"yenildim korkunun işlevsiz
diline"
Metin Güven
Ve "Afrika Dansı" yazarı
anısına.
Sevim Burak için...
Ayıp bir kırmızı renginde,
yazıyorum. Rüzgâr bu satırları hiç sevmeyecek.
Bekliyorum.
Otobüs kalkmak üzere!
Uzun zamandır üzerine çalıştığımız dergimiz. Çıkarmalıyız. Mutlaka
çıkarmalıyız. Sonra buluşmalıyız. Dergide buluşmalıyız.
Otobüsten indim!
Bekliyorum...
Kafamın içinde gezinen onca düşünce. Derdimi dinleyen bir tek o küflü egzoz
kokusu. Soğuk hava bastırıyor. Yağmur çiseliyor, rüzgâr alabildiğine durgun,
kuru… Büyük çatırtılar olacak, uğultusundan belli; felaket öncesi uğultuları...
"Rüzgârla geldim."
Uzun bir yol yürüdüm. Üstelik
oruçluyum. Bütün gün, (rimelim akmış) bir paket sigara ile açtım orucumu. Her
saat her dakika iftar niyetine.
"Geldim..."
Kapındayım... Ziline basmalı mıyım? İçeriyi dinliyorum.
"Ses yok!"
Birlikte kurduğumuz ayrıcalıklı dünyanın seslerini dinliyorum. Belki bir miyav
sesi... Miyav sesi... Gelmiyorlar kulağıma, işitmiyorum.
Sessizlik!
Zile basmalı mıyım? Basmalıyım.
Dinggg donggg...
Dinggg donggg...
Dinggg donggg...
Otuzar saniye aralıklarla üç defa
ziline basıyorum. Her bastığımda saatimin kronometresi çalışıyor. Tekrar tekrar
basıyorum. Sürekli basıyorum.
-Dinggg donggg... Dinggg donggg...
Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg
donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg...
Dinggg donggg... Dinggg donggg... Dinggg donggg...
Dinggg...
"Ses yok!"
Bu defa asansörün kayış seslerini
duymak istemiyorum. Umutsuz, merdivenlerden iniyorum. Yine rüzgâr, çiselen
yağmur, (rimelim akmış) kapıda duran henüz zincirlenmemiş bir bisiklet.
Dışarıdayım. Çünkü üşüyorum. Sitenin
içinde dinlenme yeri yapmışlar. İşime yarayacak tek yer. Çatı bar burası olacak
anlaşılan. Roof yani. Birkaç dakika ıslanmak istiyorum; yalnız.
"Islanıyorum... Islanıyorum... Islanıyorum..."
Çantamdan çıkardığım kitaplarımı ve
not defterimi masanın üzerine yığıyorum.
"Üşüyorum. Çok üşüyorum."
Bir şeyler okumalı.
Soğukta zor oluyor. İnsan
okuduğundan bir lezzet alamıyor. Üşümek varken nasıl okur bir insan, nasıl
okuyabilir bir çatı altında, tir tir titrerken.(Rimelim akmış.) En iyisi mi
yazı yazmak. Yazmaya koyuluyorum. Yazmak. Ayrılıkları yazmak, demeliydim.
"Bu öykü dizisinde en çok
ayrılıkları yazdım, değil mi. Artık ayrılıkları yazmak istemiyorum."
“Siz bu öykülerde en çok ayrılıkları
yazdınız!”
“Evet, öyle.”
Ayrılıkları bir daha yazmamak için
öykümün başından beri -sırf bu yüzden- bekliyorum. Beklemek acıdır. Sabırsız.
Durağan. İkircikli. İnsan sıkılıyor beklerken. Bir de neyi beklediğini
bilmezse...(Rimelim akmış...) Daha bir sıkıcı, amaçsız yani...
"Bekleyeceğim."
Ayıp bir kırmızı kalemle yazıyorum
bu öykümü.
Beklemelerin hepsi ayıp. Bu ayıbı
yaşamak, beklemek istiyorum. Ayrılıkları yazmamak için beklemek. Beklerken, bir
yandan da yoldan geçen insanları izliyorum. Akşama yetişmeye çalışan ramazan
yolcuları. İftarda içleri ısıtan sıcak bir çorba, bir kaç hurma, zeytin, pekmez
ve ezanın uluması:
Tanrı Uludur! Tanrı Uludur!
Tanrı Uludur! Tanrı Uludur!
Rimelim akmış... Hüzün. Aslında
hüzünlüyüm. Hüzün sözcüğünden ne zaman bahsedeceğimi merak eden okuyucular için
gelsin. Hüzünlü bir öykü olsun istemiyorum. İstiyorum ki neşeli bir öykü olsun.
Neşeli günler geçirelim. Israrla hüzün ama. Melankoli edebiyatına geri
dönüyorum.
“Hani mitologya yazacaktınız?”
“Hani mitologya yazacaktım ya, hani
eski mitolojik aşkları yazacaktım ya!”
Telefonum on altı saattir çalmıyor.
Kapalı telefon niye çalsın ki. Mesajlarımı da okuyamıyorum. Gelen kısa
mektupları.
Bu defa başlıksız
“Hani cennette yürümüştünüz ya! Cennet merkezde inmediniz. Hani bir yol vardır
ya cennet yolu, o yolu tek başınıza yürüdünüz ya!”
“Yanılıyorsun. Cennet yolunda iki
kişi yürüdüm. Bu yolun sonunda konuşmaya başladınız ve sizin konuştuklarınızı
not alıyorum defterime.”
Aynı cennet yolunu seninle beraber de
yürüyelim, olur mu? Yine kitaplar okur, şiirler yazarız bu yolda...
"Hälä yoksun!"
Bu öykü seni bana getirsin olur mu?
Gitmek bir okyanus kadar derindir ya, işte öyle bir durumdayım. Derinlerde
kayboldum. Hâlbuki ben hiç gitmedim... Buradayım. Senin kapında ve sensiz.
“Siz en çok şehirlerle ağlarsınız
değil mi?”
“Bilmiyorum. Tek bilebildiğim şehirlerin de duyguları olduğudur. Gidenler belki
de en çok geride bıraktıkları şehirlere ağlarlar, fakat dediğiniz gibi ben
şehirlerle beraber ağlıyorum Gidemiyorum. Gidebilsem şehirler ağlayacaklar bana
ve onların ağladıklarını göremeyeceğim. İstanbul'u bırakıp da gidemeyişimin
sebebi bundandır. Arkamdan ağlamalarından korkarım.
Bu gidiş çok başka, yine başka şehir ama dünyada olmayan bir yer.
Işıklar söndü. Rüzgâr durgun, gece
karanlık, hem yazamıyorum...
“Siz öykü edebiyatını
beceremiyorsunuz.”
“Sanırım şiir yazmak istiyorum.”
Rüzgar ışıkları bana getirsin, bir
de seni...
Rüzgar ışıkları bana getirdi...
Kimse inanmayacak. Kimseler inanmayacak.
“Işıklar size geldiler...”
Sitenin ışıkları yandılar. Sen hâlâ gelmedin. Bekleyişleri yazmayacağım.
Öykümün birinci bölümünde hepsi satır satır... Her yazılan sözcükte bekleyiş
olan bir öykü. Gelelim öykümün ikinci bölümüne. Öyküde karakter olmasın
istiyorum. Düşünceler aksın istiyorum. Yalnız imgelem.
“Siz kurgulamayı da beceremezsiniz ki! Hiçbir öykünüzde bulamazsınız.”
“Düşünceler akar değil mi?”
Rüzgâr ışıkları bana getirdi. Keşke rüzgâr seni de bana getirse. Bir intihar
gecesi yaşıyor sözcülerim. Bir intihara teşebbüs gecesi... Her satırında. Senin
gidişin gibi bir başına...
melankoliazgınıbirdüşüceakışı...
“Nerden bildin?”
“Sizi ilk ben okurum, hatırlayın.”
“İlk okurum demek!”
"Bu çok başka..."
HÜZÜNAĞACI:BEKLEMEK
ÜZÜNÇ: BİR DURUM
ZAYIF: MELANKOLİ
ÜMİT-HAYAL: ŞEY
NARA: HAYKIRMAKTIR
GÜL: HİLMİ YAVUZ-İSKENDER PALA
ÖMER HAYYAM: HİÇ
ALYAZMASI: SERVILER
LEYLAKGECESİ: MAİ VE SİYAH
ARISTOTALES: İMGELER DÜNYASI
İLHAN BERK:GÜZEL IRMAK
SEVİNÇ: YOKTUR, BUNU GEÇ
...bunu da geç....
“Size şunu söylemeliyim ki, ilk
okurunuz olarak bana güvenmelisiniz. Bugün bir galaya katılacaksınız.
Kimsecikler olmayacak. Yalnız, dikkatinizi çeken bir şey olacak. Rüzgâr,
masanın üzerinde duran dosya kâğıtlarını, not defteri ve okuduğunuz Degas’nın hayatı
yazılı kitabı uçuracak. Edebiyat kahvehanesi hayaliniz hep aklınızda olacak.
Degas'nın hayatını okumanız söylenecek. Degas'yı galada bir çırpıda
okuyacaksınız. Resim sanatını merak edeceksiniz. Bir mağaranın içinden bugüne
sirayet eden, gelişerek bugüne gelen bütün uygarlığın resim sanatını. Bu galada
size bir dia gösterisi olarak izletecekler. Siz merak edeceksiniz. Hep merak
edeceksiniz. Resim sanatını özleyeceksiniz. Yalnız, ilk mağara duvarlarına
çizilen resim sanatından bahsediyorum. Romanlar gibi yani... Her diada
yüreğinize bir haçlı hançeri batacak. Bunlar olacak sevgili yazarım. Bunlar
olacak... Bunlar olacak... Bunlar olacak...”
“Yeteerrr!”
"Yeter!"
Bunlar oldu...
“Bunlar oldu! Benim ilk okurum, sus
artık. Yazamıyorum. Sıraya koyamıyorum. Ben bu çatıda bir mağarada gibiyim.
Mağara çok soğuk, ürkütücü! Ürkütücü ama uzak ışıklardayım. Ürkütücü çünkü uzak
ışıklardayım. Ürkütücü üstelik uzak ışıklardayım.
“Sana güvenmek istiyorum sevgili
okurum...”
Rüzgar…Bu satırlar…Üstelik şiir
olsun isterdim…Şiir ayrıcalık demek…Bütün kapılar saygıyla kutsala, şiire çıkıyor
galiba. Şiir ayrılık demek. Öykü de öyle. O halde öykümün üçüncü bölümünde yazma
sürecimi algılamaya başladım.
“Bana sorarsanız kafanızı yormayın. Öyle bir yazmalısınız ki şiir olmasın,
öykü de olmasın. Kutsal olmasın.”
“Sadece onu bana getirsin, değil mi?”
“Onu bu işe karıştırmamalısınız.”
Sadece seni bana getirsin ne olur.
Bana getirsin.
Rüzgar... Rüzgâr imgesi... İmgeler uzak ışıklarda parçalandı.
“Hayatları satın alamazsınız yazarım. Paha biçemezsiniz. Müzeliktir hayatlar
insanların.”
“Kes artık! İnsanlar yalnız benim durumumdayken masumdurlar. Ve geceleri günah
sepeti açılmaz, biliyor musun? Geceleri asıl kalpler, bir midye kabuğu gibi
açılır en kutsala.”
“Siz masum olmak istiyorsunuz. Masumluğu satın alınamazsınız yazarım.”
“Yanlış anladın beni sevgili okurum. Ben masum olmak istemiyorum. Olamıyorum da
zaten. Kim masum olabilmiş ki şu evrende. Bebekler en nihayetinde, en çirkin
dünyaya gelirler. Pislenmek için... Hep bir günahın keçileriyiz hepimiz. Hep
bir tarafta duruyoruz. Başkaldırıyoruz. Cennete de başkaldırmıştık, değil mi?
Hepimiz birer günah keçileriyiz Tanrının elinde. Nereden akmasa damlıyor
ürküntülerim içime. Yazarlık, mezarlık ürkünçlüğü yaratıyor. Kalbim sürekli
ürkünç atıyor.”
Yine
rüzgârın fısıltısı devriliyor içime. Apartmanın kapıcısı çöpleri dökmeye
gidiyor. Asıl masum belki de bu adamcağızdır. Ama onun da bulaşmış elleri yağlı
çöplere. Çöp arabasının tekerlekleri tıkır-tıkır ediyor. Sessizliğimden
çıkıyorum. Sessizlikler içinde melankoli avcısı bir gece yaşıyorum. Sen hâlâ
yoksun, biliyor musun? Avlanıyorum. Benim adım melankoli. Beni avlamaya gelmiş
bu vahşi sırtlan yavruları. Açlar, açıktalar. Soğuk üstelik. Mecburlar. Yalnız
ben artık sıcak bir yuva, güzel bir uyku derdine düşmeye başladım. Nasıl olacak
bilemiyorum... Üşüyorum... Avlanmak istemiyorum. Yine de beklemek istiyorum.
Israrla beklemek. Avlanmayı göze almak ve bekleyerek erimek soğuk havada.
Sessizlikler ise devam ediyor. Ne gelen var ne giden. Ara sıra yol üstünden
geçen seyrek insanlar. Onlar dâhil, sen hariç her şey öyküme malzeme oluyor.
“Yazmak kutsaldır yazarım. Malzeme
kullanmadan yazmayı denemelisin. Sırtını bir tarafa dayamamalısın. Erdemli
yazmanın yolu budur.”
“Seni dinlemek istemiyorum artık!
Sadece yazmak istiyorum... Yazmak!”
Sessizlikler ise devam ediyor. Dedim ya, yalnızca öyküme malzeme olan birtakım
insanlar geçiyorlar. Ceplerindeki anahtarlarının seslerini duyabiliyorum.
Anahtarlarıyla kapılarını açıp, sıcak evlerinde sıcak kahvelerini içtiklerini
duyumsuyorum.
“Sıcak kahve kokusu ve sıcak bir
yuva. Çok hayalcisin.”
“Öyle mi dersin...”
Ben bir aşk yaşadım işin özü. Kahve
kokusunda bir aşk. Ah, ince duyarlıklar. Duyargalar. Suskunun erdeminde,
alargada bekleyen kuşlar. Son kuşlar bunlar. Sait Faik'in son kuşları. Onları
bir tek yazarı görmüş. Biz okuduk. İşte o kuşlar. Bunlar da son kuşlar, son
satırlar. Öykü bitti, ben hâlâ o sesi duyumsamaya devam ediyorum.
“Boşa yazıyorsun, suya... Şu an
sadece koca bir çığlık atmak istiyorsun. Bu yüzden saçmalıyorsun. Aynı
sözcüklerle sevişiyorsun.”
“Sadece üşüyorum. Üşüyorum ve yazarak ısınmaya çalışıyorum.”
Daha ne kadar sürecek?
Bitsin! Bitsin! Bitsin!
Ayıp bir gece... Kırmızı kalemimle
yazdığım son satırlar bunlar. Sözcükler ısrarla yine seni bana getirsin, olur
mu? Sözcükler, damlaya damlaya öykü olsunlar istiyorum.
“Neden susuyorsun sevgili okurum...
Neden?"
Sen hâlâ gelmedin. Rüzgâr yine
uğulduyor. Üşütüyor üstelik ama alıştım. Ağır bir ilk kış bilinci bu...
“Konuşmuyorsun...”
Pastırma sıcaklarını özler oluyorum. Pastırma sıcaklarının yazarı: Selim İleri!
O ince kalem.
Düştüm.
Sözcüklerimde melankoli azgınlığı. Düşe kalka bu öykü de bitti sonunda. Karıştı
evrenin en ücra yerine, tek vücut oldular. Yazdıklarımız. Sözcükler. Evrenin
sonsuz bucağında gezinecekler. İmgeler dünyası yaratacaklar.
“Ne olur konuş. Konuş benimle.
Konuş, bir şeyler söyle.”
Rüzgârla gelmedin. Gelmedin. Işıklar
seni bana getirmediler, getirmediler. Bir egzoz kokusu, paslı çiviler kaldı
geriye; kalbime batıracağım! Bir dahaki ilkkışta yine bekleyeceğim. O pastırma
yazını hayal ederek bekleyeceğim. Üşümeyeceğim. Yine çatılı bir bankta seni
yazacak kelimeler. Sözcüklerim seni konuşacaklar.
“Sözcükler kimsenin değildir!”
“Sonunda konuştun. Ne olur devam et,
çok yalnızım. Sana ihtiyacım var sevgili okurum. Sen olmazsan yaşayamam.”
Sözcükler ürkünç olmayacaklar bu sefer.
Hayat ürkünç olmayacak.
“Varlık çıkmazında sürüklenen tek
isteğim: Kapı ziliydi çalan. Açılmayan kapı. Açılmadı. Açılmasa da ayrılıklar
yakıştı. Konuşsana ne olur... Konuş
“Lütfen... Konuşşş... Konuşşş...
Konuşşş...”
"Gelmesen de gelirim bilirsin. Geleceğim. Sürekli geleceğim. Israrla
geleceğim, yazacağım."
Üzerine atlayacağım ey ölüm!
“Konuş! Konuş! Konuş!”
“Konuşsana ulan!”
...melankoliazgınıbirrüzgâryalnızlığı...
Israrla ve ısrarla gece, yakın ışıklar... Yakın ışıklarda ol, emi? ... Üç
noktalarda... Orada olacağım. Uzak ışıklara hep yakından bakacağım...
Yatak ucum pencere yönüne bakıyordu.
Geceleri ay tüllerimi açar, uzaklara bakardım. Bu yüzden başım cama dönüktü.
Sabah uyandığımda soğuk bir üşüme aldı içimi. Tir tir titriyordum. Yavaşça
doğruldum. Divanın üzerinde ayaklarımı bağdaş kurarak bir süre düşüncelere
daldım. Garip bir duygu seli aldı içimi, gözlerimden dökülen yaşlara engel
olamazdım. Sinirlerim gerilmiş titriyordum çünkü. Bu şekilde ne kadar durduğumu
hatırlayamıyorum. Kendimi en son oda penceresinin önünde, fiskos masasının
üzerinde duran dev aynasında gördüm. Aynanın önünde duran çakmağın yansıması...
Siyah lekelerle bana bakıyordu. Dehşet içinde fırladım yataktan. Aynamı elime
aldım ve cüce tarafıyla yüzüme baktım. Gözlerim kan çanağı olmuş, geceden
yıkamadığım rimellerim akmış; yüzüm gözüm boya içinde kalmış... Sonra umarsız
bir şekilde çantamı arandım. Çantamı geceden gardolabın içine koymuştum. Sapı
dışarı çıkmış bir şekildeydi. Umarsızca gardolabımın kapısını araladım. Aralanan
boşluktan yere düşen çantamı aldım. Tabakamın bulunduğu gözü açıp, içinden bir
sigara çektim. Fiskosun üzerinde duran çakmağa yeniden baktım. (Rimellerim
akmış)
Pembeydi!
Sigaramı
yaktım ve yatağa oturdum. Bir süre uzun uzun içime çektiğim sigaranın külünü
fark etmemiş olmalıyım ki...
Kadife, kahverengi kaplı defterim
gözüme ilişti...
Bu defteri Özgür almıştı bana...
“C Blok'ta geçen Cemil ile Fikret’in
çırpınmalarını yazarsın.”demişti.
Artık öykülerini bu deftere yazar, ilk bana okursun demişti. Defter iki yana
açık bir şekilde duruyordu. Geceden bir şeyler yazmış olmalıyım. Hangi geceydi
hatırlayamıyorum.
"Kırmızı kalemle yazmışım. Ne
garip!"
Uzun bir zamandır yayınevi
kitaplarımı kabul etmiyor. Öykü yazamıyorum...
"Bu kendime yabancılaşmam ilk
değildi elbet!"
Bu yabancılaşmanın öyküsü.
Aşağı yukarı yedi yıl. Evet... Yedi
yıldır... Bu yorgun yatak, bu fiskos masası, bu dev aynası, bu tüller... Bu
oda... Yedi yıl önce bu divan... Hepsi aynı kalmış... Aynı kalmasını istemişim
gibi her sabah benimle yaşlanıyor.
Ah, evet! Bu eve ilk gelişim. Bu eve
ilk gelişimi hatırlıyorum. Bu evle ilgili ne de çok anı... Hepsi sıraya
diziliyorlar. Nedense... Sürekli... En son aklımda kalan, eve ilk geldiğim o an
oluyor...
Uzak ışıklara bakıyorum...
Özgür'le son buluşmamız, son akşam
yemeğimiz, son sevişmemiz, son sigara...
“Örgür mü dedim?
Ah, Emel demeliydim.
Söylenmesi zor ilişkiler. Bir roman: Yarın Yapayalnız. İki roman karakteri:
Handan ile Elem.
“Özgür adını yakıştırmış olmalısın
bu cana kıyışa...”
Hepsi
yerli yerinde, bozmadım.
Banyoda...
Zor. Çok zor.
Ah, bu çok acı...
Dayanamıyorum.
Benim gibi zavallı...
Muhtaç...
Bir insanı etkilemek için miydi?
Bileklerine kıymıştı!
Bir sabah beyaz bir bornoz ala
çalmış... Güller açmıştı.
Kırmızı.
Onu banyoda öyle yatarken son görüşüm…
Yedi yıldır dev aynası, fiskos
masası, ay tülüm...
Rimelim akmış...
"İlk değil elbet! Bu
yabancılaşma..."
“İlk değil bu kendimle konuşmalar...”
Perdeyi araladım. Dışarıda post gibi
bir kar; beyaz… Soğuk. Çok soğuk. Üşüyorum. Damlardan aşağı sarkan saçaklar
enseme tokat vurur gibi, bir bir aşağı düşüyorlar. Her düşen saçakta bir adım
daha uzaklaşıyorum Özgür’den… Hayır, Emel’den.
"Gittikçe daha çok özgür mü
oluyorum? Yoksa... Daha çok özgür olarak mı yaşıyorum?!"
Kestiremiyorum. İkircikli. Handiyse,
bir mendireğin arasında sıkışan iki yüz oluyorum... Arada... İki yüz olmaktan
yorgun bir suretle her sabah dev aynasında kendimi tanıyamaz; hatırlayamaz...
Sürüklenip gidiyorum. Okyanusta açığa terk edilmiş bir sal gibiyim...
İşte o zaman sokaklara vuruyor
ayaklarım bedenimi, bir dalga boyu terk edilmiş banklarda buluyorum kendimi.
Dalgalar hançerliyor yüreğimi.
"Dışarı çıkmalıyım.
Yürümeliyim."
Sabah sigaram her zamanki gibi iştah
bırakmıyor. Birkaç lokma için akşam yemeği saatine kadar beklemem gerekiyor. O
saatlerde acıkıyor karnım. Öyle uzun uzadıya değil... Aperatif bir şeyler...
Belki bir tabak İtalyan makarnası, kırmızı şarap ve sigara...
Kış gelince herkes kendi kavuğuna
çekilmiş.
Öyle dolanıyorum. Amaçsız, soğuk, kırgın; uzak ışıklarda bir yerlerde görmek,
son bir defa daha el sallamak Emel’e. Bu defa olmuyor... Gülümseme belirmiyor.
Dedim ya, sürekli son gece; aklımdan çıkmıyor. Son veda....
Bu gidişe alışamadım, terk edişe...
Söylenmesi zor ilişkiler: Handan ile Elem.
"Bu defa otobüse binmeyeceğim.
Yürüyerek evin yolunu tutuyorum. Fark eden bir şey olmuyor. Akşam ezanı
uluyor."
Tanrı
Uludur! Tanrı Uludur!
Tanrı
Uludur! Tanrı Uludur!
"Düş müydü?"
Yine soğuk
hava, kar çiseliyor, rüzgâr alabildiğine durgun-kuru, bu ıslak kadınlığım. Bu C
blok'ta yaşananlar. Yine senin kapında, sana ilk gelişimmiş gibi zile basıyor
muyum?!
“Söylenmesi zor ilişkiler..."
“Kendi
evime bir yabancı gibi giriyorum...”
“Kendi evime bir yabancı gibi giriyorum...”
Uzakta ışıklar parıldıyorlar...
Sessizlik!
Zile
basmalı mıyım? Basmalıyım.
Miyav
sesi! Miyav sesi! Miyav sesi!
Dinggg donggg...
Dinggg donggg...
Her gün aynı şeyleri kendi kapımda
mı yaşıyorum.
Ses yok!
Dinggg donggg...
Kasım-Aralık 2008
Eylül-Ekim 2011
Kurtköy/Uzak Işıklar
Yüzevler/Hüzün
Not:Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder