Önce gizli kalan bir şeyler vardı. Anlatılmayı bekleyen. Yazılmayı.
Derken bütün bir
bulanıklık içinde
seçmeye çalıştığınız hayat sizi günün birinde batkıya uğratabilirdi. Bu acımasız düşüş bir intihara da sürükleyebilirdi.
Ölüm de bir seçimdi ne de olsa.
Bazılarının ise yazmaya
ihtiyaçları vardır. Yazmadan atamazlar üzerinden. Yazarak yaşayabilen bedenler. Bazıları
ise bununla yaşamayı öğrenmişlerdir. Yaşamakla geçirecek vakitleri çoktur.
Yazmak!
Ölmek!
Yaşadığınızın farkına mı varmak, yoksa ölü
olduğunuzu mu fark etmek?
Ama bir organizma nasıl da direnir hayata, nasılda
çırpınır…
Çırpınmalar.
Çırpınmaları anlatacağım.
Günceler yazılır hiç tanımadığımız şehirlerde,
ülkelerde, bu gece ve her gece yazılır. Tarih atılır. Gizlenir. Sonra gizlenir,
bir daha hiç açılmamacasına. Ölümler çıkagelirler. Arta kalan yazıların ardında
ölü bedenlerizdir. Yırtılıp atılmasa, kaybolup gitmese, değeri bilinirse, günün
birinde açılıp... Bu giz açılıp okunur. Okunur. Anlamaya çalışılır. Her gün ne
yapıldıysa düşülür.
"Her gün acılarını
düşüyordu."
Sürekli.
Kimileri düzenlidir bu konuda, kimileri bölük pörçük tarihler atarlar
yazdıklarına. Kimileri hiç yazmaz. Yazamaz. Yazmanın da bir çığlığı vardır. Bu
çığlık kopup sizin kulağınızı çınlattığında, oturur yazmaya koyulursunuz. Her
şeyi, ama her şeyi yazmak istersiniz. Bazen de yazdıklarınızdan utanır,
korkarsınız. Korkularımız vardır.
Korkular.
Hayat korkulacak bir
şey, demeye mi çalışmıştı Anna Frank?: Yazmalıyım! Böyle mi söylemişti?!
Yazan insan hangi
korkulardan geçer, hangi hayatlardan korkar? Kimindir bu
yüzleştiklerimiz? Gizli bir yüzün bize bıraktıkları mıdır?
Hep sorarsınız...
Ötede bir başka "ben" mi vardır?
Mesai saatlerimiz, kahve molalarımız, çocuklarımız,
yaşamın getirdikleri. Bütün bu yaşamdan soyut yazdıklarımız.
"Yazdıklarımız bütün bir yaşamı karşılamıyor." dedi.
"En çok
yazamadıklarımızdır hayat, bir de bunu düşün." demişti.
Yazamadıklarımız.
Ahmet Cemil'i düşündü. Sonra yazmak eyleminin kişide yarattığı o içinden
çıkılmaz sarsıntıları. Edebiyat dünyasında ünlü olmayı istemek. Yazmanın temel
sorunu bu muydu?! Ahmet Cemil yazmak istiyordu. Yazıyordu. Hayallerinden
biriydi. Tanınıp, ün sağlamak. Hayır, bu değildi. Yazmaktan başka çıkar yolu
bulamadı. Sürekli yazıyor, yazıyor-yazıyordu. Herkesin bir yazma amacı da var.
Yazmadan rahatlayamayacak. Bu devasız aşk acısını
yazarak hafifletecekti.
Ahmet Cemil'i düşündü. Halid Ziya'nın bedbaht
karakteri. "Onda şiir ile uzun uğraş yoğun bir hassasiyet getirmişti.
Hastalıklı bir durum. Duygusallığına engel olamıyordu.
Cemil itiraf etti:
"Henüz olmuş bir ürünüm olamaz. Geçmişte
çalıştığım birtakım işler yüzünden okumalarımı tamamlamış değilim. Okumak,
tamamlanacak bir eylem miydi? Sonu yoktu. Şimdi ise günün on iki-on üç saatini
okumak ve yazmaya ayırıyordum. Yazabiliyor muydum? Hayır! Henüz hayır.
Okuyabildim mi? Henüz değil. Tam değil. İşin bir de maddi kısmı var.”
"Son iki yıldır
kuruş para kazanamadım." dedi. Şiir, öykü, roman sevdam beni günden güne
daha çok diplere çökertiyor. Sonu ne olacak merak ediyorum. Bunu yaşamalı ve
görmeliyim."
Kalemle yazmak daha
keyifli.
İtiraf edemese de
Ahmet Cemil gibi tanınmak istiyordu.
Bu günceyi yazarken
tanınmayı hiç düşünmedi. Sadece acılarından kurtulmaktı amaç
Roman yazmak istedi.
Bir roman yazmak... Olmadı.
Cemil'in güncesini okuduğumda roman olduğunu düşündüm. Cemil'in beceremediği
roman sanatını ona göstermek istedim. Güncesinin roman olduğunu göstermek.
Edebiyat şöyle bir tutsaklık: Bir romanın bölümü bittiğinde, bir öyküyü
okuduğunda nefes almak için bir sigara yakarsınız. Sigara da bir tutsaklık. Bir
an evvel bitse de yeni öykülere, yeni roman okumalarına koşsam dersiniz.
Okuduğu romanlara
koşmak isteği.
Ahmet Cemil'in hikâyesini içinde hissetti.
Küçük odanın dışında. Kitapların dışında olmak beni ürkütüyor, demişti.
Sürekli geri dönmek. Çayına, sigarasına ve edebiyatına. Güncesi başka. Ah, ince
duyarlılıklar. Yaralı bir dünya.
"Dünya içinde bir tarafı seçeceksem bu edebiyat olmalı.” dedi.
Aşağı yukarı dört metre kare bir
odada yazmaya başladı Cemil.
Odasının içinde bir masa, ayrıca küçük bir masa. Bunlardan biri, küçük
olanı şiir okuma masasıydı. Diğeri
roman-öykü okuma masası. Peki, nerede yazıyordu? İki masada da yazma isteği.
Bunu kestirebilmek mümkün değil.
"Kendimi ulaşılması
zor, uzak, ücra bir manastırda görüyorum." dedi, “halktan soyut.” Bunu ben
seçmedim.
Aşk seçti.
Ama ben bu aşktan
bahsetmeyeceğim.
"Yazmak aşkı başka, yaşadıklarım başka.” dedi.
İşin bir de yorgunluk kısmı var.
Okunan roman, öykü,
bir deneme veya şiir vesaire-vesaire-vesaire cebelleşmek, zihinsel çöküntü
halinde dalgın dalgın, yorgun argın yürümeye sebebiyet verebiliyor. Bu cümle de
böyle bozuk yazılabiliyor. En güzeli ise edebiyatta bir epigrafin
içinde yaşamak, birçok yaşam alanları bulmak kendine.
Bu ayrıcalıklı durumu
hissetmek.
Defterciğini açtı ve başladı
yazmaya. Başka çaresi de yoktu. Aksi halde ötelere savrulacaktı. Bir orgazım
defteriydi.
Her gece olduğu gibi
küçük notlar karaladığı defterciğini açıverdi. Bir ıstırabı dindirircesine çalakalem
yazıyordu. Yazdıkça, hayatı boyunca hiç ulaşamadığı zevklere erişiyordu. Bütün bir
hayat boyu ulaşamadığı
o muhteşem haz hali. Bu gece ve her gece bunun yaşanması gerekiyordu. Başka türlü
tutunamıyordu. Tutunmaya çalıştığı bu ince hayat ağır geliyordu.
Hayat mı inceydi,
yoksa Cemil'in kendisi mi inceydi; bu karmaşık sorunsal her geçen gün diplere
çekiyordu onu. Bu duyarlılıklarından ancak yazarak kurtulabilecek, yazarak
güçlenecek, yazarak duyarsızlaşacaktı. Kimilerinin içerlediği duyarsız bir
yaşantıyı özlüyordu. Dengesizdi hayatı. Olur- olmaz duyarlılıklar gerçek hayata
tersti. Akışın ne önemi vardı ki... Önemli olan yazmaktı. Çalakalem. Dinmesiydi
ıstırabın.
Bir aşkın pençesindeki
ıstırap.
Anlatmaya başladı.
Mevsimlerden bir
mevsimdi.
Bütün kapılar yüzüme karşı kapanıyordu. Gitmek,
karşılaştığım en vahim duygu hali idi. Ben ise kalarak sırtlamaya çalıştığım
onca yükü kaldıramaz olmuştum.
Sürekli...
Sürekli anneme sarılır
ağlardım. Peki, annem bunca yükle ona gelişimi nasıl karşılıyordu… Tabii ki
zor... Ah, çok zor bunu anlatmak.
Hatırlayabildiğim kadarıyla, loş, kara kalem yapılmış bir eskize bakakalmıştım.
Yalnız bir keman resmiydi. Yazarlık uğraşısını düşünmeye dalmışken eski bir
fotoğraf makinesi de bana bakıyordu.Yazarlık hastalığı mı yoksa başka bir illet mi?
O zamanlar bilgisayar
yoktu evimde. Çoğu kimseninse yeni yeni oluyordu. Ne de çok anı...
"Sıraya koymalıyım..."
Dönem dönem gelen
nöbetlerimi de artık dizginleyemez olmuştum. İyice ayyuka çıkmışlardı.
Kurtulmalıydım bu ölü ruhtan...
Bu hastalıktan nasıl kurtulabilirdim?
Bu hastalık yazarlık mıydı, yoksa yaşadıklarım mı?
Yazarak kurtulabileceğimi sanıyordum. Her geçen gün yazarak.
Her zaman yazma olanağı bulamıyordum. Olanak
dedimse de bu; tam bir yazma sürecine girilirken yarattığım ortamlardı. Bu
ortamları yaratamamak sürekli hastalığımı tetikledi durdu. Aksi halde bir midye
kabuğu gibi başka kime bu kadar açılabilirdi yüreğim. Sık sık kalbime inen ağrı olduğunda yazmaya koyulamamak, günden güne deliye
çeviriyor ve davranışlarımdaki bozukluklar insanları rahatsız edecek derecede
artması zor bir hal alıyordu. Dediğim gibi komik gelebilir, ciddiyetsiz
gelebilir fakat yazmak benim için, yaşama sarılmak gibiydi. Başta annem olmak
üzere ve diğerleri, benim günden güne eridiğimi görmeleri çok acı bir durumdu.
"Yine de
başarmalıydım."
Ağlama krizleri...
Fena halde diplere
çekiyordu.
Geçelim.
Dedim ya;
Mevsimlerden bir
mevsimdi. Mevsimsiz bir yazı sürecinde sanki sürekli mevsimimi arar oluyordum.
O, loş, karakalem eskiz beni takip edebilirdi. Ediyordu. Hiç
bırakmıyordu...
Ve yine şiir gibi anımsadım seni; geçmiş günlerden
kalan eski bir yazı.
Sonra suskuya
gömüldüm.
Uzunca bir süre susku.
"Her şeyi ama her şeyi bağışlıyorsun... Kalbini-kalbimi bile, ama yaşanmışlıkları
bağışlayamıyorsun...”
Yaşanmışlıklardan sebep: Bitmiş ya,
Yaşanmışlıklardan sebep başlamadı mı? Sürekli suçlu oluyor
yaşanmışlıklar... Aynı kitaplara aşık olmak mesela. Misal; aynı filmi aşırı beğenmek. Farklı bir
yaşanmışlık duygusu…Evet, o filmi ben de
görmüştüm. Tekrar-tekrar-tekrar.
"Aşk nefret ettiriyor kimi zaman, kimi zaman da doruğa çıkartıyor
sevgimi..."
O an aşka...
Hep
yaşanmışlıklar-yaşanmış-lık-lar...
Göğsüm daralıyor...
Bunu anlatması çok zor, nasıl tasvir etmeli, bilemiyorum. Öyküde-romanda
en çok tasvirler dikkat çeker, öyle mi yapmalıyım? Ama günce yazıyorum ben.
Tasvirlemeli miyim?
Bunu bilemiyorum,
dedim ya, sadece rutin bir ayrılık sonrası yazmak isteği. Ayrılıklardan şikâyet
mi ediyorum? Bu istekten kurtulmak zor oluyor. Hemen bir öykü çıksın
istiyorsun. Kasıt değil inan sevgili günce. Bu elimde değil anla, ne olur...
Yazmadan atamıyorum üzerimden yaşantıları.
"Benim olsun istemiyorum Fikret..."
Çok acı çekiyorum ne yapayım... Kusmak istiyorum
her şeyi yazıya...
Ne mi yazmalı? Ne Yaşadık ki ne yazalım...
Ne de çok anı yığıldı
üst üste bir buçuk-iki yılda...
Bir gün denize tükürdük, Belki bir gün bir
dilenciye para salladık, bir gün seksenler partisi verdik evimizde Fikret.
Hepsi
yığıldı. Bir gün hiç unutmuyorum seksen sonrası film hastalığı yüzünden sürekli
bohemlik nedir onu tartışmaya açıyorduk...
Hepsi...
Hepsi yığıldı işte üst üste anılar-anılar-anılar...
Yaşanmışlıklar...
Bu sefer yine Norah Jones takılı teypte. Ama bu başka. Bambaşka... En
azından birkaç kelimelik değil; çok fazla...
"Yün kazağın
kokuyor buraları senin"
Romanlarda en çok neyi
severim biliyor musun sevgili günce? Henüz başlarken bitmiş olan romanlar.
Fikret'ciğim de hep romanlardan şikâyet etmede idi. Bir türlü roman okutamadım
ona. Bir gün okumuştu, hatta bu ne yahu roman değil bu, büsbütün anılar
zinciri.
Böyle roman mı
olurmuş...
Romanı yazan kimdi?
Fikret okudu bu
romanı. Ben üç defa okumuştum.
"Üff, ne
sıkıcısın, nerede melankoli orada sen" derdi Fikret.
"Şimdi nerdesin
Fikret!"
Neredesin. Nerelerdesin soruyorum... Bütün renklerimi kaybediyorum...
Fikret, bu öykü bir gün eline geçerse dön bana ne olur... Bekliyor
olacağım seni Fikret, kahretsin seni ne kadar da sevmişim... Yazamıyorum...
Vesselam baş sayfada
bitsin isterim öykülerin, romanların... Bu öykü de böylece
bitti. Ama yaşanmışlıklar kaldı geriye.
Ayrılık sarı demek.
"Şimdi bu leke dolusu, buket buket lila rengi
leylakları ben ne yapacağım?"
Evine gelmiştim. Henüz
ilk defa yalnız kalışımdı seninle. Seni dudağından öptüğüm ilk akşamdı. Senin
gözlerinin içine ilk bakışımdı...
Bir vazonun içindeki çakıl taşlarıyla
devrilişi izledim. Bu devrilişi asıl sen yaşadın ya gecenin sonuna doğru. Ah, ne
de çok üzmüşdüm seni.
Daha ilk günden vakti
miydi ayrılmanın.
Bir denizde yaşayan balıkların kayboluşuydu.
Aslında bunlar, bu deniz balıkları, bu nereidler. Bir Selim İleri romanında
saklı hüzün yortuları oluyorlardı.
"Her Gece Bodrum
neyin romanı idi aslında biliyor musun?"
Denizin romanı, balıkların, deniz balıklarının...
Kütüphanenin öyle bir albenisi vardı ki, o enerji
ile vazonu kırmıştım doğrusu.
Saklamamalıyım. Ben çok sakar biriyim. İlk günden
firemi vermiştim. Vazo paramparça olmuştu. Ne
yapacağımı şaşırır vaziyette içimden düşünüyordum:
"Değeri neyse
hemen alabilirim, yeter ki rahatsızlık vermeyeyim sana...”
Bunu sana söylemedim
tabi..."
"Vazo çok değerli
miydi?"
"Yok, canım, ne
değerli olacak..."
"Ya, ben çok
üzüldüm..."
Her şeye de kafamı
takarım. Neden düştü? Neden? Neden?
Bunun için üzme kendini demiştin. Ne kadar da
rahatlamıştım bir bilsen. Ah, o güzel uzak
ışıklara bakışımı hatırlar oluyorum.
Evin salonu dışarı
bakıyordu. Aydınlık bir odan vardı, senin dünyanın ışıkları. Kitaplar,
çiçekler, kaktüslerin, birkaç renkli lokumun masada duruyordu. -Bütün renklerde
kusmak istiyorum günceye- Çocuklar gibi sevinirdim o lokumları gördükçe. İlk
gelişim dedim ya. Bu karşılıklı ilk konuşmalarımız. Ne de çok konu bulmuştuk
konuşurken. Sabaha kadar süren felsefe muhabbetlerimiz, bu mitoloji, bu tarih,
bu edebiyat... Hiç de sıkılmamıştık, sabahın ilk ışıklarına dek, sen karşı
çekyatında ben de senin hemen karşında öylece uyuya kalmıştık.
Bu ilk utanma hali.
Lokumlarına el
sürmeyişim.
Tat tat lokumlar...
Renk renk...
Umutlar.
Umut...
"Peki, neden
ayrıldık o gece, neydi ayrılmamıza sebep olan?"
Hatırlayamıyorum.
Hiçbir sebep
söylememiştim ne acı...
Şu an gibi hissediyorum...
O an sen hissetsen de, şimdi ayrılık acısını bana yaşatıyorsun.
Şimdi benim hissetmemi
sağlıyorsun.
Dayanabilecek gibi
değil bu ayrılık.
Zaman öylesine hızlı
ki Fikret'le ne zaman, nasıl ve nerede ve ne şiddette tartıştığımı
hatırlayamıyorum.
"Ne içindi onu
kırışım? Bilemem! Hatırlamak istemem..."
"tarih-siz"
Bugün kendim için bir
şey yapmaya karar verdim.
Ne de bencillik…Hatırlamak
istemem diyorum... Bencil biri miyim ben... Ah, ince duyarlılıklar... Ne zaman
kurtulacağım bu melankoli illetinden. Çisem Hanım söylemişti. Çisem Hanım benim
terapistim; beni iyi eden kişi.
Mutlaka günce
tutmalıymışım başka türlü hatırlayamazmışım...
Haklı, tutmalıyım.
Daha önce
uygulamalıydım. Zararın neresinden dönersek kârdır, ne yapalım.
"Senelerce günce
tutum..."
Bu en zoru olacak.
Çok günce yazan biri
olarak şunu söylemeliyim ki, günceler yalan söylerler. Mutlaka bir tarafından
tutarsınız. Taraf tutarsınız. Çünkü ileride gerçeklerin bilinmesinden
korkarsınız. Gerçekleri konuşmak cesaret ister. Bu zordur. Güncenizin
gerçeklerini ileride okunmasından korkarsınız. Daha kötüsü, yalanlarınızın
açığa çıkmasından korkarsınız. Yalanlarınızın açığa çıkması sizi öldükten sonra
bile rahatsız edecek hissine kapılırsınız. Bu yalanlarınızı kimse bilemeyecek
olsa bile...
"Yalan söylemeden
yazacağım."
Yalan söylemeyeceğim.
Güncemi yazarken doğrular, gerçekler bana acı verse de özgür olacağım ya bu
yeter bana. Sırf bu sebepten dolayı bile Incil'i sevebilirim. Erguvan
rengini hep sevmişimdir.
"Gerçekler sizi
özgür kılacaktır..."
Sanırım ilk defa yalan söylemeden günce tutacağım. Belki de... Daha
doğrusu daha az yalan söyleyeceğim. Yalanları seyreltmekte bir başlangıç
olabilir... Çünkü edebiyat için değil, kendim için yazmış olacağım.
Yüzleşeceğim kendimle. Hayallerimle...
Şimdi başlamalıyım...
Sürekli hayalle gerçek arası; dehşet
verici bir şeyler oluyor. Bütün iğrençlikler zihnimde canlanıveriyorlar. Çok
rahatsız edici, sıkıcı şeyler... Bir örnek, bütün gün evde romanımın üzerine
çalışıyordum. Bir çay molası vermek için çaydanlığı ateşe koydum. Tamamen
kendimi oyalamak, melankoliden kurtulmak için. Romanla cebelleşmek beni yeteri
kadar melankolik yapmışken... Kaynattığım suyla kahve koydum kendime. Tam bu
sırada zihnimde canlanan, dehşet verici bir an...
Bunu anlatması çok
zor.
Dedim ya günceler
yalan söyler. Ama ben doğru söyleyeceğim.
Anlatacağım...
Çaydanlıktaki kaynamış
suyu ikinci bir şahsın başından aşağı döküyorum. İşte bak, tam anlatamadım
ikinci sahsın kim olduğunu söylemedim.
Bu eksik bir günce
olacak, değil mi?
Bütün olan biteni ile
o hafta terapistime anlatıverdim olanları. Hem de hiçbir yorum katmadan. Öyle
rahatladım ki.
Çok doğal karşıladı.
Sürekli dehşet verici
hayaller görüyorum. İnsanlara zarar veriyorum. Şiddet uyguluyorum. Nedir?
Nedir beni bu kadar
rahatsız eden şey?
Çisem Hanım şöyle söyledi: yeni doğum yapmış bir
annenin kendi çocuğunu kucağına aldığı zaman -çoğu annede böyleymiş- ona cinsel
şiddet uyguladığını hayal ederlermiş. Ve bu da insan beyninin bize oynadığı
oyunlardan biriymiş. Buna birçok insan kapılırmış. Çok doğal, ama anlatması zor bir durum.
Hatırladıkça
yazıyorum.
Ağlamalar.
Ağlamalardan kurtulamıyorum.
Çok acı veriyor.
Ağlıyorum. Sürekli ağlıyorum. Çok ağlıyorum.
Ağlıyorum...
Ağlıyorum... Ağlıyorum...
Bir hayal: uzun bir
zamandan beri görmediğim ablamı evin içinde görüyorum. Kapıda onu uğurluyorum.
Hemen sonrasında başıma doğrulttuğum bir silahla kendimi vuruyorum. Kanlar
içinde görüyorum kendimi yerde. Bir solucan gibi kıvranıyorum. Ama gerçek dışı.
Hayaller.
Hayallerimden
utanıyorum...
Bir gün hiç unutmam
zil çaldı, açtım... Fikret geldi. Ağladım sebepsiz.
"Neden
ağlıyorsun? Yeter, bıktım senin ağlamalarından."
Evet, gerçekten
çekilir şey miydi bu. Ne de zor bir hayat.
Melankoli bir hastalık
bende. Kimilerinde eğlence-hüzün aracı bende ise ölümcül deneyler yapan bir
hastalık bedenimin içinde.
Erguvan: Melankolinin bir rengi...
Neyse ne... Geçsem iyi
olacak...
Fikret beni bugün hiç
aramadı... Bütün bunları neden mi anlatıyorum. Kabullendiğimin resmi olmayacak
mı bu günce. Bunun için yazıyorum sevgili günce. Artık bilsinler... Herkes
bilsin... Ben hastalığımı yendim. Hiçbir eksik kalsın istemiyorum. İtiraf
olsun. Bir manifesto olsun bu günce. Ama bunları bilseler de ne çıkar ki. Hayat
dışarıda devam ediyor değil mi? Günceler de sayfayı kapatınca biter gider,
değil mi? İstiyorum ki güncelerde kalmasın iyileştiğim... Günce yazmam bitince de
fırlatıp atacağım. Yeni bir hayata başlayacağım. Ama olmuyor, atamıyorum.
Erik ağacı her mevsim olduğu gibi yine karşı
bahçede duruyor. Orada durması bile melankoliye yetiyor.
Geçelim mi?
Annemi özledim...
Anneme ağlıyorum, demiştim. Rubbilimsel bir şey olmalı. Fikret'i gördüğüm anda
annemi hatırladım ve ağladım. Hâlbuki daha dün görüşmüştüm annemle. Hep bir
yaşanmışlık duygusu...
İşte böyle sevgili
günce.
Kırmızı kalemle
yazıyorum. Nasıl yazmam gerekiyor yaşadıklarımı? Kan akıyor gözyaşlarımdan,
içime dışıma kan. Masum bir aşk için evrenin etrafinda sonsuz kereler tur
atmaya razıyım diye girdim cümleye. Fikret bu masum aşk sen
olabilirdin, ama sen de gidiyorsun. Git o
halde, ne yapalım. Bana garip duygu ya da duygusallıklar yeter.
"Günlükler,
kitaplar, eski paralar, sözler, gülüşmeler." dedi, Zeynep. Duysun, son
defa bir el sallasın. El sallamadan terk edilmiştim. Hayatı
ıskalamamalıymışım. Bana hediye ettiği bir şey
varsa Zeynep'in, o da anı yaşamalıymışım. Bu hediyesini hiçbir zaman
uygulayamadım. Fikret bunu sen de zaman zaman söylüyordun bana.
Çığlık!
Yeter ?!
Koskoca bir yeter diye
çığlık atasım geliyor an lafını duyunca. Kazakistan'a kadar ulaşsın. Şimdiki
zamanı yaşamaktan nefret ediyorum. Şimdi neredesin Zeynep! Gitme Fikret benimle kal olur mu?
Sonra.
"Sıraya koymalı
ve anlatmalı." dedi.
Geceyi aydınlatan sis
enikonu çökmüştü. Gökyüzünün karanlığı belli belirsiz çarpıyordu gözlere.
Uzakta sis ışıkları parıldıyorlardı. Sanki gündüzdü. Çökeltinin yoğunluğu
geceye ay gibi doğmuştu. Ay ise henüz görünürlerde yoktu. Her şey birden bire
çöken sisin altında kaybolmuş, yitip gitmişti... Sanki yeni bir güne
başlanacaktı. Bulunduğu zamanın ayrıntısını yansıtamıyordu gökyüzü.
Gece kimliksizdi.
Uzun ince kayan yolun,
sağlı sollu moloz yığınları arasında, ufukta yeni yeni yapılmış bağımsız
binalar, site içinde binalar, gökdelenler... Binaların, gökdelenlerin arasında,
(arafta kalmış) çayırlar, otlaklar, çimenlikler, ağaççıklar... Azınlık bir
orman! Küçük, müstakil yerleşkeler. Köy yerleri. (Uzaktan birkaç köy böyle
gözlemlenebilirdi.) Betonarmelere rağmen yaşamayı başarmış köyler.
Deniz yoktu burada
yahut uzaktı. Şehir merkezine oldukça uzak, yeni yeni gelişmeye açık,
geleneklerini yavaş yavaş kıran, biraz mahzun, biraz da heyecanlı bir kasaba...
Artık her şey değişebilirdi. Değişimi kabul etmekte zorlanan, nüfusu az da olsa
köy ahalisi, parsel parsel konutlar diken müteahhitler. Evet, burası
İstanbul'un fakir ve ücra tepelerinden bir yerdi. İlerde zenginliğin,
burjuvanın, lüks otellerin, büyük alış veriş merkezlerinin odak merkezi olmaya
aday olacak yeni İstanbul. Geceden şantiyelerde kalan inşaat işçileri,
hamallar... Ara sıra denetime gelen kurt müteahhitler. Rüzgâr, sis ve uzak
ışıklar. Sonra yeni dünyanın, yeni şehrin, yeni kasabanın zamana ilk
direnmeleri. Eski, yerleşik hayatın ilk çırpınmaları. Bu ilk heyecan, ilk
mahzunluk, ilk merak, sonra ilk site mahalleler.
“İlk aşk” dedi Cemil, kafasının içinde dolanan onca düşünce, bu ilk
buluşma, yeni bir hayat. Şehirle özdeşlik kurdu, (şehir dedimse de kasaba,
şehrin ücra ve fakir bir köşesinde yeni bir hayat) bir pay biçti kendine.
“İşte yenidünyanın
uzak ışıkları” dedi Fikret, uzaktaki evlere bakarak. “Sis, rüzgar ve uzak,
uzak, çok uzak ışıklar. Benim yuvam!"
Arkadaşlık ne de güzel
bir duygu, aynı kitaplara âşık olmak, aynı filmleri sevmek, aynı şiirlerde
buluşmak, aynı romanları değişik zamanlarda da olsa okumak. Sonra buluşmak bir
yerde. Aynı noktada birleşmek. Konuşmak, uzun uzun sohbet etmek. Bu kitaplar,
bu tarih, bu arkeoloji, bu mitologya, bu özlenilen ilk kıpırdama, ilk paylaşma.
Arkadaşlıktı bütün bunlar.
Arkadaşlık...
Buluşmalarından önce uzunca
bu konuları konuşmuşlardı.
Kıştı. Kuru bir hava.
Göz gözü görmüyordu. Toz toprağın gözlere inen acısı. Uzunca bir yol yüründü.
Sonra Saadet Sitesi, C/blok... Asansör kayışlarının iç gıcırdatan o tedirgin,
titrek ses hali. Şimdi Fikret'in kiralık evinde bu ilk beraberlik. Bu ilk buluşma.
Peki, nasıl tanışıldı?
Fikret'in bir şiiri,
Cemil'in bir öyküsü 'Defne' adlı edebiyat dergisinde yayımlanmıştı.
Birbirlerini hiç tanımıyorlardı. Daha sonra Cemil bir şekilde Fikret'in
elektronik posta adresini buldu bu dergiden. Dergi internet üzerinden de yayım
yaptığı için birçok kişiye giden e-posta adreslerine ulaşmak mümkündü. Cemil,
Fikret'in yazdığı mitolojik ögeler yüklü şiirini çok beğenmiş, bunu yazan kimse
tanışmak istemişti. Daha sonra uzunca bir msn sohbetinin ardından ilk daveti
Fikret yaptı.
Kadıköy’de buluşmuşlardı.
Uzunca edilen sohbet! Şimdi Fikret'in evindeler.
"Senin öykünü annemlere sesli okudum" dedi Fikret, “henüz seni
tanımazken. Televizyonu kapattım ve başladım yüksek sesle öykünü okumaya.”
"Bu harika"
dedi Cemil, böyle bir şeyi başka hangi okuru yapmıştı ki! Cemil şanslı bir
çocuktu.
"Ben alışverişe çıkıyorum, bir şeyler
alacağım" dedi Fikret.
"Bir şeye gerek yok,
biraz oturur kalkarım ben" dedi Cemil.
"Neden ?"
"Çünkü bu saatten sonra seni Bostancı'ya
götürecek bir vesait kalmadı da ondan.” Burası
İstanbul dışı neredeyse. Eve de gece onda gelmişlerdi. Cemil henüz ilk günden
utanma ile sıkılma arasında gitmeliyim diye
düşündü, ama bir yanı kalmayı istiyordu.
"Taksi de mi
kalmadı?"
Gülüştüler.
"Haydi, o zaman
ben de seninle geleyim" dedi Cemil.
Markete birlikte gittiler.
Neler almadılar ki, patates
cipsi, kuru yemiş, çikolata, içecek olarak
da meyve suları ve bira.
Moloz yığınları arasında eve döndüler. İlk bakışta hiçbir cazibe uyandırmayan, terk edilmiş, unutulmuş gibi gözüken bu İstanbul dışı
sayılabilecek yer Cemil'in içinde garip, ifadesi zor hislerin başlangıcı oldu.
"Burası Yeni Amerika"
diye bağırdı Cemil.
Moloz yığınları ve
yeni inşa edilmiş evlerin arasında havlayan sokak köpeklerinden başka kimse bu
seslenişi duyamayacaktı. Bu da insanı daha bir özel hissettiriyordu. Sanki
bütün şehrin kalabalığından uzak bir manastırdaymışcasına. İlk izlenim olarak
sessizlik, sakinlik korkulacak bir şeydi. Pek tekin sayılmazdı. Jandarma
bakıyordu bu bölgeye. Jandarma da ne kadar ilgiliydi ki bilmiyorlardı. Ama
Fikret üç yıldır burada yaşadığını ve hiçbir olaya tanık olmadığını söylemişti
daha önce konuşmalarında. Söylentiye göre burada yeni yapılan lüks villa tipi
binalarda oturan insanların çoğu mafyaydı veya mafya ile bir bağlantısı vardı.
Bu yüzden bu tip insanların çalışma mekânları genelde şehir merkezlerinde
olduğu için, bu tip fakir ve ücra köşelerde ise ikametten başka ne işleri
olabilirdi ki... Pis işlerini şehrin göbeğinde yapıp, akşamları evlerinde huzur
içinde uyumaları için böyle uzak, çok uzak, sessiz, sakin bir yerde oturmayı
tercih etmeleri normaldi elbette. Bu sebepten güvendeydiler.
Cemil balkona çıkıp
uzaktaki seçmekte zorluk çektiği köy evlerine baktı. Uzun uzun sessizliği
dinledi. Yalnızca köpek havlamaları, cırcır böcekleri ve çöken sisin boğuk
havası. Bir an annesini düşündü. Evden uzaklaştığını. Evinden pek çıkmayan biri
için bu uzak buluşma ürkütücüydü ilk etapta. Tatlı bir ürkeklik. Heyecanlı bir
ilk uzaklaşma.
"Annemi
aramalıyım" diye düşündü Cemil.
"Alo, anne"
"Oğlum, sen misin? Neredesin? Bugün aramadın
beni.
"Anne ben bu akşam bir arkadaşımda
kalacağım"
"Kim o arkadaşın, ben tanıyor muyum?"
"Yeni tanıştık, sen tanımıyorsun, aynı dergide
yazdığım biri. Fikret! "
"Oldu oğlum, kendine dikkat et."
Yirmi sekiz yaşında
biri için evden uzaklaşamamak hazindi. Her yaptığı eylemi annesi ile paylaşmak
ihtiyacı duyan Cemil için bu göz hapsi enikonu bir çıldırıya doğru
yürümekteydi. Her genç özgür olmak, mutlu olmak, istediği hayatı yaşamak ister.
Cemil yaşlarındaki gençler ise çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı bile.
Eski arkadaşlarının birer birer evlendiğini gördükçe yalnızlığı daha çok
artıyor, ama bir yandan da bu durum kendini özel hissettiriyordu. Önemli olan
kendi istediği hayatı yaşamaktı insanın. Kimi insanlarda evlilik başkaları için
yaşamaktır. Başkaları için yaşamak istemiyordu. Bu hayat onu tamamlayan bir
hayattı.
Fikret, kuruyemişleri küçük kâselere koyma işleminden sonra dolaba koyduğu
biralardan birer adet seçip salonda oturan Cemil'e ikram etti. (Bu arada annesi
ile olan konuşması bitmiş, telefonu kapamış düşünceler
içindeydi Cemil)
"Teşekkür
ederim" dedi Cemil “Çok incesin.”
"Afiyet olsun." dedi Fikret, müzik
açalım, ne dersin?
"Olur olur. Neden olmasın… Sen istersen her şey olur."
Cemil, E.M. Forster’ın "Maurice' adlı romanı için söylediği
şu sözü bölük pörçük zihninden geçirdi:
"Mutlu son zorunluydu. Hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine âşık
olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar"
"Edebiyatta değil,
gerçek hayatta bunu yaşamak istiyorum." diye düşündü Cemil.
Açık olan bilgisayarın müzik listelerinden bulduğu
Harun Kolçak'ın 'yanımda kal’ adlı parçaya tıkladı Fikret.
Şimdi uzun uzun sohbet
vaktiydi. Felsefeden, edebiyattan, mitolojiden, güncel siyasetten... Uzun uzun
konuşuldu o gece. Saat iki gibi Fikret, yatacak yer hazırladı Cemil'e. Salonda
üç çekyat vardı. İkisi de salonda karşılıklı yataklara geçtiler. Uzun sohbete
bu şekilde yatar vaziyette devam ettiler. Ama ayrı yerlerde. Sabahın ilk ışıklarına
değin cinsellikten uzak, bu masum ilk tanışmada ezan sesine değin konuştular.
Sabah ezanı ile birlikte uyuyakaldılar. Öğlenden önce yataktan fırlayan Fikret,
kahvaltı için bir şeyler hazırladı, Cemil'in uyanmasını bekledi. Cemil ise hiç
uyumamıştı, bunu Fikret'e hiçbir zaman söylemedi.
Uyumamıştı değil,
uyuyamamıştı.
Kahvaltı hazırdı.
Harun Kolçak çalıyordu mutfakta.
"bana ellerini
ver, rüya olsa bile değer, yalnızım ve korkuyorum, saçlarımı okşa yeter."
İşte böyle bir anda
Fikret sarılıverdi Cemil'e. Ayrılık vaktiydi.
O sabah annesinin evine dönen Cemil, içinde huzur, saadet, şenlik,
canlılık, heyecan, memnuniyet vesaire bütün güzel anımsanan sözcüklerde
ağlıyordu. Hüzünlüydü.
Kullanılan o sihirli sözcük: Aşk!
Söylendiği anda kaybolup giden, bir daha izine rastlanamayan gizem.
Cemil bütün gün ağladı, ağladı-ağladı.
O ilk cinsellikten
uzak öpüşme. Yanak yanağa.
Hepsi. Hepsi uzunca
bir suskunun zihinde süregelen imgeleri. Dönüp dolaşıp onu arama, bir yerlere sığamama. Hayat birbirine eklenmiş fotoğraflarla yapılı bir
albüm. Sayfalar, sandığımızdan çok olsa da hızlı bir şekilde açılmakta. Tükenmekte. Çarçabuk gözden
uzaklaşmakta.
"Uzaklaşsın
istemiyorum." dedi Cemil.
Odasında yalnız başına, bu iç konuşmasını not deftercine yazdı. Bir de
tarihledi üstüne: Uzaklaşsın istemiyorum.
Sis yoktu. Akşam
çökmüştü Bostancı'ya. Şehir merkezinde olan evine, topu topu üç metre kare
odasına geri döndü. Anne-babasının evine. Haftada bir köşe yazdığı Öncü
gazetesine yazısını yazmaya koyuldu. Aklında aşktan başka bir şey yoktu. Evet,
âşık olmuştu. Küçük not defterciğini açtı. Bütün bir hayatını batkıya uğratan
ayrılıkları vardı Cemil'in. Yazacağı yazısını yarıda bıraktı ve bir sırrı tutar
gibi bütün ayrılıklarını not ettiği defterciğine bu ilk kıpırdanmayı yazdı.
Hepsini. Hepsini
yazmış olmalıydı. İki acı ayrılık yaşamıştı daha önce. Bu üçüncüsü en kötü ama
duyarlı olanı diyordu. İlk buluşma sonrası ayrılık diyemeyeceği bu kısa süreli
uzaklaşmayı da defterciğine ayrılık olarak düştü. Bir ilişkiye başladığında her
gün prova ettiği o sarı sargın ayrılık.
Bir yazar: Selim İleri. Bir kitabı: Yarın Yapayalnız.
Çalışma masasının
üzerinde duruyordu Yarın Yapayalnız. Tek bir sözcük okumamıştı. Bu kitabı satın
almasını etkileyen tek unsur başlıktı. Yarın Yapayalnız. İki sözcük okumuştu.
Yarın ve yapayalnız.
"Artık mutlu
olmanın zamanı geldi." dedi Cemil “Bütün ayrılıkları unutarak, unutarak.”
Bir sonraki buluşmayı
düşünerek kitabı masanın üzerinden aldı, sayfalarını çevirdi, okumaya başladı.
Uzun uzun okudu. Akşama doğru Fikret aradı.
"Alo..."
"Merhaba
canım."
"Merhaba."
"Ne yapıyorsun?"
"Valla ne yapayım, aynen devam. Yeni çıkacak
dergimiz için çalışıyorum."
"Dergimiz mi?"
"Evet,
dergimiz."
"Edebiyat
olmalı."
"Kesinlikle"
"Senin şiirlerine de
yer vermek istiyorum."
"Ah, çok teşekkür
ederim aşkım."
Kısa bir sessizlik
yaşandı. Telefonun öbür ucundaki Fikret'in heyecanlı bir ses hali vardı. Cemil
yirmi sekiz yaşındaydı, ama yaşıtları kadar büyümemişti. Ana kucağıydı onun
yeri. Yirmi sekiz senelik, koca bir adamın anne sevgisine doyamayışı.
Bu ilk itiraf oldu
Cemil'e. Aşkım. Ah, ne de güzel söylenir. Şöyle azını açık tutup, ş'ye doğru
bir şaplatma ve sonra bir kım'lama. Cemil ne diyeceğini şaşırmış, konuyu
değiştirmek için bahaneler aramıştı. Bir taraftan
da annesinin odasına gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Sanki telefondaki sesi
annesi duyacak, bu yasak aşkı bilecek, her şey batkıya uğrayacaktı.
Cemil 'in tedirgin davranışları bir erkeğe âşık olmanın korkularıydı.
Kendisi için normal olan bu durum ailesi için normal sayılmazdı. Yakın
çevresi, arkadaşları, yakın-uzak akrabaları buna ne derlerdi. Gizli
yaşanmalıydı. Her şey. Evet, her şey-telefon konuşmaları, buluşmalar,
konuşmalar, yazışmalar- her şey gizli olmalıydı.
Her an aklından
çıkmayan, kendiyle barışamayan, sürekli bu durumuna kılıflar uyduran bir ruh
haliyle yaşıyordu Cemil.
"Canım, ben...
Ben müsait değilim. Sonra ararım seni olur mu ?" dedi Cemil, telefonu
yüzüne kapadı Fikret'in.
Salona girdi. Annesini kontrol etti. Annenin bir
şeylerden haberi yoktu elbet, ama anneler her şeyi hissederlerdi. O gece bunu düşündü Cemil.
Bütün gece bu ilk kıpırdanmayı kimseye açamadan yalnızca annesini, sevgilisini
düşündü. Uyumadan önce Yarın Yapayalnız'ın arka kapaktaki şu sözleri okudu: “Aşk
hep aynıdır."
Fikret'i o gece hiç
aramadı.
Sabahın ilk
ışıklarıyla ayaktaydı. Geceden yazamadığı yazısı düştü zihnine. Kahvaltıdan
sonra çalışma masasına oturdu. İçinde sıkıntı ile mutluluk arası bir hissiyat
vardı. Sıkıntı olan tarafı Fikret'i arayamamış olmanın verdiği mahcubiyet
olmalı. Mutlu olan tarafı ise Chopin dinlerken bir an her şeyi unutup ilk
aşkını düşünüyor olmasıydı. Öğle vakti telefona gitti eli. Aramalıydı.
Aramalıydı ve her şey başlamalıydı. Sabahtan kapalı tuttuğu cep telefonunu
açtı, şifresini girdi ve menüye geldi. İşte Fikret'in numarası. Yeşil tuşa
basarsa aranacak. Yeşil tuşa parmakları titreye titreye bastı ve telefon
çalmaya başladı.
"Alo!"
"Evet!"
"Fikret !"
“Nasılsın?
"İyiyim, iyiyim. Bak ne diyeceğim. Bugün
müsait misin ?"
"Akşam işim bitecek. İstersen
buluşabiliriz."
"Canım,
nasılsın?"
Yine tedirgin.
"Her şey için üzgünüm, daha ilk günden böyle.
Müsait değildim. Dün gece için çok özür dilerim.”
"Olsun canım, ne
olacak."
Fikret'in, Cemil'e hatırını sormasını takip
edemeyen Cemil devam etti.
"Nasılsın ?"
"Sağol, iyiyim canım senden ne haber?
“İyiyim, iyiyim. Kadıköy’e gelebilir misin?
"Olur, gelirim."
"Akşam altıda,
Süreya Sineması'nın önünde."
"Orada olacağım." dedi Fikret.
Akşam altıda Süreya Sineması önünde.
Akşamüstü Öncü
gazetesi için yazdığı köşeyi teslim etti ve Kadıköy’e doğru yol aldı.
Bostancı'dan atladığı minibüs onu Altıyol'da bıraktı. Saat henüz beş buçuktu.
Tramvay yolunu takip ederek yürüdü, yürüdü, yürüdü. İçinde garip bir heyecan
eli telefona gitti.
"Alo, ben geldim
Fikret, Süreya'dayım."
"Tamam, ben de Rıhtım'dayım. Yukarı doğru
yürüyorum."
"Oldu canım, ben bekliyorum seni" dedi
Cemil, titrek bir heyecan aldı halini.
Buluşuldu.
Tramvay yolu boyunca yürüdüler. Moda sahiline kadar uzun uzun yürüdüler. Yine
edebiyat konuşuldu.
"Dergimiz."
dedi. Cemil, çıkarmalıyız.
Şimdilerde tek hayali
bu edebiyat dergisini çıkarmak olacaktı. Henüz isim koymamıştı çıkacak olan
dergiye. Fikret'in de düşüncelerini almak, ona göre bir yol çizmek istiyordu.
Derginin ne önemi vardı ki, as olan müşterek bir şeyler yapmak, aynı ortamlarda
bulunmak, aynı şiirleri okumak, aynı öykülerde aynı acıları paylaşmaktı amaç.
Derginin de bunlar için bir araç olması gerekiyordu elbet.
"Bugün bende
kalır mısın? "dedi Fikret, bütün bir gece yine ilk günkü gibi konuşuruz.
"Elbette." dedi Cemil, “çok sevinirim. Seninle olmak güzel.”
Uzun ince, sağlı sollu
bir yılan gibi kayan yoldan geçtiler. Moloz yığınları arasından eve
varacaklardı. Bu yol Fikret ile Cemil'in artık hayallerindeki Likya olacaktı.
"Likya Yolu olsun.” dedi Fikret, “artık her
geçmede seni hatırlayacağım.”
Köyün içinden geçerlerken Cemil atıldı. Küçük bir
patika yol vardı burada.
"Eos patikası olsun” dedi Cemil “her geçmede
seni hatırlayacağım.” Artık geçilen her
yerde, her köşe başında bir isim buluyorlardı. Gece
yarısı döndüler eve.
Her şey ne kadar da
rüya idi. Bütün bir gece birlikte oturup muhabbet ettiler. Gece yarısı bir an
Cemil düşündü.
"Nasıl olacak? Nasıl yaşayacağız?"
Hiç olmadık bir
zamanda Fikret'e doğru yanaştı. Fikret kütüphaneden seçtiği İlhan Berk'in şiir
kitabını elinde tutuyordu. Tam bu anda Cemil yaklaştı, yaklaştı-yaklaştı. Ve
Fikret'in dudağından öpüverdi. Saniyelerle sınırlı bu öpüşme bütün bir hayata
bedeldi. O gece bu öpüşmeden sonra Cemil kendini uzak tutmaya başladı
Fikret'ten. Anlamsız bir şekilde uzak tuttu. Anlamını bilemediği bir davranış
yapmıştı sanki ve bunu çözmeye çalışıyordu. Sürekli düşünüyor,
düşünüyor-düşünüyordu.
"Hiç bitmesin." dedi Fikret, hep mutlu
kalalım.
“Ayrılmalıyız.” dedi Cemil, “bu yaşadığımız sadece
garip duygu ya da duygusallık.”
Nasıl oluyor da birkaç
saat önce dudağından öpmek için yeltendiği ve birkaç saniyelik o dayanılmaz
heyecanı yaşayan Cemil, aynı anda düşüncelerini değiştirip ayrılmak istediğini
söylemişti Fikret'e. Öpüşmeyi anlamlandıramayan Cemil, ayrılık kararını da
anlamlandıramıyor, sürekli düşüncelere boğuluyordu. Fikret ise hiç
beklemediği, Cemil'in ayrılık kelimesinden sonra ıstırap içine düşse de, bunu
gece boyunca fark ettirmedi. Ama neden diyordu.
"Neden?"
Bu kadar kısa mı olacaktı.
Bir anlık mı öpüşecek, bir anlık mı sarılacak, bir anlık mı konuşacak ve sonra
ayrılıp gidecektik.
"Bunu bana neden
yapıyorsun." dedi Fikret, “sen ne dediğini bilmiyorsun.”
"Bu böyle
olmalı."dedi Cemil, hiçbir açıklama getirmedi ayrılığına. Kendisi de emin
değildi ayrılıktan.
Hakkı var mıydı daha ilk öpüşmeden sonra ayrılık
kelimesini etmeye. Bu kadar da erken. Bu
kadar anlık. Ne de çabuk yılgınlık. Nedir bu yılgın olmanın sebebi? Her şeyin mutlu gittiği bir anda alt üst
etmek. Buna hakkı olabilir miydi bir insanın. Elbette buna kimsenin hakkı
olamazdı. Olmamalıydı. Hiçbir zaman çözemeyeceği bir davranıştı Cemil'in
ayrılık isteği.
Sabah kahvaltı sonrası
hiç konuşulmadı. Büyük sessizlikler yaşandı. Fikret ne kadar da şanssızdı.
Fikret'in eski sevgilisi Ahmet evlenmiş, bir daha beni arama, ben evli biriyim
artık, demişti.
"Bu böyle
yürümez. Hayatıma girmeni istemiyorum." demişti Ahmet.
Birden Ahmet'i
anımsadı.
"Şimdi de sen
gidiyorsun. Ama bu kadar çabuk bir anlık mı olmalıydı."
Cemil evden çıktı ve
annesine koşmaya başladı. Bütün bir hafta boyunca yaşadığı bu garip duygu ya da
duygusallığı düşündü o an. Annesine gidiyor, bir yandan da düşüncelerden
kurtulamıyordu. Bir hafta içinde neler yaşadığını düşündü. Peki, istemiyor
muydu Fikret'i.
İstememek ne kelime.
Âşık olmuş ve ayrılmak
istemişti. Bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman çözemeyecekti.
Bir erkeğin bir erkeğe
âşık olması... Zor, zor-zordu bu coğrafyada...
Fikret akşam uzak
ışıklara bakarak yalnız olmadığını duyumsadı...
Cemil güncesine devam
etti.
Yağmur çiseliyordu.
Her şey bir şiir
akşamına gittiğimde başlamıştı. Aslında her şey bir şiir akşamında bitti.
Yağmurlu bir şiir akşamında, bir hayalin peşinde koşmaktan, olanaksız bir
hayalin... Geri dönülemeyecekti. Yollarımız zorunlu bir ayrılığı hak ediyordu.
Gece eğlenceli bir hal aldı. Şiirler
okunuyordu. Yalnız, bir masada okunan şiirleri dinlerken, bir yandan da rakımı yudumluyordum.
İçime ağlıyordum.
Bir ara boşluktan
yararlanan garson benim masaya doğru yöneldi.
"Yanınızda oturan
var mı?"
"Yok!"
Karşısında ayakta durarak şiir akşamını takip etmeye çalışan Kerem, çok
rahat gözüküyordu.
"Merhaba."
"Merhabalar."
Gecenin ilerleyen
saatlerinde büyük bir sabırla karşımda ayakta duran Kerem, bira söyledi
kendine, Bir yandan rakımı yudumluyor, bir yandan şiirleri dinliyor, bir yandan
da bütün yaşanmışlıkları sıraya koymaya çalışıyordum. Olmuyordu. Bir türlü sıra
olmuyorlardı. Çalakalem düşünüyordum.
Bu günce de çalakalem
yazılıyordu.
Suraya koymalıydım.
Içime ağiyordum.
Kerem'in ayakta
durmasından rahatsız olduğumdan gidip arka taraflardan bir
sandalye çektim. Duyarlı bir davranış
sonrası ara ara sohbet açıldı.
Şiirler okundu. Sustuk.
Dinledik. Ara verildi.
Konuştuk. O ana kadar ruh halimi bilemeyen, bilmek
de istemeyen Kerem çok mutluydu; ne de olsa
yeni bir insanla tanışıyordu. Yalnızdı. Yeni insan yeni arkadaşlıklar, yeni ilişkiler, yenidünyalar
demekti... Giderek büyüyen muhabbet aynı yazarları sevme meselesine gelince:
Kerem'in en sevdiği şair Attilâ İlhan'dı...
İşte böyle geçip gitmişti vakit, gece olmuş, herkes evlerine dağılıyordu.
"Hepsi, evet
hepsini anlatmalıyım..."
Günce tutmak değil
sevgili okur asıl amaç; bu tamamen kendisidir hayatın. Günce yazmaya günce
tutmadan başlamalıyım. Günceler yalan söyler demiştim ya, bu görüşü hâlâ
destekliyorum. İşte bu şiir akşamında yalnızlıklar çıkageldi. Yalnızlıklara
karşı arkadaşlıklar. Henüz ilk ayrılık sonrası ilk tanışma. Güzel, sevecen, çok
sıcak bir iç dökme. Fikret'ten ayrıldığım zaman sonrası bu ilk şiir akşamıdır.
Bu ilk sıcak arkadaşlıktır. Kerem, bütün kalbiyle beni dinliyor,
dinliyor-dinliyordu. Hiç Sıkılmadan dinliyordu.
Düşüncelerim akıp gidiyor, sıraya koyamıyordum. Bu
başka.
Bambaşka
bir aşk. Sıranın dışında yaşanmış, şimdi her şey bitmişken anlatmaya çalışılan...
Günce diyelim...
Yalnız, Fikret bütün manzarayı görsün
istiyorum bu
günceyi okuduğu zaman. Bütün resmi çizmeliyim anlatırken. En eskiden başlamalıyım. Başlayacağım.
Kerem ile tanıştığım o gece ne kadar da yalnız hissediyordum kendimi
bil bilsen sevgili günce. Artık hayatımda ne Zeynep vardı ne de Fikret.
Zeynep'ten ayrıldığımda Kazakistan'a gitmişti.
"Şimdi de Fikret sen gidiyorsun."
Ama bu gidenlerin hiç biri ortak bir hayali sırtlamak istemediler.
Fikret, sen bizim uygarlık hayalimizi biliyor musun? Hiç unutur musun? Kim
bilir belki de kuruntu yapıyorum. Gidenler kazanmışlardır ben hep
kaybetmişimdir.
"Ama Fikret
başka..."
Başka diyorum ama o da gidenlerin arasında yer alıyor. Gitmek kazanmaktır
sanırım. Kalmak kaybetmek. Bu görecelidir, değil mi? Gecelim.
Ertesi hafta yine şiir
akşamında Kerem'le buluştuk. Bu buluşmalar daha da yoğunlaşmaya başladılar.
Herkes gitti ama Kerem burada, yanımda duruyor. Yine şiirler okunuyor,
dinleniyordu. Şiir için çok önemli isimlerin katıldığı bir şiir gecesiydi.
Yanımda getirdiğim dergilerde yayımlanmış birkaç şiirim vardı. Çok sıkılırım,
okuyamam ben dedim. Ama ısrarla ismim yazdırıldı. Sıraya koyulmuştum. Kerem,
yine soğuk duruşunun altında yatan sıcaklığı ile yanımda tek destekçimdi.
"Günce yazmak deliliktir. Günce yazmak delirmektir..."
Yeni bir şeyler
yazmalı oysa hep taze ve bayat olmayan şeyler.
Sürekli.
Neden eskiyi yazar insan anlamam. Bu insanların arasında Cemil de var elbet.
Bu günce Cemil 'in zihnine düşen ilk sözcükler. Toparlayacağını umuyorum. Eski
yaşanmışlıklardan bir şeyler çıkarmaya, bir sonuç elde etmeye çalışıyor olmalı.
Acılar bilgisi bir kitap yazmaya çalışıyor olmalı. Yazmak da öyle bir şey ki, kalemi eline alana kadar. Gerisi önemli değil.
İlkyazını yüreğinle yazarsın, ama sonra iş teknik bilgilere gelince yüreğin
mantığınla sürekli kavga ederler. Bu düşünce akışı günden güne delirtiyor Cemil’i.
Sıraya koymalı.
Kurtulmak amaç, değil
mi? Bu ölü ruhtan kurtulmak.
"Bu günce
düşüncede akan yazılar bilgisi"
Acılarbilgisi.
"Bu yazdıklarını
bir hastanenin bahçesinde yazıyor Cemil."
Bir de aşklarım. Onlar
hep uzaklarda beni bekliyor. Gitmiyorum da, görmüyorum da onları. Acı veriyor
yüreğime gidememek. Gitmenin de şartları vardır. Her aşk maddidir. İyi bir işin
varken bile gönlünün istediği kazancı sağlayamıyorsan hiçbir boka yaramaz bu
hayat. Böyle bir aşk yaşadığımı düşünüyordum. Gönlümün istediği bir aşk. Bu
yüzden yazmaya devam etmeliyim.
Aşk var mıdır?
Bu gecelik bu kadar.
Ölüm!
Evet, ölüm...
Hayat dedim de aklıma
gelmişken.
"Ölümün de yaşamanın bir parçası olduğunu bilmek... Ve sarılmak
yaşama, sımsıkı
bağlanmak... Ölümü anlayabilmek...”
Önce iç organlarının
boşaldığını hissediyorsun, sonra soğuk bir ter ve ardından sanki organlarından
yalnızca yüreğinin sesini duyabiliyorsun. Tik-Tik-Tik değil... Küt... Küt...
Küt
Bunun adı nedir?
Senelerin eskitemediği
korku filmi gibi bir aşk yaşadım. Ne de aşk denilebilirse. Yaşanmamıştı
önceleri, yaşanması gerekiyordu. Yaşanınca da her şey alt üst oldu. Zeynep
demiştim ya bıraktı gitti beni hem de Kazakistan'a, bir daha da görmedim. Ne yapıyor,
ne ediyor bilmiyorum. En çok da gidenlerden haber alamamak kırıyor ya insanı...
Yazı bazen neşedir insan için, bazen
mutluluk. En kötüsü acının olmasıdır bir yazıda. Evet, bence yazı bir acıdır.
O andır sadece, yazarsın ve biter sanırsın; ama o hiçbir zaman kaybolmaz ve günün birinde karşına
çıkar. Acıtır seni. Acıtır canını. Cemil'in ıstırabına ortak olmalıyım.
Paylaşmalıyım.
Peki ben kimim? Cemil
kim? Yoksa Cemil, ben miyim?
Bütün bu düşünce akışımdan sonra şiir akşamına
dönüyorum. Hiç ayrılmadığım şiir akşamına. Bu günce de şiir gibi yazılmalı diyorum...
"Kerem sen ne iş
yapıyorsun?"
"Bilgisayar mühendisiyim, ama bilgisayarın
dışında her şey ilgi alanıma girer. Edebiyatı severim."
Ne de olsa şiir akşamındayız. Böyle bir yerde
tanışacağınız insanlar sıradan gitmezler hayat yolunda. İlla ki bir yamukları
vardır. Yazmaktan başka bir uğraşı edinmeyen bir insan olarak asıl sıradan
insan burada ben oluyorum herhalde.
"Boş zaman bulduğumda
öykü, şiir yazarım." diyor Kerem, öğünerek.
Bu çok güzel bir şey.
İnsanın işinin dışında kendini meşgul edecek bir şeyler olmalı elbet.
"Kerem benim bir
hayalim vardı. Bugün bitti biliyor musun?"
Bugün bitti."
Neydi biliyor
musun?"
Bir çocuğa âşık oldum
ama her şeyine... Bütün hayatı benim olsun istedim. Yanlışı da doğrusu da benim
olsun. Asıl yanlışı da burada yaptım sanırım. Bu yüzden acı çekiyorum. Hem
kızlarla hem de erkeklerle olanlara Biseksüel diyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum
Kerem. Sınıflandırmaları sevmiyorum. Sağcıymış, solcuymuş, Ermeniymiş, Türkmüş,
Rummuş, liberalmiş, eşcinselmiş; pek umurum değil. Bunu da böyle bil olur mu?
Bakarsın sana da âşık olurum. Ben böyleyim ne yapayım. Ama en iyi romanlar Biseksüeldir
Kerem, bunu da yaz bir kenara...
Nasıl anlatmalı.
Anlatmalıyım.
Fikret ile yaşadığım aşk uygarlığın beşiğinde; şu bildiğin kahpe
İstanbul'da oldu.
"Mitologya; "Akhilleus'un Hektor ile kavgasında bütün
inatçılığı ve gaddarlığını, oğlunu almaya gelen Priamos karşısında sürdüremez
ve oturup hıçkıra hıçkıra ağlar. Hektor'un ölüsünü yıkar ve babasına teslim
eder... Anadolu halkı bu olayla Tanrısal Akhilleus'un katı ve kin dolu yüreğini
eritmiştir..."
"Priamos yığılıp kalmıştı Akhilleus'un ayağının dibinde, yiğit
öldürülen Hektor'a ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Akhilleus 'da bir yandan babasına
ağlıyordu, bir yandan Patroklos'a ağlıyordu bağıra çağıra. Hıçkırıklar ve
çığlıklarla doldu evin içi. Tanrısal Akhilleus doya doya ağladı."
Cemil doya doya
ağlayacak ve bu iş bitecekti.
Tam miyologya
anlatırken bir anons duyuldu şiir akşamı içinde. Kürsüde şiir okumam
için ismim anons edilmişti. Heyecan içinde çıktım ve her şeyi haykırdım. Kısa
bir konuşma için mikrofona yöneldim.
Ses çıkmadı. İkinci
defa yöneldim ve bağırdım.
"Bizim bir
hayalimiz vardı. Uygarlık hayali. Bu hayali paylaştığım insandan bugün
ayrıldım."
Herkes bilsin istiyordu. Bu hayali haykırdığı yalan. Günceler yalan
söyler. Nasıl haykırabilirdi ki?
Yasaktı.
Günah.
Kim bilir, günahtı.
Bu uygarlık hayali de kendi
hayalimdi belki de. Kendi hayallerime bütün insanları alet etmeye bayılırım.
Ama yanlış olduğunu biliyorum.
"Uygarın
Pusulası" adlı şiirimi okumaya başladım...
Ben Biseksüelim,
dolayısıyla eşcinselim ya... Bir şey daha hatırladım.
Zeynep, dedim ne kadar
da rüya idi. Seneler önce bir mektup atmıştım cevap alamamıştım. Şu hale bak
uzun aradan sonra bir mektup yazmış.
Samimi miydi?
Kıştı. Yağmurlar
yüreğimi ıslatıyordu. Yalnızdım ve ilk aşkımı bekliyordum. Her şey bir tesadüf
üzerine başlamıştı. İlk aşkımla Taksim'de karşılaşmıştım. Elektronik mektup
adreslerimizi almıştık. Benim ona yazdığım mektup'un ona ulaştığı ihtimalini
bile düşünmüyordum. Artık unutmuştum. Bir daha da başlamasın diyordum. Daha
kötü olacaktı aksi halde.
Zeynep bir mektup
yollamıştı.
“Ne zamandır aklımda aslında bir
türlü zaman ayırıp da yazamadım. Nasılsın? Umarım her şey yolundadır. Senden
neler yaptığın hakkında bir mektup bekliyorum olur mu? Ben bu aralar daha rahatladım. Çünkü Alman Hastanesinden
ayrıldım. Hayatımda hiçbir şeye zaman ayıramıyordum. Çok yoğun bir çalışma
temposu vardı.
Gece nöbetleri özellikle çok yorucu oluyordu.
Bu nedenle ayrıldım ve şu an başka bir yerde çalışıyorum.
İlginç gelecek belki sana ama yaptığım işin dört yıl okuduğum üniversite ile yakından uzaktan
hiçbir alakası yok...
Baktım ki sağlık sektörü çok yoğun ve yorucu ben de bundan sonra eğitim
sektöründe çalışmaya karar verdim. Şu an özel bir sektörde eğitim danışmanlığı
yapıyorum. Eğlenceli bir iş! Bakırköy'de çalışıyorum. Bunun dışında bir
değişiklik yok, denebilir. Sen neler yapıyorsun asıl. Ne işle meşgulsün?
Kendine çok iyi bak. Mektubunu bekliyorum.
Hoşçakal.”
Atılan bir mektuba en
az kaç sene sonra geri dönülebilir? Geri dönülen mektup ne kadar samimi
olabilir? Ne kadarı masumdur yazılanların... Bu sorulara hiçbir zaman yanıt
bulamayacağım...
Sanki bulamayacağım...
Kanmıştım yazılanlara.
Ne de renkliydiler. Bütün renkleri kirlenmiş bir hayatın kapıda beni bekliyor
olduğunu nereden de bilebilirdim.
"Bana cevap yaz”
dedi Zeynep “aşkımız başlasın. Aşkımız başlasın..."
Şöyle cevapladım
mektubunu:
“Bana yazdığına çok
sevindim. Özellikle yazdığın için sevindim. Ben iletişimde en çok
yazı ile ilgili olan kısmı severim. Seni bilmiyorum, ama ben genelde
arkadaşlarımla yazılı görüşmeler yapmayı tercih ederim. Gerçi günümüz
teknolojisinde cep telefonu trafiğine yakalanmamak elde mi? Daha çok yazının
kalıcılığını seviyorum desem daha doğru tasvirlemiş olurum. Yeni işinde sana
daima başarı diliyorum.”
Zeynep aramıştı beni
dedim; şimdi aramaz olaydı. Daha doğrusu teknolojiden yararlanarak elektronik
bir mektup atmıştı. Başlık koymayı unutmuştu. Yeni yazılan mektuplar başlıklı
oluyordu artık ne de olsa.
Evet, seninle en son
ne zaman muhabbet etmiştik hatırlayamıyorum, dedi Zeynep.
Hatırlamasına da imkân
vermiyorum. Bu çok eskiydi.
Her şey
"Her şey kurmaca
bir yalanın parçasıydı. Sevgilisinden ayrılmıştı Zeynep. O sıralar tutunacak
bir dal bulamıyordu. Ağına Cemil'i düşürmesi gerekiyordu. Düşürmüştü...”
Ne kadar da garip
değil mi tıpkı romanlardaki gibi.
Sabahın en erken
saatlerinden biri ve yazı masasında yazıyor Cemil. Zeynep ile en son
görüşmesinden sonra sakin kafa ile düşünmeye başlamış, yazmak istemiş. Cemil'in
bu mektubu yazdığı saatlerde ise Zeynep muhtemelen bin dört yüz elli üçüncü
rüyasını görüyordu. Zeynep için ne önemi vardı ki. Hayat Cemil'e geldiği gibi
değildi Zeynep için. İlk olarak ne zaman görüştük diye düşündü Cemil.
"Ne kadar hızlı geçiyor
zaman öyle değil mi?"
"Zaman akıp
gidiyor, öyle ya da böyle, bitecek bu hayat. İstiyorum ki elimde kayda değer
bir
şeyler olsun."
Bir kum saatinden
kayan kumlar gibi şu orospu hayat kayıp gidiyordu tabii. Cemil an an duyarlıydı
bu hayata. Zeynep ise bütün hayatının kurgusunu alternatif bir aşka yansıtmış,
Cemil gibi salak bir insanı aldatmaya yönelik hareketler yapıp çıkıp gidecekti
hayatından. İlk buluştukları haftaların ardından başka bir buluşmada Zeynep'in
nişanlısı olacak olan patolojik bir vaka Erdem çıkagelecekti. Cemil'i
öldüresiye dövecekti. Cemil ise bunun bir karşılığı olamaz hayatta diyecek.
Öteki yanağını gösterecekti.
Cemil bir piçti ne de
olsa. Piçlerin babası olmaz, arka çıkmaz, çıkamazlardı değil mi? Öylece dayak
yemekten zevk duyarlardı piçler. Karşılık vermez beyefendiliğe oynardı.
Hastanede alırdı soluğu ve kimin Cemil'i hastaneye kaldırdığını da bilmezdi.
Cemil bir piçti öyle
değil mi?
Bu yüzden Cemil'i
kimin hastaneye getirdiği önemli değildi. Hastanede olmak önemli değildi.
Sırf bu yüzden bile İsa'ya
tapabilirdi.
"Sana bir tokat
atana öteki yanağını göster"
"Stokholm
sendromu” demişti Fikret.
Sırf sana aşık olduğum
için, beni eşek sudan gelip, bir de üzerime... Beni döven adamla evlenmiştin.
Bu meşhur hastalık tablosu ismini 1973 yılında İsveç'in başkenti Stokholm'de
yaşanan bir olaydan alıyor. Banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin
tutulan bir kadın, soyguncuya âşık olur. Serbest kaldığında ise soyguncuyu
savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek, kendisini rehin alan banka
soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.
Peki, beni neden
aradın Zeynep, hiç mi insaf yoktu sende? Şu hayatta bula bula bir beni mi
buldun ağına düşürecek.
Kerem ile Bostancı'da
buluştu Cemil. Geberene kadar çay ve sigara içme isteği vardı. Bütün bu yazdığı
günce daha çok diplere çökerken Kerem buldu Cemil'i.
"Seni
seviyorum." dedi Kerem; çünkü temiz bir kalbin var.
Bütün bu yaşadığım hayat bu temiz kalp için
mi, dedim. Bütün temiz kalplere lanet okuyabilirim. Temiz kalpmiş. Ne de sıkıcı
bir cümle. Temiz bir kalp yoktur Kerem, sana sesleniyorum. Kalpler doğar doğmaz
pislenirler.
"Aldım elime kalemimi yazmaya başladım."
dedi, Kerem'e, Cemil.
Kırmızı kalemle yazıyorum. Nasıl yazmam gerekiyor
yaşadıklarımı. Kan akıyor gözyaşlarımdan,
içime dışıma kan. Masum bir aşk için evrenin etrafında sonsuz kereler tur
atmaya razıyım diye girdim cümleye.
"FİKRET BU MASUM
AŞK SENSİN İNAN BANA SEN AMA ARTIK HÜRRİYETİME KAVUŞMAMIN VAKTİ -ZAMANI
GELDİ!!!
Git o halde ne yapalım. Bana garip duygu ya da duygusallıklar...
"Günlükler,
kitaplar, eski paralar, sözler, gülüşmeler.” dedim, Zeynep duysun son defa bir
el sallasın diye bana. El sallamadan terk edilmiştim.
Hayatı
ıskalamamalıymışım.
Bana hediye ettiği bir şey varsa Zeynep'in o da ânı yaşamalıymışım. Bu
hediyesini hiçbir zaman uygulayamadım.
Çığlık!
Yeter ?!
Koskoca bir yeter diye çığlık atasım geliyor an lafını duyunca.
Kazakistan'a kadar ulaşsın bu…
"Şimdiki zamanı
yaşamaktan nefret ediyorum. Şimdi neredesin Zeynep!"
“Gitme Fikret, benimle
kal olur mu?”
Sonra.
Sonra. Günce yazılıverdi bir çırpıda.
Mor dedi; ilk sırayı alır renklerimde. Hüzünlenir ağlarım. Bizans'in
erguvanlarını hatırlarım. Sürekli düşüş kapısıdır bu renk benim için. Kapıyı
açar açmaz düştüğümü hissederim. Deliksiz, uçsuz bucaksız bir hiçlik duygusu
kaplar, terk edilmişliği yaşarım.
Leylaklar ve yalnızlıklar ve yok oluşlar.
Ateş renkli çiçekler.
Mavi dedi; sonsuz bir
özgürlüktür. Denizin ulaşılmazlığı. Çok çeşitli balık türleri vardır orada.
Nereidler misal; deniz yalnızlığı...
Yeşil dedi; sürekli
değişirim bu kapıda. Bir metafor gibi ne yaptığımı bilmeden değişirim.
Sarı dedi;
kirlendiğimi hissederim. Bir kış gecesi, yağmurun altında çamurlanırım. Bu
kapıda çamurlu sularla örer bedenimi.
Kırmızı dedi;
dehşettir... Her dökülen kan, kutsal uğruna da olsa vahşettir...
Beyaz dedi; tarafsız
olmak! Tam değil ama altında aradığım soru işareti vardır. Bütün renklerden
arınmak da bir seçimdi. Annemi düşünürüm... Temiz kalbini...
Siyah dedi; kapıdan
içeri girmek istemem. Bir yandan sokarım kafamı içeri, olup bitenleri izlerim.
İşte bu renkte annemi ararım asıl. Annem çıkagelir, tutar kolumdan.
Midem bulanıyor. Yaşam kaygım başladı bile...
“Dur” dedi Kerem “Bir daha düşün...”
Artık hürriyetime kavuşmamın vakti-zamanı geldi...
"Bütün renklerden kurtulmalıyım."
Not: Ateş Renkli Çiçekler adlı hikâye dosyasından.