Geçen yazdan bu yana hiç uğramadığım odama geri döndüm. Norah Jones takılıydı hâlâ teypte. Playa bastım. Senden sonra karakalem resim yapmıştım: Eskiz... Yalnız bir keman resmi. Duvarda asılı, bana bakıyordu.
"Sen de benim gibi yalnız mısın?"
"Beni çizen de yalnız bir kızdı zaten..."
Sadece kalem ve kâğıt ve sağlıklı bir el ve sağlıklı bir kafa...
"Niçin?"
Hayatı kayıt etmeye... Okuyup anlamaya...
"Neden?"
Hep ağlamaklı değil mi? Üzerimize gelen hayat hep ağlamaklı. Neden sonra
ağlatır daima. İçten mi sızar bu yaşlar?
"Sonraları içten sızar."
O yüzden hep sonraları içten akar gözyaşlarımız. Sürekli... Kime baksanız, kime
dokunsanız ilk tepki sonrası içsel bir ağlama. O, dışa vurulan ilk gözyaşını
ararsınız. İlk gözyaşı, İlk gözyaşları... İlk gözyaşlarınız. Özlenilen gözyaşı.
Hep, o, ilk gözyaşları özlenir. Bir kere ağladınız mı aşk için bir daha o ilk
ağlamanın hüznünü sonraki ağlamalarda hiçbir zaman bulamazsınız. Hüzün bazen
iyidir.
"Aşk mı?" dedim. “Bunu yazmalıyım...”
Beni evine çağırdığın ilk gündü, davet diyelim. Heyecanla karışık korku hali...
Seninle yalnız kalmayı istediğim bir ilk kış dakikası. Senin evinde, senin
odanda, seninle. Evde kimsenin olmamasını arzu edip durdum içimden. Aksine,
baban karşılamıştı bizi. Kurufasulye kokan bir ev. Baban pişirmiş. İtici
gelmişti doğrusu. Evin her tarafına kuru fasulyenin o ağır kokusu hâkimdi.
"Hoş geldin kızım."
"Hoş bulduk efendim."
Pis sakalı, tombul göbeğiyle dikkat çekiyordu baban.
Efendiler devri kapandı, demiştin. Espri yapmıştın. Bozulmuştum çok. Tanışma
faslı geçip gittikten sonra. Baban, size çay demleyeyim, demişti... Hiç
unutmuyorum! Nasıl unuturum.
"Size çay demleyeyim !"
Görülmüş şey miydi bir babanın çay demlemesi. Şaşırmıştım doğrusu. Hiç zahmet
etmeyin, demiştim. Biz fazla oturmayız. Hatırlıyor musun?
"Olur mu kızım, gelmişsiniz o kadar. Bir şey ikram etmeden olmaz."
Sen çoktan bacak bacak üstüne atmıştın bile. Senin bu hallerini çok seviyordum.
Bir insan bu kadar mı rahat olur canım ailenin en büyüğü olan babanın yanında.
Belki de seni bana bağlayan bu rahat, umarsız tavırlarındı. Benim için alışılmadık
bir durumdu... Bir babanın yanında bacak bacak üstüne atmak, demlediği çayın
gelmesini beklemek. Bizim evde, bırak bir babamın demlediği çayı, onun yanında
böyle rahat oturmak bile hoş karşılanır bir şey değildi. Esas bir duruş
hâkimdi. Hayretler içinde kalmış, izlenimlerime devam ediyordum.
"Ne kadar güzel" dedim “Oğlunuza çay getiriyorsunuz.”
"İkiniz için demledim...”
Güzel bir muhabbet. Çaylar içilmişti. Ve kalkış vakti gelmişti. İçimdeki o
şeytani dürtüleri tatmin edemeden İstanbul'a koşmuştuk birden.
İşte şimdi yazıyorum: Romantizmin şehirlerle buluşmak olduğunu o gece
anlamıştım. İstanbul'a koşmak. Ona anlatmak, onunla konuşmak. Benim için aşk
buydu işte o dakikadan sonra. Her köşe başı, her ara sokak, uzun yürüme
yolculukları.
Bebek!
Taksim'den Beşiktaş'a, oradan Ortaköy'e..... Kafamıza etsi mi, o garip
çisentili rüzgâr, ver elini Üsküdar.
Üsküdar'da terk edilmiş bir bank. Neden terk edilmişliğini anlamamız için yazı
beklemek gerekliydi. Korunaklı bir tentesi vardı bankın. Hemen tentenin altında
bar tipi bir masaya benzer tahta, yanında döner bir sandalye. Sahilde duran
balıkçılar yapmış burayı. Tam bir bar havası vermişler. Soğuk kış günleri uğramaya
başlamıştık.Sürekli.
Dondurucu soğuğa rağmen otururduk. İsim bile koymuştuk banka. "Çatı Bar”
olsun demiştin, Roof yani... Sürekli buluşmaların mekânıydı artık Roof Bar.
Manzarasını hiçbir denize nazır lüks bir restaronda bulamazdık. Karşı kıyı
şeridi, Ortaköy Camii, Beşiktaş, Mimar Sinan Üniversitesi. Seçmek o kadar da
zor değildi böyle bir manzaradan Avrupa yakasını. Burada birbirimize, soğuk kış
günlerinde sokulur, saatlerce otururduk dondurucu havaya rağmen...
Sonra yaz geldi.
Roof'un tadı kaçtı. Yazın en tercih edilen bankmış burası. Biz bu bankı kışın
sevdik. Onu tatmak için kışı beklememiz gerekiyordu. Sonra öğrendik ki yaz
akşamlarının en vazgeçilmez şarap partilerini bu bankta verirlermiş... Şarapçılar!
Hiç unutulmayacak öykülerimizi bu bankta yazmıştık. Bir gün bitebileceğini hiç
düşünmeden, birbirimize sözler verir olmuştuk.
"Bir dahaki kışa yine geliriz, değil mi? Yine üşür müyüz bu bankta?
"Geliriz !"
Geçen yazdan bu yana hiç uğramadığım odama geri döndüm. Norah Jones takılıydı
hâlâ teypte. Playa bastım. Senden sonra karakalem resim yapmıştım: Eskiz...
Yalnız bir keman resmi. Duvarda asılı bana bakıyordu.
"Sen de benim gibi yalnız mısın?"
"Beni çizende..."
Sadece kalem ve kâğıt ve sağlıklı bir el ve sağlıklı bir kafa... Niçin? Hayatı
kayıt etmeye... Okuyup anlamaya...
"Neden?"
Hep ağlamaklı değil mi? Üzerimize gelen hayat hep ağlamaklı. Neden sonra
ağlatır daima. İçten mi sızar bu yaşlar.
"Sonraları içten sızar."
O yüzden, hep sonraları içten akar gözyaşlarımız. Sürekli... Kime baksanız,
kime dokunsanız ilk tepki sonrası içsel bir ağlama. O, dışa vurulan ilk
gözyaşını ararsınız. İlk gözyaşı. İlk gözyaşları. İlk gözyaşlarınız. Özlenilen
gözyaşı. Hep, o, ilk gözyaşları özlenir. Bir kere ağladınız mı aşk için bir
daha o ilk ağlamanın hüznünü sonraki ağlamalarda hiçbir zaman bulamazsınız.
"Aşk mı?" dedim.
Bunu yazmalıyım...
Sonra radioyu açtım, yatağa uzandım. Bu ilk kış dakikasında ayrılığın, tuzu
biberi oluyordu Yunan müziği...
2005/Adatepe
Not:Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder