün on altıncı gün. Uzun zamandır ilk; ilk defa günlük yazılarıma devam ediyorum. Olan bitenleri yeni satın almış olduğum defterime, günceme... Fikret olarak düşüyorum... Bu ilk satırlar. İlk yaz satırları. Yine ayrılıklarla başlıyorum güncemin ilk sayfasına. Bir iç çekiş. Garip duygu ya da... Ve bir şiirin pasajı geliyor aklıma...

Attila İlhan!

"Sual sorduğun her şey senden sual soracak/ bitirdim sandığın vakit başladığını göreceksin..."

"Hep gül de yaşa, edebiyatla kal."
Sanırım bir şiirin parçası olmalı diyorum. Kendi cevabımı kendim veriyorum. Edebiyattan ayrılmam mümkün mü? Soru işareti...
“Kısa sürse de kitabevi maceram... Hoş sohbetin, temiz kalbin ömür boyu bana yadigâr kaldı. Güzel arkadaşlığın için minnettarım.”

Hoşça kal...

Kal... Kal... Kal...

Her şey tekrar tekrar güzel... Şiir gibi...

"Şiirde en çok tekrarları severim."

Evet, başlıyoruz:

Günler nasılda vahşice akıyor. Sorgulu - sorgusuz. Akıp gidiyor. Kum tanelerinin sahildeki kumsaldan kayıp kayıp gitmeleri, yitmeleri gibi gözden. Olaylar birbirinden çok bağımsız, karışık.

Ama ısrarla Fikret!

Yoğun geçen sıcak bir hafta sonundan sonra yine bir pazartesi sıkıntısı içindeyim. Bütün şizofreni benimle uğraşırken, ben onların uğraşlarını sadece kendime eğlence ediyorum. Kimi zaman olayların, isimlerin, yaşantıların da ötesine geçen farklı bir şey arıyorum. Anlatmak istediklerimi, içsel yıkıntılarımı, olayları sıraya dizip anlatmak yetmiyor. Çevre etkiliyor. En ufak bir doğa olayının bana yansıyan çevresel faktörleri... Ne yer, ne zaman, ne diyalog. Sadece duyumsamalar.

Sanrı.

"İmgelem kuşlarını hatırla ey okur!"

Uçuyorlar ama görmediğimiz boyutlarda. Duyumsa bunları. Duyumsa.

Lütfen duyumsa...

"Bazıları artık hiçbir zaman, bir daha geri gelemeyecek kadar eskidiler. Sonra birkaç sanrı.

"Taç yapraklarından konuşalım olur mu?"

Sonra babaannemle taç yapraklarından konuşuyoruz...

Belki bir buket, leylak mavisi geceden...

Sonra.

Çocuk Cemil Şevket nilüferleri dinliyor. Nilüferlerin: "Sevmesini bilmiyorsunuz... Sevmesini bilmiyorsunuz..." dediklerini işitiyor. Gün batıyor; beyaz... bembeyaz... mavi-beyaz nilüferler kapanıyorlar.

Cemil Şevket Bey'i görebiliyorum Kafes romancısı, senden bir türlü kurtulamıyorum...

Adatepe/İstanbul 2005-2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder