9 Kasım 2024 Cumartesi

Yitik Bir Gün

"Şiir gibi anımsadım seni, geçmiş günlerden kalan bir yazı..."

İçi geçmiş bir otobüs şoförünün cep telefonu kılıfına takıldı gözlerim. Birden irkildim. Bir saat on dakikalık bir yoldu. Gideceğim. Gözlerimi kapadım. Bir yığın insan grupları. Egzoz dumanları, sokak adamları, satıcılar, akpil gişesinde bekleşenler, kıyada denize tüküren serseri çocuklar.
Hepsi.
Hepsi kalabalık. Ben ise yalnızlığı seviyorum. Yalnızlığı seçiyorum... Gelgelelim yalnızlık acı veriyor insana. Bir garip haz duygusu. Galiba bu yüzden seviyorum yalnızlığı. (Acıyı da sever insan.) Garip yalnızlıklar seçiyorum kendime. Değişik kombinelerde içime çekiyorum bu duyguyu. (Bir ömür boyu hatırlanacak olan, bir saat on dakikalık gidilen yol.)
Nasıl başlamıştı bu yalnızlaştırdığımız sevgi, biliyor musun?
İlk defa bir sevgiliden, iki medeni insan gibi... (Öyle derler. Sevgilinden ayrılıp da tekrar görüşür, konuşursan iki medeni insanmışsın.)

"Karanlık gökyüzü. Yıldızlar ışıl ışıl parıldıyorlar. Belli ki hava kirliliği olmayan bir yerdeyiz. Senin evindeyiz Cevdet."

Öyle bir yerde ki evin. Merkeze çok uzak. İstanbul merkeze otobüsle bir saat on dakikalık bir uzaklıkta. Manastıra kapanmış gibiyiz. İki kişilik bir yalnızlık bu geçirdiğimiz.

Sana gelmiştim.
Çam ağacı kozalak döküyordu.
Bir şiir gibi anımsadım seni, geçmiş günlerden kalan bir yazı. Bu yüzden geldim sana. Seni anımsadığım için. Eski bir heyecanla. Bir kış günü sabahında yağan kar gibiydi yüzün. Aydınlık... Karın yalnızlığı. Beyaz örtünün üzerinde nasıl bir yalnızlık var bir bilsek. Yollar boş. Rüzgârın dışında başka kimse hâkim değil sokaklara. Ne otomobil sesleri, ne kuşların cıvıldamaları, ne de insanların bağrışmaları... Rüzgârın uğultusu ve kar yalnızlığı.

Sonra felsefe kitabıdır aşk. Dekart, Aristo, Sokrat okumak da yalnızlığın bir başka çeşidi. Aynı kitaplara âşık olmak!

Rüzgârlı bir gündü... Yine alışverişe çıkmıştık. Yine şarap alınmıştı. Akşama yine ızgara balık, salataydı. Ben Madam Maria'yı anlatıyordum. Hiç sıkılmadan bütün geçmiş yaşantılarımı sana anlatıyordum.
"Aşk, birbirlerimizin geçmişleriyle de yaşayabilmektir."
Öyküler de hayat gibi geçmişi anlatır. Anlatıyordum.
Kiliseden çaldığım mumları. Hiç inanmasam da ikonalara bakarak haç çıkardığım günleri. Sultanahmet Camii'nde kıldığım iki rekât namazı. Bir yandan şarabımı yudumluyor, bir yandan hararetle konuşuyordum.
Selami Şahin dinliyorduk. (özledim teninin kokusunu özledim) Yine eski günlerdeki gibi Orhan Gencebay dinliyorduk. (Bir teselli ver) Bütün bu yaşantılar geri dönmüştü sanki.
Hepsi.
Her şeyi yeniden yaşıyorduk.
Beni sana getiren neydi biliyor musun? Beni sana getiren, aynı şeyleri seneler geçse de yinelemek. Tekrar yaşamak için gelmiştim sana. Bir anlık hayal bile olsa, buna değer diye düşünmüştüm. Hâlbuki bir vazo kırılır, yerine yenisi alınırdı. Vazoyu tamir etmenin tek çaresi yapıştırmaktır. Yapıştırılan vazo kötü sırıtır.
"Bizim ilişkimiz de bu buluşmayla sırıtmıştı Cevdet."
Bütün mevsimlerde seni üşüyordum içlerime. Yeni anlamlar yok artık. Üşümekten başka Acıyor.
Acıtıyor.
“Bir şeylerin sürekli incindiğini fark etmiyor musun?”
Gece bitiyor artık uyumak gerekli. Gecenin bitişine üşüyorum. Uykuya daldığım anda terk edeceksin beni, biliyorum. Madam Maria'nın sevecen sözlerini duyumsuyorum.
Ne de sevecense:
"Biri gider, bir başkası gelir evladım." derdi.
"Biri gider bir başkası acıtır."

Bir daha ziline basamayacak mıyım senin ben Cevdet. Bunalıyorum. Çok bunalıyorum. (İşte bu anlatı bir buhranla geçiyor.) Çok yalnızım ben, tut elimi ne olur… Bırakma... Ne diyorum ben. Her şey bitmişken. Tekrar aynı duyguları yaşamak için sana gelmişken. Yine ayrılık var. Ayrılık edebiyatına geri dönüyorum.

...Kum saatlerim var benim... Menekşelerim... Kemikten misketlerim... Umutsuzluk anlarım... Ortaçağı anlatan bir yığın kitaplarım... Bir türlü büyüyemiyorum. Yerimde saymak bir kenara dursun, geri adım marşa duruyor ayaklarım. Çiçekler açardı bir bahar vakti. Daha kokusunu alır almaz solan çiçeklerim. Madam Maria’nın bana uzattığı leylaklar. Leylak da koparılınca dağılır ya elinde. Hiç koparmadan izlemek gerekir leylakları. Dalında güzeldir onlar. Hayat da öyle Cevdet. Koparmamak gerek. Dalında izlemeli, ağlamadan, hüzünlenmeden. Huzurlu bir bakış atmalı. Serin bir rüzgârı estirmeli.
"Seninleyken mutluydum... Şimdi sensiz mutlu olma sanatını nasıl öğreneceğim?!"
Sana leylakları koparmadan göndermek istiyorum. Salkım salkım leylakları koparmadan. Hayali, biliyorum. Senin bana anlattığın mitolojik öyküler de hayali.
"Kendine bile hayrın yok senin Kubilay."
"Öyle mi?"
"Evet, öyle"
Öyle olsun bakalım Cevdet. Ben öykü yazarıyım. Öykü yazarlarının kendilerine hayırları dokunmuyor, diyorsun. Sırf bu yüzden öbek öbek hercaimenekşeler sallayacağım sana, bir tutam papatya. Çok kırıldığım için sana çiçekler sallayacağım. Kokulu çiçekler. Hepsini sana sallayacağım. Ateş renkli çiçekler...
Hüzünlü bir gün. Hüzünlü bir yaşam. Hüzünlü bir öykü. Hüzün neyi çağrıştırıyor biliyor musun? Hüzün, seninle bir ilk kış dakikasında, Türk kahvesi pişirip karşılıklı içtiğimiz o eski günleri çağrıştırıyor.
"Madam Maria dedi ki bana, artık unut..."
Aklıma ne geldi biliyor musun Cevdet. Güneşli veya yarı gölgeli alanlara dikilen, mayıstan ekime kadar tohumu ekilen unutmabeni çiçeği. Bodur ve sık bir bitki. Mavisi, pembesi, beyazı... Yaz döneminde çiçeklenir. Her çeşit toprakta mutlu olabilen unutmabeni çiçeği!!!
Her çeşit toprakta ben de mutlu olmak istiyorum. Hep mutlu olmak istiyorum. Sürekli mutsuzum. Sürekli seni acıyorum içime. Bir unutmabeni çiçeği gibi, yitik...
Seninleyken ve sensiz. Bütün ihtimaller mutsuzluk üzerine.
Aramak boşa. Mutluluklar anlara sıkıştırılmış. İşte o anlardı bunca yıl…
Ayrılmanın sabahıydı senden. Uykusuz geçirdiğim geceyi, sabahın ilk ışıklarıyla, yitik bir güne açtı gözlerim. Bir saat on dakikalık bir yoldu.
"Gideceğim."
Bir melodram günü yaşıyordu bedenim.
"Şiir gibi anımsadım seni, eski günlerden kalan bir yazı."
Artık bilincimden geçenleri durduramıyorum. Değil mi ki hep ıssız anılar…
Hayal kırıklığına alışmalı öyleyse.

Sana geldim Cevdet...
Şimdi gidiyorum...                      

Adatepe/İstanbul 2010

Not:Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder