Cemil Şevket Bey'e...
"Ne hoş..."
"Hoş mu?"
Cümle hoş...
Cümleler...
Cümle öbekleri...
Küçük tombul paragraflar…
Şimdi çimenlikler, ağaçlar, yeniden kendi rengine geri döndüler. Günlükler,
kitaplar, koleksiyonumdaki eski paralar, bilgisayarıma gelen mesajlar, mektuplar...
Hemen okumaya başlıyorum. Garip bir heyecan basıyor içimi, garip duygu ya da
duygusallık.
Sözlerin, konuşmalarımız,
tartışmalarımız, ciddi meseleler, güzel ülkemizin çirkin meseleleri. Ya
gülüşlerimiz; gülüşmeler... Öpüşler, sevişler, anlaşmazlıklar, üzüntüler,
sıkıntılar, ayrılıklar...
Ayrılmalarımız. Ve tekrar kavuşmalarımız.
Ve tekrar ayrılmalarımız. Hepsi geride kaldı demek. Aslında cümle yanlış; cümle
bozuk!
Doğrusu:
Artık bir daha yaşanmayacak kadar.
Parıltılı bir yaz günü güneş
tepemize kırmızı sıcaklığını balyoz gibi indiriyor. Toprağın çatlaklarından
fışkıran karınca yuvaları, yoğun geçen sıcak bir hafta sonu. Yine bir pazartesi
sıkıntısı. Sabahın en erken saatlerinden biri. Akşamdan terk edilmişliği belli
kırmızı bir şarap şişesi. Deniz kenarına yaklaştıkça bütün çizgiler birer
birer...
Sabah çöpçüleri henüz işbaşı
yapmamışlar. Kumsalda bir ip gibi uzayan kumun ince örtüsü, ardından göğü delen
o esrarengiz sabah mahmurluğu... Ufuktaki balıkçı teknesinin, yankılı, iç
gıcırdatan titrek ses hali. Yelpaze gibi açılan gökyüzü. Bütün kıvrımlarıyla
serinletiyor yüzümüzü sabah rüzgârı. Denizin yüzeyi usul. Ilık ılık sahile
vuran dalgalar...
Dalgalar...
Dalgalar... Dalgalar...
Bölük pörçük dalgalar. Bir yaprak
hışırtısı sesi gibi. Kumsalı gölgeleyen ağaçların derin sessizliği…çiçekler,
renkli renkli açan, yeşile, sarıya, lilaya, pembeye kaçan... Ateş renkli
çiçekler...
"Taç yapraklarından konuşmayalım isterseniz?"
"Demek taç yapraklarından konuşmayacağız? Demek taç yapraklarını
bilmiyorsunuz?” Babaanneme sorarım hep taç yaprakları nasıldır diye.
"Bilmiyor musun yavrum, taç yaprakları vardır... İşte açmaya yakındır
onlar. Yaprakların kıvrımları. Açmaya çalışan yaprakların kıvrımlarını gözünde
canlandırmaya çalış, hayalinde..."
Zor oluyorlar ama canlanıveriyorlar.
Düşlerimde belki taç yapraklarından konuşuyoruz.
Sonra.
Sürekli.
Sürekli taç yapraklarından
konuşuyoruz babaannemle. Sonra birkaç sanrı...
Daha... Daha... Daha sanrı... Çok
sanrı... En sanrı...
Sanrılar... Sanrılar... Sanrılar...
Yaz rüzgârı esiyor. Bizi koruyan
şemsiyemizi alaşağı ediveriyor. O da güzel. En azından bir dağınıklık.
"Bu dağınıklık hiç bitmez." diyor
annem.
"Doğru, hiç bitmez. Hiç
bitmesin." diyorum.
Evren
dağınık, biz dağınığız. Dağınıklığın arasında biz yine babaannemle taç
yapraklarından konuşuyoruz.
Israrla ve ısrarla...
Israrla ve
ısrarla yine taç yaprakları, anlamsız belki.
Anlamsız bir konuşma ama benim için tüm kıvrımları çok şey ifade ediyor bu
konuşmanın. Bir öykü zihnimden geçiveriyor. İsmini hatırlayamadığım bir öykü.
Ama yalnızca taç yaprakları geçiyor öyküde. Kafamda kalan en son bu oluyor. Ne
öykünün gidişatı, ne konusu, ne de bir isim... Yahut karakter. Hiçbir şey yok.
Yalnızca taç yaprakları ve bir öykü. Taçlanışı, açışı, kıvrımları; eski bir
sevgili diyor bana, belki bir ilk açış.
İlk sevgili...
İlk yaz...
Çeşitli çiçekler...
Çiçekleri açıyor ağaçların…Ayva ağacı, erik ağacı çiçek açmış…Kirazlar...
İlkyaz güneş ve taç yaprakları.
Hep bir ayrılık aslında. (Yalnızlık
desek.) Ayrılıkla yalnızlık el yazıları oluveriyorlar böyle duyarlı öyküler.
Sonra…
Bilmem, belki bir başucu kitabı.
Sonra defterlere güncelerin güncesi oluveriyorlar.
Açıp okuyorum.
Okuyalım emi, taç yapraklarından konuşuruz bu okumalarda.
Sonra birkaç sanrı daha.
Çünkü bir daha hiçbir zaman, geri gelmeyecek kadar eskidiler. Geri gelmeyecek
kadar... Bazıları geri gelmeyecekler.
İşte bugün
başlıyorum. Günce yazıyorum. Hepsini yazıyorum defterime. Yine ayrılıklarla
başlayan başyazım. Öyle de bitirdiğimi sanmıyorum. Dedim ya, bu belki bir
sanrı. Bakıyorum hemen bitmiyor. Hemen öyle...
"Bitmiyor... Bitmiyor... Bitmiyor..."
"Başlıyor."
Başlıyorum...
Şimdi... Yine ayrılık...
Ayrılığın
adı: Masumiyet...
Hep masumiyettir zaten… İsim koymak
gerekmiyor aslında. Ayrılık ayrılıktır işte, ne bileyim. Kim ne bilebilir ki.
Bir garip duygu hali. Neredeyse tepe tepe dağlar kadar uzak soğukluğuyla kaba
saba sert bir kayalık.
Pazartesi sıkıntısı!
İşte hafta sonundan kalanların bütün kelimelerini cümle cümle dizdim. Artık
yeni bir güne başlıyorum. Sabah işe geliyorsun, renkli renkli kıyafetinle,
kitapların içinde kaybolmuş yeni bir elemansın. Herhangi biri değil işte. O
herhangi biri olmayan biri. Kitap reyonunda yeni işbaşı yapmışsın. Burada.
Kitapların arasında bizimle beraber. Benimle beraber.
Neden peki?
Sormuyorum.
Sadece seviniyorum o kadar. Neden sonra öğreniyorum. Kasada açık verdiğin için
kitap satışı bölümüne almışlar seni:Buket.
İşte o isim: Edebiyat yazarlarına benzeyen bir tiplemen var.
Dış görünüşü diyelim. Dışı içine yansımış. Esmere kaçan saçlarını bukle bukle
örmüş.
"Kitapevlerinde kitap okunmaz,
satılır..."
Uyarılar, uyarılar... Ne zaman
okuyabileceğim istediğim kitapları ben... Özgürce. Kimsenin karışmadığı bir
ortamda.
Okur-satardım!
Okumak
kısmı Cemil Şevket'i anımsatıyor. Her şey Cemil Şevket'te bitiyor. Bunu bil
olur mu? Cemil
Şevket: Bir roman karakteri...
Yalnızca seviniyorum. Neden peki. En
azından roman bölümünde ona daha yakın olabileceğim için seviniyorum. Bunun ne
demek olduğunu bilmiyorum. Çok farklı bir duygu hali. Âşık mı oluyorum?. Onu
beğeniyorum. Hoşlanıyorum. Dinliyorum. Ama hiç konuşmak yok. Yalnızca
dinliyorum. En çok dinlemekten keyif alıyorum. Onun bilgiye olan açlığını
sezinliyorum. Bu bana daha çok haz veriyor. Edebiyattan, felsefeden, bilimden,
sanattan konuşuyoruz. Aslında konuşmuyoruz.
Ben Cemil
Şevket'in bu kitabevine geldiğini düşünerek öykülüyorum. Cemil Şevket ile o
zamanlar tanışmıyoruz.
Bir buket aşk dolanıyor zihnimde.
Derkenpaldırküldürayrılık...
Sonra bir buket gözü yaşlı bir ilk
tecrübe.
İlkyazaşkıilkiştecrübesi...
Merhabaelvedavehoşçakal...
"Hoşça... Kal..."
"Kal...
Kal... Kal..."
Sonra, sonra mı?
Bu içsel bir yakarış"
Bitti.
Bugün on altıncı gün. Uzun zamandır ilk; ilk defa günlük yazılarıma devam
ediyorum. Olan bitenleri yeni satın almış olduğum defterime, günceme... Fikret
olarak düşüyorum... Bu ilk satırlar. İlk yaz satırları. Yine ayrılıklarla
başlıyorum güncemin ilk sayfasına. Bir iç çekiş. Garip duygu ya da... Ve bir
şiirin pasajı geliyor aklıma...
Attila İlhan!
"Sual sorduğun her şey senden
sual soracak/ bitirdim sandığın vakit başladığını göreceksin..."
"Hep gül de yaşa, edebiyatla
kal."
Sanırım bir şiirin parçası olmalı diyorum. Kendi cevabımı kendim veriyorum.
Edebiyattan ayrılmam mümkün mü? Soru işareti...
“Kısa sürse de kitabevi maceram... Hoş sohbetin, temiz kalbin ömür boyu bana
yadigâr kaldı. Güzel arkadaşlığın için minnettarım.”
Hoşça kal...
Kal...
Kal... Kal...
Her şey tekrar tekrar güzel... Şiir
gibi...
"Şiirde en çok tekrarları
severim."
Evet, başlıyoruz:
Günler nasılda vahşice akıyor.
Sorgulu - sorgusuz. Akıp gidiyor. Kum tanelerinin sahildeki kumsaldan kayıp
kayıp gitmeleri, yitmeleri gibi gözden. Olaylar birbirinden çok bağımsız,
karışık.
Ama
ısrarla Fikret!
Yoğun geçen sıcak bir hafta sonundan
sonra yine bir pazartesi sıkıntısı içindeyim. Bütün şizofreni benimle
uğraşırken, ben onların uğraşlarını sadece kendime eğlence ediyorum. Kimi zaman
olayların, isimlerin, yaşantıların da ötesine geçen farklı bir şey arıyorum.
Anlatmak istediklerimi, içsel yıkıntılarımı, olayları sıraya dizip anlatmak
yetmiyor. Çevre etkiliyor. En ufak bir doğa olayının bana yansıyan çevresel
faktörleri... Ne yer, ne zaman, ne diyalog. Sadece duyumsamalar.
Sanrı.
"İmgelem
kuşlarını hatırla ey okur!"
Uçuyorlar ama görmediğimiz
boyutlarda. Duyumsa bunları. Duyumsa.
Lütfen duyumsa...
"Bazıları artık hiçbir zaman,
bir daha geri gelemeyecek kadar eskidiler. Sonra birkaç sanrı.
"Taç yapraklarından konuşalım
olur mu?"
Sonra babaannemle taç yapraklarından
konuşuyoruz...
Belki bir buket, leylak mavisi
geceden...
Sonra.
Çocuk Cemil Şevket nilüferleri
dinliyor. Nilüferlerin: "Sevmesini bilmiyorsunuz... Sevmesini
bilmiyorsunuz..." dediklerini işitiyor. Gün batıyor; beyaz... bembeyaz...
mavi-beyaz nilüferler kapanıyorlar.
Cemil Şevket Bey'i görebiliyorum
Kafes romancısı, senden bir türlü kurtulamıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder