27 Nisan 2020 Pazartesi

Okumak ve Yazmak Üzerine Çiziktirmeler

 “Ama okudum” diyor Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz adlı kitabının ilk denemesi olan Ne Kitaplı Ne Kitapsız’da: ”Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya.” Sonra okumakla geçen onca zaman içinde soruyor: ”Hangi yazar -okumayı yaşamının bir parçası saymışsa-kitap üzerine, kitaplarla ilişkileri üzerine bir şeyler yazmamış?
Öyleyse okumak, zaman içinde yazmayı da beraberinde getiriyor bazı okurlar için. Çok farklı etki alanları bu eyleme yöneltmiş de olabilir kişiyi. Yaşamın acımasızlığı, Monteigne’den günümüze, birçok nitelikli yazarı, okuma odasına yöneltiyor.
Peki yazmak?
Selim İleri’nin Yağmur Akşamları adlı hikâyesinde Lâle Dilek karakteri şöyle cevap veriyor, yazmakla ilgili bir soruya: ”Yazmak zorundayım, yazmam gerek. Dergilerde yayımlansın, kitap olarak basılsın diye değil. Okurlar için değil. Okuyanlar beğensinler diye değil. Yaşam bana saçma geliyor. Başkalarının, herkesin yaşamında anlamsızlıktan başka bir şey göremiyorum. Bu saçmalıktan, bu anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.”
Yazmak da yazarların tutunduğu bir sığınak âdeta.
Orhan Pamuk da Nobel konuşmasında ilgi çekici bir söylem içinde: “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum.”
Okuya-yazmak, geçilmesi güç bir engeldir. Fakat yazmakla da, okumakla da bitmiyor. Bilge Karasu, “Her yazı ulaşılması çok güç bir karşı yaka gibi görünür bana” derken, okumak için de bir ipucu gönderiyor okuruna. Okumak da olsa olsa bir yazının bittiği yerde başlamıyor mu?
Metni anlamlandırma çabası, derinlemesine bir imgelem gücü, paralel, çoğul, dikey ya da yatay okuma. Her halükarda kocaman bir hiç. Evrendeki bilgimiz bir ‘hiç’ kadar az. Sınırlı varlıklarız biz insanlar. Okumak ve yazmak evreni anlamamız için bazı eylemlerimizden yalnızca ikisi.
Bir de, Alberto Manguel’in “okumak sohbet etmektir” diyerek, Türklerde kullanılan “muhabbet” sözcüğünü irdelemesi vardı Okuma Günlüğü adlı kitabında. Muhabbet etmek bazı kapıları aralayabiliyor bize. Bir soru: Yazmak ve okumak eyleminin, muhabbet etmekten ne farkı olabilir? Kimi mektup yazarak, kimi denemeler yazarak, kimi hikâye yazarak, kimi şiir ve romanlar yazarak vesaire.

Enis Batur Ölesiye Sanat (yeni faltaşları) adlı kitabının “audiographie” adlı denemesinde, deneme başlığından da anlaşılacağı üzre, yeni bir sözcüğe rastladığını söylüyor. Bir açıklama: “Audiographie”, konuşmayla yazı’yı buluşturan bileşik kelime, söz yoluyla ifade edilmiş olanın yazıya aktarılmasını karşılamak amacıyla t/üretilmiş.”

Okumak ve yazmak!
Okurlarda da, yazarlarda da bir konuşma hâlinden söz etmek mümkün öyleyse. Her okur okuduğu metinle bir konuşma hâli yaşıyor, her yazar da yazma eylemi sırasında muhabbet ediyor, hesaplaşmaya çalıştığı kendi metniyle.  Buradan da Bilge Karasu’nun Ne Kitaplı Ne Kitapsız adlı denemesinde bahsini geçtiği, “okuma”nın bir süre sonra “yazma” eylemiyle tamamlandığını kafamızda oturtabiliyoruz. Kim bilir, belki de, sürekli muhabbet ediyor, konuşuyor/tartışıyoruz. Hiç şüphesiz, zamanla bir uslûp durumuna geçiyoruz, okuyarak-yazarak. Adalet Hanım (Ağaoğlu) gibi, “iyi bir okur olmayı öğrenmek için yazıyor”, Salâh Bey (Birsel) gibi “yazarak ölüyoruz”.
Okumak ve yazmak nedir başka?
Not: Bu yazım Edebiyat Burada adlı kültür-sanat ve edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.

23 Nisan 2020 Perşembe

Tefrika 2019/5


15 Mayıs 

Birkaç gündür ihmal etmişim güncemi.

Selim İleri’ye mektup atmıştım. Almış. Çok nazik bir insan. Bana hoş bir mesaj attı bugün. Memnun oldum. Yazarlığa daha fazla inandım. Sonra kalktım bir şiir yazdım. Birkaç mısrâ: Adım adım yürüyorum harap bahçeyi/durup gökyüzüne düşürüyorum gölgemi/gelsen koparacağım dalından tatlı tatlı yiyeceğim şeftaliyi

Gece. Raftan Metin Güven’in Kedi Uykuları adlı şiir kitabını çektim.
                                                                                                                                  
17 Mayıs 

Uyku mahmurluğu. Biraz nezle. Kitaplar tek sığınak. Dün geceden bu yana Cemal Süreya’nın bütün şiirlerinin bulunduğu Sevda Sözleri adlı kitaba devam ettim. Biraz lirik, biraz erotik ve biraz da politik şiirler. Güzel bir harman.

26 Mayıs 

Bugün uzun zaman istediğim ama bir türlü yeltenemediğim bir şeye karar verdim: İtalyanca öğrenmek. Birkaç aydır araştırıyordum, nasıl olur diye. Bazı materyaller, Youtube videoları vesaire. Şimdi kendimi hazır hissediyorum.

30 Mayıs 

Verimli bir gündü. Her günüm böyle olsa keşke. Bunun için istikrarlı olmak zorundayım. Biraz Osmanlı Türkçesi, biraz İtalyanca, biraz Kuran Arapçası ve İngilizce çalıştım. Çok mutluyum. Öte taraftan da sabırsızım. Gün gün bakmam gerekiyor gelişimime. Gün gün, an an… Anlarda mutlu olmayı kendime öğretmeliyim. İşte böyle.



Tefrika 2019/4


 06 Mayıs 

Sabah. Tekrar okumalar.

Selim İleri’nin İstanbul kitaplarını zaman zaman döner yeniden okurum. Şu sıralar masamda, İstanbul, Hatıralar Kolonyası… Sonra tekrardan basıldı mı, bilemiyorum fakat elimdeki Doğan Yay. baskısı çok hoş. Yıllar var ki, kitaplığımın tozlu rafları arasında sıkışıp kalmış. Birkaç gündür elimden düşürmediğim kitabı ilk 2006-2007 civarı okumuş olmalıyım. O yıllar, bir kitapevinde kitap satış temsilcisi olarak çalışıyordum. Selim İleri’nin hikâye ve romanlarını zaman buldukça okuyordum; fakat İstanbul, Hatıralar Kolonyası beni bir başka çarpmıştı. Daha önceleri köşe yazılarını çok seyrek takip ediyordum yazarın. Sabah erken geldiğim kitapevinde rafların tozunu alırken kitapla o ilk karşılaşma: Yaş 26-27.

Yıllar sonra şöyle imzalamış Selim Bey kitabı: İyi ki yine geldiğin için!

İstanbul, Hatıralar Kolonyası’nı yeniden okuyorum. Beni yıllar sonra çarpan o ilk yazı: Geçmiş Romanlar Ağıtı. Alıntılamadan geçemeyeceğim ilk sözler: Geçmiş, yitmiş romanlara bir ağıt olsun bu yazı. Kimsenin okumadığı romanlara.

07 Mayıs                                                                                                                      

Dünden kalan İstanbul, Hatıralar Kolonyası'nı okumaya devam ettim. Selim İleri. Bir İstanbul kitabı. İncelikli. Sanki romanlar İstanbul şehrinin kalbinde yer alıyorlar bu kitapta. Hepsi şehrin kalbinde atıyorlar. Eski romanlar. Sonra bu romanları okudukça, (örnekse geçenlerde okuduğum Fatih-Harbiye) şehir kalbinden yeniden inşa ediliyor zihnimde. Sonra birden bire yıkılmışlık. Yürüyüşe çıktığım zamanlarda sezinliyorum: İstanbul sokaklarının kirliliği. Hemen her yönüyle yıkık bir kent İstanbul. Mimarisiyle, çevre düzenlemeleriyle… “Var olanı koruyalım”, diyordu Selim İleri…Yoksa Tanpınar mıydı?! Anımsayamadım.. En azından bunu yapalım… Sonra resimler. Kurbağalıdere’den bir peyzaj. Her şey çürüyor… Her şey… Çok mu karamsarım?!

08 Mayıs                                                                 

Sanki yaşayarak değil de, okuyarak tuttuğum günce. Bir yazı billurlaşıyor zihnimde. Yazmak için ona yelteniyorum. İstanbul, Hatıralar Kolonyası hakkında birkaç söz. Sonra yaz. Bugün güneş bir başka doğdu sanki. Artık ilkyazdan da çıkmak üzereyiz. Birkaç gün sonra; yaz! Birden bire yine akşam.
                                                                                                                            
09 Mayıs 

Cemal Süreya’nın bütün şiirlerini okumaya başladım. Keyifli bir okuma süreci beni bekliyor. Bütün şiirlerinin yer aldığı Sevda Sözleri adlı kitaptaki şiirlerine geri döner okurdum fakat bu defa baştan sona kat edeceğim. Keşke yalnız bunun için sevseydin beni ey sevgili... Şiirler…
Birkaç gündür içimde bir sevinç. Okumalar çoğalıyor. Şimdi masamda Attilâ ilhan’ın çok sevdiğim romanı Sokaktaki Adam. Bu romanı tekrar okuyacağım. Belki bir yazı yazarım… Her şey yazı için birer malzeme. Her şeye geç kalmanın telaşıyla okuyorum bu kitapları.

Birkaç kitap bir arada okuyorum. Yineleyelim: İstanbul, Hatıralar Kolonyası (Selim İleri), Sevda Sözleri (Cemal Süreya) ve Sokaktaki Adam (Attilâ İlhan) masamda… Sonra belki bir hikâye antolojisi… Tarih okumaları. Felsefe. Birtakım makaleler.  
Sonrası, iyilik güzellik.



Tefrika 2017-2019/3



29 Mayıs 

Hayata yeni başlangıçlar gerek. Ne zamandır içimde bir öykü.

1 Haziran                                                                                                         

Bugün 1 Haziran 2017. Saat gece yarısı 03.00 suları. Yeni okumalara açılıyorum şu sıralar. Masamda yıllar önce okumuş fakat derinliğine nüfuz edememiş olduğum Bir Denizin Eteklerinde (Selim İleri) adlı hikâye kitabı var. İlk üç öyküyü hızlıca geçtim fakat Sabahsız Geceler beni bir hayli etkiledi. Yakın bir zamanda Budala’yı (Dostoyevski) okumak istiyorum. Yer yer Sabahsız Geceler’i tekrar okumak… Bir diğer iki kitap, Sönmüş Kibritin İzinde (Doğan Hızlan) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı.(Turgut Uyar). Yeni bir gün, yeni bir ay ve yeni bir yılım olsun! Kutlu olsun! 

02 Mayıs 2019                        

Uzun, çok uzun bir aradan sonra büyük umutlarla yeniden başlıyorum. Sabır ve istikrar. Son zamanlarda bu iki kelime zihnimde: Başka bir şey dilemiyorum. Masamda Attila İlhan’a Mektuplar var. Özellikle Selim İleri’nin Attila İlhan’a yazdıkları için satın aldım bu kitabı. Merakla okuyorum. Selim İleri’ye bir mektup yazdım. Yazarlık bende bir heves.  Bugün ilk yazım yayımlandı. Edebiyat Burada adlı bir sitede Çarşamba günleri yazı yayımlayacağım. Şimdilerde bu yazıların telaşı içindeyim. Haftada en az iki inceleme yazmalıyım. Şiirler geliyor. Bazı çiziktirmeler… Hikâyeler. İşte böyle.
   
tarihsiz                                                                                                         

Yıllar geçmiş. Hatırlıyorum. Bundan üç ya da dört sene önce yoğun bir şekilde Enis Batur okumaya başladım. Elime ne geçtiyse o sıralar… Şiirleri, denemeleri, deneme-romanları ve birtakım makaleler… Gezi yazıları. Aradığım bir şey varmış gibi her satırını okumaya çalışıyorum yazarın. İmkânı yok! Ben okudukça çarşaf çarşaf kitaplar yayımlanıyor, eski yazdıklarından gözüme ilişenler vesaire. Velûd bir yazar Enis Batur. Bu sözü söylemekten gına geldi ama Türkiye şartlarında yeni bir vaka ile karşılaşana dek liderlik değerli yazarımızda. Okumak keşfetmektir ya, sürekli bir keşif halindeyim… Daha önceleri her hafta Cumhuriyet Kitap’ta yazılarını okuduğum yazarı artık kitaplaşmış metinlerinden de takip ediyordum. Nihayet Gergedan Kitabevi’nde Işık ilişti gözüme. Sık sık eşelendiğim bir kitapevi. Birkaç hafta sonra da değerli profesyonel okur, bibliyofil dostum Orçun Üçer ile eşine az rastlanan Enis Batur konferansına katılmıştık. Şimdi konu neydi, belleğimden çıkmış. Akşam eve geldim ve bir çırpıda kitabı okudum. O hafta bir daha okudum, altını çize çize. 

Sonra karaladım. 

                                                                                                                


Tefrika 2017/2




27 Mart 

Sorduğu sorunun cevabını son cümleye kadar saklayarak koruyan gerilim dolu çok güzel bir hikâyesi vardır Tolstoy'un: Bir İnsanın Ne Kadar Toprağa İhtiyacı Vardır? Gerilim olağanüstüdür hikâyede. Mülkiyet kavramını son derece yalın bir şekilde anlatır. Soru sorar ve son sahneye kadar insanın yaşamda onca uğraşarak edindiği mülkiyetlerin ne işe yaradığını çarpıcı bir şekilde gösterir. Sahi, bir insanın ne kadar toprağa ihtiyacı vardır?!

01 Şubat 

Bir de şöyle yazmışım: Denemeliyim. Yazmayı denemeliyim. En azından ilerde bir zamanda denemedim dememek için… Başarısız da olsam, “yaptım, olmadı” derim en azından. Şimdi edebiyat derslerine başlıyorum. Bu defa çok farklı. Biliyorum, bu takur-tukur yazıyla işin henüz başındayım. Çok okumalı ve yazmalıyım. Çok okuyup; çok yazacağım. Anlatacak o kadar çok şeyim var ki; nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Ne yazık ki bilmiyorum. Öğreneceğim.

30 Mart  

Öğrenmek için harekete geçmeli insan. Hareket olmazsa intihar uç verir. Durağanlık, meşgalesizlik iç sıkıntıdır çoğu zaman. İşte bu dertleri aşmaya çalışıyorum. Aslında yapacak öyle çok işim var ki, anlatmakla bitmez… Yeter ki bir yelteneyim. Şu ölü toprağı üzerimden atayım.

05 Mayıs 

Uzun bir zamandır yazı yazmıyorum. İntihar saplantısı. Ama öte yandan da bir umut içimde. Yazıp, göreceğim.

19 Mayıs 

Bugün sigarayı bırakışımın 469. günü. Orhan Pamuk gibi söylersem, sigara içen beni çok özledim. Pamuk haklı, başka bir insan hüviyetine dönüyor insan. Ama ısrarla ve ısrarla sabrımı zorluyorum. Bu, önemli benim için. Bir de, "sigara hiç aklına gelmiyor mu", diye soranlar oluyor. Aklımdan hiç çıkmıyor ki! Düşünsenize, günde 20 defa otomatiğe bağlanarak yapılan bir eylem var hayatınızda. Kolay vazgeçilecek bir şey değil. Bedeninizle bütünleşmiş bir hareketten söz ediyorum. Sonuçta önemli bir eşiği atlatmış bulunuyorum. Bana öyle geliyor ki, bundan böyle hiçbir zaman sigara içmeyeceğim. Sigara içenlere çağrım olsun. Gelin siz de katılın bana.

                                                                                                   


Tefrika 2017/1

05 Şubat 

Bugün sigarayı bırakışımın birinci yılı. Kutlu olsun! Salâh Bey (Birsel) gibi, "cigara içmek değil, buz kalıpları gibi nikotin yutmak istiyorum." Şaka şaka, artık aramıyorum. Yeni bir sayfa açtım kendime. Garip bir duygusallık. Ama her şey çok güzel olacak. Oluk oluk kitaplar okuyorum. Yeni şiirler geliyor. Bazı denemeler. Anı parçaları. Hikâyeler. Tutmak zor. Döküldükçe yazıyorum; yazdıkça çoğalıyor yazacaklarım. Okudukça çoğalıyor okuyacaklarım. Okudukça yazıyorum, yazdıkça okuyorum. Böyle.

06 Şubat 

Salâh Birsel’in Yaşlılık Günlüğü’nü okuyorum. Her şeye geç kalmanın telaşıyla sayfaları bir bir geçiyorum. Ama eskisi kadar dertlenmiyorum buna. Çalışmaya inanır, disiplinli olursam, bir şeyler çıkacaktır. Ayrıca, çıkamasa ne olur ki… Ben zaten defterlerimi dolduruyorum. Bir bakıma kendim için yazıyorum. Bir sağaltı.

Yazıya oturduğum vakit metnin şiir mi, hikâye mi, roman mı olacağını kestiremiyorum. Şiir yazayım, diye oturmuyorum masaya; okumak için oturuyor, yeniden üretiyorum.

Salâh Birsel bir yerde şöyle söylüyor: Benim yaşamım çokluk yazarlıkla bağdaşmayan görevlerle geçmiştir. Günlerimi kâğıt-kalem oyununa vereceğime tam 33 yıl hiç istemediğim, sevmediğim işlerde nefes tükettim.”

Hazin.

12 Mayıs/Süreyyapaşa
08 Şubat/Yüzevler

Sabahın körü. Son zamanlar erken başlıyorum güne. Hep böyle olsun derken düzen bozuluyor sonra. Hayat da öyle değil mi? İnişler-çıkışlar. Düzensizlik içinde. Ama gene de bir düzene ihtiyaç duyuyorum hep. Okumalar çoğaldı sonra. Yetişemiyor insan. Ama her ne kadar çok okursa okusun, yüzerce klasiği okumadan toprak olacak beden. Bu yüzden seçerek okumak en iyi yollardan biri. Masamda Genç Werther’in Acıları.

Birkaç yıl önce tutmuş olduğum günceden:

1
Sabah. Zuhal pencere önünde kargalara miyavlıyor. Sonra gelip yüzümü yalıyor. Zuhal benim kedim… Ya da ben onun insanıyım. Bu sözü çok seviyorum. Her sabah bu sözle uyanıyorum. Haylaz çocuklar gibi kalkıyorum yataktan. Bülent Ortaçgil. Ansızın güneş.
2
Pencere önünde çiçeklerim. Arkadaştan ayrı. Aşkla arkadaşlıklar. Selim İleri. Öğlene kadar bütün gazeteleri okuyorum. Bir romana gömülüyorum. Bayılana kadar okuyorum romanı. Nasıl sızmışsam okuma koltuğunda, bir saat kadar düşle-uyanıklık hâli. Sonra hayat. Uzadıkça uzuyor yaşam. Yaşamı izliyorum.
3
Yaşarken bazı anı parçacıkları. Bir oda içinde yaşamak böyle bir şey: Zihin sürekli çalışıyor. Unutmalıyım. Yoksa yazamam. Birkaç satır ekliyorum geceden başladığım hikâyeme. Beğenmiyorum. Tekrar yelteniyorum. İşte şimdi oldu. Huzur bu olsa gerek. Yazmak kimi zaman sıkıntı. Yazmasam deli olmayacağım belki ama hep bir eksik… Bütün kapılar böyle açılıyor. Yoksa nasıl çoğalabilirim.
4
Akşam beş. Kahve törenim. Şekersiz. Sert. Bütün bir hayat gibi…
5
Çocukluğum. Yaşayarak değil de okuyarak… Hep böyle geçen bir ömür. Yaş otuz beş. Yıldızlı bir gecede kitaplara dalışım. Adalar. Uzakta ışıkları. Başka yaşamları izliyorum artık, çünkü akşam. Bir de F. Uzak ışıklarda onu buluyorum bâzı akşamlar. Aşk böyledir. Bitmez. Soğusa da bir yerlerde arar olursunuz izlerini. Sanki bin yıllık bir uygarlığın izleri: “Aşk nedir ki, düşlerin yanında…”
Bir mısrâ daha: “Binlerce sene sonra hangi medeniyetin sunağında aranacak izimiz.”
6
Gece. Zaman ellerimden düşüyor. Şarkıdaki gibi, ”dostlar dağılır dört bir yana”, sonrası hüzün. Hüzün en eski matemim. Hep bir sonraya düşen bir iz. İzler. Yas uykusu.
7
Neşe. İki kız çocuğu dayısıyım. Onlara iyi bir dayı olabildim mi?! Düşünceler; düşünceler…Ama hep neşe: Nîsa ve Defne. İçimdeki iki mum. En karamsar zamanlarımda onlarla mutluyum. Nîsa ile kitap okuma yarışı… Defne ile bebek konuşturmaca... Hayatta başka nasıl bir mutluluğum olabilir ki… Güzellikler paylaşılmak ister.
8
Ve yine kitaplar kitaplar. Ne zaman kafam bir şeye takılsa, kitapların başında buluyorum kendimi. Gene de kütüphaneler yetmiyor iç sıkıntımın dağılmasına. Dünya çok kötü. Tabiî ki haklıyım.
9
Annem. Mutlak güven duygusu… “Onu hiçbir zaman üzmedim”, diyebilmeyi çok isterdim. Her annenin en iyi bildiği gene kendi çocuğudur: O beni bilir… O beni bilir…
10
Babam. İşçi babam. Bu hikâyeleri yazabilirsem… En çok onun hakkı.
11
Sabaha karşı. Okuma koltuğunda. Baş ağrıları… Nöbetler... Uykusuzluk... Sabah, bir roman gibi uzuyor...
13
Hiçbir zaman bir çocuğum olmayacak belki ama bu kitabı yazabilirsem şayet her şeyin düzelebileceğine inandırdım kendimi. Hem, bir kitabın bir çocuktan ne farkı olabilir ki… Aklımda resimler resimler…
14
Yağmur. En sevdiğim. Göğ delinmiş sanki. Islatmıyor. İnsanı sırılsıklam yapıyor. Yaşamı parçalıyor. Yaşamım parçalanıyor. Bir roman: Daha Dün. Son sahne:”Yağmura çıkmışken, ezdiğiniz sümüklüböceklerdi yazdıklarım.”
Ezmiyorum.



15 Nisan 2020 Çarşamba

Semerkant'a Geri Dönmek

Yaşamım boyunca üzerimde iz bırakan romanlardan biri de -Ömer Hayyam ekseninde- “Semerkant !” On sekiz yaşımda, Esin Talû Çelikkan çevirisinden okumuşum. Farklı çevirileri de mevcut… Kitap hayli yıpranmış kitaplığımda. Ömer Hayyam’ın rubâîlerini de, yine o yıllar, Sabahattin Eyüboğlu tercümesinden okumuştum. Sonraları Yahya Kemal’den de okudum. Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirilerini de bir vakit, yazar arkadaşım Orçun Üçer tavsiye etmişti.

Romana bakarsak: İnsan o yaşlarda bazı ayrıntılara dikkat edemiyor. Romanın havasına kapılıp gidiyor. Özellikle yazarın, romanın merkezine aldığı Ömer Hayyam, beni bugün de etkiledi; ama bazı bilgi yetersizliklerim hâlâ devam ediyor açıkçası. Sanıyorum, ilerde tekrar geri döneceğim romanlardan biri Semerkant. Bu yüzden tarihî bir değerlendirme yapmak gibi bir durumum yok. Umarım daha sonra tekrar dönebilirim bu iyi romana.

Roman, üç arkadaştan söz açar… Önemli tarihî kişiliklerden olan, binli yılların başlarında, çağı etkilemiş üç İranlı!

Sayfa altmış altıdan not almışım: “ Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah.”

Roman dört bölüme ayrılmış: “Şairler ve Sevgililer”, “Haşhaşiler Cenneti”, “Bininci Yılın Sonu”, “Denizde Bir Şair”.

Bölümleri hatırlatma gereği duydum, çünkü ilk iki bölümde Ömer Hayyam-Nizamülmülk-Hasan Sabbah konu edinmiş. Tâbir yerindeyse, bir üçleme ele alınmış. Bu yüzden “Bininci Yılın Sonu” ve “Denizde Bir Şair” adlı diğer iki bölümde roman tekrardan başlıyor sanki. Bu okuru yanıltabilir. Ben en azından bunu böyle tecrübe etmiş oldum.

Sayfa yüz otuz üçe kadarki bölümde, daha çok bu üç tarihî figürün hayatı, birbiriyle ilişkileri ve tarihe nasıl şekil verdikleri, heyecanlı, gizemli ve cesur bir anlatımla irdeleniyor.

Bilindiği üzere Nizamülmülk, Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri. Roman bu tarihî şahsiyetin, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’la olan ilişkilerine değinmiş.

(Şunu da hatırlatalım: Nizamülmülk, meşhûr “Siyasetnâme” adlı kitabının yazarı.)

Romanda diğer meşhurumuz Hasan Sabbah ise, tarihin eski ezoterik ve Bâtınî örgütü Haşhaşiler’in kurucusu.

Ve Ömer Hayyam !

Romanın kurgusu itibariyle “Benjamin”, ana karakterimiz. Anlatıcımız desek daha doğru bir kelime seçimi yapmış oluruz. Ömer Hayyam’ı, hayatını, rubâîyatını ve “Semerkant Elyazması” adlı kitabın kayboluş hikâyesini canlı tutmuş Amin Maalouf. Özellikle romanda geçen Ömer (Hayyam) ile Cihan arasındaki aşk, Benjamin’in Şirin’e olan aşkına yansımış. Böyle kurgulamış yazar. Bu bölüm çok etkileyici. Ayrıntıları görmek açısından.

Romanın bence en etkileyici konusu Semerkant Elyazması’nın kayboluş, bulunuş ve tekrardan kayboluş hikâyesi. İşte burada romanın asıl mevzûna girmiş bulunuyoruz.

Kitabın girişinde Benjamin adlı karakterimiz, bize anlatacağı hikâye hakkında bazı ön-bilgiler veriyor: “Antantik’in dibinde bir kitap var.”

Bu bölümden alıntı yapmanın, romanın gizemini bozacağını düşünmüyorum. Zaten hemen romanın girişinde ifade ediliyor bu konu:”14 Nisan 1912’yi 15 Nisan 1912’ye bağlayan gece, Titanic gemisi, Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı bilge ozan, gökbilimci Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının elyazması tek örneği idi.”

Benjamin burada kendini de tanıtıyor. Öncelikle Benjamin’in hikâyesine kulak kesilmek gerekiyor.

Benjamin’in hikâyesi bir anlamda Ömer Hayyam ile örtüşüyor: “Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine bindiren ben değil miyim? Bin yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir ?” Burada Ömer Hayyam’ın Rubâîyat’ının elyazması tek örneğinden bahsediliyor. Akıbeti hakkında daha fazla ileri gitmeyelim, okurun heyecanını bölmek istemem.

Ve işte etkileyici bir Edgar Allan Poe (1809-1849) dizeleriyle romana giriş yapıyoruz: “Ve şimdi, bakışlarını Semerkant üzerine gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu ?”

Semerkant deyince de akıllara sıra dışı bir ozan geliyor elbette. Hayyam’ın şu cesur dörtlüğünü on sekiz yaşında okumuş, ona benzer bir dörtlük yazmaya çalışmıştım. Bu dörtlükle romana irkiltici, ama yıkıcı bir etkiyle giriyorsunuz:

                                  Kim Senin Yasanı çiğnemedi ki söyle?
                                  Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
                                  Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen Sen,
                                  Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?

Henüz genç bir delikanlı, yirmi dört yaşlarında, çiçeği burnunda Ömer karakterimiz bir münakaşa sırasında şu sözlere maruz kalıyor: “Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylezof! Anlatıcı hemen açıklama gereği duymuş burada.

Şu son söz “feylozof” hakkında: “Onlar için “feylezof” sözcüğü, Yunanın din dışı bilimlerine, genelde din ya da edebiyat dışı her şeye ilgi gösteren adam anlamına geliyordu. Ömer Hayyam, genç yaşına karşın, tanınmış bir feylezoftu.”

Manzara bu !

Girişteki bu yorumlardan anlaşılacağı gibi, romanın genel havası hakkında hemen ilk başta bir tahmîn yürütmek mümkün oluyor kanısındayım.

Kısa kısa romanda Türk okurunu, özellikle bize ait bazı değerler açısından çarpan bölümler ilginç.
Selçuklu, Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’a değinmiştim. Romanda Türkiye, İstanbul sahneleri, bize ait bazı duygular uyandırıyor. Bu bölümleri “algıda seçici” bir hava içinde okudum diyebilirim. Sonra Ömer Hayyam’ın ömrünün son günlerine yakın Allah ile olan ilişkisine değinildiği sahne de beni oldukça etkiledi:”Çetrefilli sözlerle sultanlara ve kadılara hitap edilir, Yaradan’a değil. Tanrı uludur, bizim eğilip bükülmemize, yaltaklanmamıza ihtiyacı yoktur. Beni düşünür yaratmıştır, ben de düşünüyorum ve düşüncelerimin ürününü gizlemeden O’na açıklıyorum.”

Hayyam, dörtlükleri için de şu yoruma varır romanda: “Allah’ın var olduğuna inanmasaydım, O’na hitap etmezdim.”

Ve bitirirken -bize yakın gelecek- bir Nasrettin Hoca fıkrasını da eklemiş Amin Maalouf.

Ama Titanic sahneleri oldukça örtük, kopuk ve aceleye gelmiş.

Vurucu bir sahne daha: Alamut yağmalanmadan önce Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han, subaylarıyla çevreyi gezmektedir. Askerlerine her şeyi yıkmalarını, taş üstünde taş bırakmamalarını emreder. Öyle de olur. Ama yağmadan az önce kentin kütüphanesine, Cüveyni adlı, oyuz yaşlarındaki bir tarihçinin girmesine izin verir. Cüveyni’nin yanında bir el arabası ve kapının dışında bir Moğol subayı beklemektedir.

(Cüveyni, Hulagu’nun emriyle “Dünya Fatihi’nin Tarihi”ni yazmaktadır o sıra. Bu yapıt günümüzde 
de Moğol istilaları hakkında yazılmış en değerli kaynaktır. s.132)

Cüveyni’nin, on binlerce el yazması kitaplar arasında kurtarabileceği kitaplar; en fazla bir el arabası doluluğundadır. Bu sahnede Umberto Eco’nun “Gül’ün Adı” adlı romanından uyarlanan sinema filminin son sahnesine paralel bir fragman var. Orada da manastırdaki kitaplar ateşe veriliyordu. İşte Semerkant’ta da (Cüveyni kütüphaneden çıktıktan sonra) -Eco’da olduğu gibi- kitaplar ateşe veriliyor. Bu sahne kısa anlatılarla geçiştirilmiş.

Bu bölümü okurken aklımdan Umberto Eco’nun Gül’ün Adı adlı romanını anımsadım. Böyle bir konudaki romanı Eco yazmış olsa, ne gibi bir roman çıkardı açıkçası bu da benim merak ettiğim bir durum.

Her arka kapak yazılarını kitap üzerine yazdığım yazılarda kullanmaktan itina göstermeye çalışan bir kitap sever olarak, arka kapağa alıntılanan şu yazı, bence Semerkant’ı en iyi açıklayan yazı olmuş: “Titanic’te Rubaiyat ! Doğu’nun çiçeği Batı’nın Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel ânı görebilseydin !”

Tabiî, bu alıntı da kitap içinden seçilmiş. Kitabı okuyunca rastlayacaksınız.
Böyle bir roman hakkında tanıtım yazısına bir son-söz yakışacak. Yine romanın içinden:

“Özgürlüğümüzün ve egemenliğimizin zorla elimizden alınması belki de Allah’ın emridir. Ama onları kendi ellerimizle teslim edecek değiliz.”(s.239)

Romana tekrar geri dönmek üzere: “Ayağa kalk, uyumak için
                                                           Önümüzde sonsuzluk var !”*


                                                                                                                                





 

Selim İleri Rapsodisi


Sevgilimden ayrılıyorum. Arkadaş kalamıyoruz. Bir daha görüşmeyeceğiz, biliyorum. Ölüm gibi bir şey oluyor.  Öyle onurlu ki. İnatçı da biraz. Birkaç kırık söz.  Kötü bir gün... Yaz geliyor. Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ı okuyorum. Hüzün. Sanki Matem. Her şey birbirine karışıyor. Her şey... Yıllar sonra tekrar okuyacağım. Tekrar okumalara Selim İleri’den alışıyorum.

Yıllar öncesi. Birkaç ay çalıştığım kitabevinden ayrılıyorum. Hemen o gün, Dostlukların Son Günü’nü ediniyorum. Ne yazmışım kitap arkasına: “Eylül. 2006. İşten ayrıldım. Dostlardan ayrı…” Birkaç ay evvel rafları düzeltirken göreceğim: İstanbul, Hatıralar Kolonyası ilk basımını yapmış. Bütün İstanbul romanlarda yaşıyor bu kitapta… İşten ayrıldığım gün kitabevinden çıkıp yürümeye başlıyorum. Kadıköy. İskelede bir sigara yakıyorum. Ansızın başlayan yağmur.

Aşkla arkadaşlıklar. Her Gece Bodrum’u açıp birkaç pasaj okuyorum. Bardakçı. Bana çok uzak bir kıyı kasabası. Kent insanıyım. Yapamam oralarda. Ama biliyorum, romanlar insana olmayacak hayaller kurdurtuyor.

Cem. Her Gece Bodrum’da çok acı çekiyor. Kalbi, Bir Denizin Eteklerinde’de dayanamıyor bu ağır dünya koşullarına. Nasıl işlemiş öyküde yazar bu intiharı?!  İçerde kilise korosundan bozma bir müzik. Klasik bir müzik bu! Bir kreşendo. Cem, canına kıyıyor. Yıllar sonra Mel’ûn: Bir Us Yarılması’nda söyleyecek romancı: Ölümlü varlıklar dünyaya acı çekmeye gelirler.

Ağlıyorum.

Yıllar sonra Fotoğrafı Sana Gönderiyorum yayımlanıyor. Eski Bir Roman Kahramanı adlı hikâye. Selim İleri ve Cem. Kurguyla gerçeği ayırmak etle tırnağı birbirinden ayırmak kadar güç ve acı. Hiç yeltenmiyorum. Hüzünleniyorum bu hikâyeyi okurken.

Son Yaz Akşamı. Nasıldı o pasaj: “A.S. yine beni kolumdan tutmuş ve şöyle demişti: Yaz bitiyor Kenan. Her şey bitiyor. İnsan olmamız için bir sınavdı bu yaz. Olabildik mi?” Başka söze gerek yok galiba. Ah, insan olmak.

Solgun bir sonbahar günü elime Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın geçiyor. Hangi tarih? Anımsamak güç. Bu anı-roman sarsıyor beni. Kitap beş ciltte tamamlanmış. Hemen bütün seriyi ediniyorum. Hepsi Doğan Yay. Baskıları. Günler geceleri kovalıyor. Gecem gündüzüme karışıyor. Okuyorum. Okuyorum. Okuyorum...

Bir tango: Mavi Kelebek.

Beş romanı altını çize çize okuyorum. Daha önce hiç çizmediğim kadar altlarını çiziyorum satırların. Çok sonra bu gereğinden fazla hırpalanmış kitaplara acıyacağım. Öte yandan, Kırık Deniz Kabukları düşüyor aklıma. Bu romanı çok önce okumuş, pek değerini bilmemişim. Ahmet Oktay’dan mı duymuştum kestiremiyorum: “Geçmiş, bir daha gelmeyecek zamanlar” serisine bu kitabı da dâhil ediyorum bu yazıdan cesaretle. Biraz Proust okuyorum o sıralar. Babaannemin ev yapımı vişne likörünü içiyorum okurken. Babaannem hayatta o yıllar.

Kar Yağıyor. Her yer öyle sessiz ki. Masamda Anılar: Issız ve Yağmurlu. Biraz Selçuk Baran’dır benim için; belki biraz Türkan Şoray. İlle Hülya Koçyiğit. Hemen arkasından Kar Yağıyor Hayatıma’yı okuyacağım. Bir ömür unutamayacağım. Ah, Oğuz Atay’ın mektubu. Tekrar gözyaşı döküyorum.

Yapayalnızım. Melankoli. Annemle eşzamanlı okuyoruz Yarın Yapayalnız’ı. Selim İleri’nin en sevdiğim romanlarından biri. Handan Sarp ile Elem. Aşkın en çetinine sürüklenmiş iki insan. Geçelim.

Daha Dün’ün son sahnesi: Yağmura çıkmışken, ezdiğiniz sümüklüböceklerdi yazdıklarım. 

Bütün hikâye kitaplarını art arda okuyorum.

Yazarın hikâyeciliği hakkında yazı yazma hevesi. Yazamıyorum. Olsun. Cumartesi günleri yapayalnız değilim artık. Cumartesi Yalnızlığı kitabıyla birlikte bütün hikâye külliyatı kitaplığımda. Bana güven veriyorlar. Okuyorum. Okuyorum. Sona ermiyor.

Issız akşamlarımda Selim İleri kitapları… Senelerce… İyi bir okuru muyum, bilemiyorum… Ama hak ettiğini düşünüyorum. Daha çok okunması gerekiyor.

 11.05.2019

İnternet ve Edebiyat Arkeologları



Bu yazı, o‘kutsal’ işi edinenlere bir mektup, ithaf...

İnternetsiz yaşamak ‘Şimdi Çağ’ımızda, oldukça zor. Ahengi iyi yakalamak önemli ama. İnternet, senin bedeninin parçası oluyorsa/olmaya çalışıyorsa, sorun! 

İnternetin hayatımızdaki önemini bilenlerdenim çok şükür, burun kıvıranlardan hiç olmadım. Facebook örneğin… Facebook deyip geçme(!)meli, kimi “edebiyat arkeologları” yazınımızın tanınmış-tanınmamış yazarlarını, bu gibi ortamlarda gündeme taşıyorlar. 

Hangi gündem? 

Benim gibi “meraklı okur”un gündemi elbette. Öte yandan, unutulmuş bir edebiyatçının eserlerini sosyal medyada tartışma olanağı da sağlanmış oluyor. Kim bilir, bu tartışma sonrası o yazarın kitapları da okunuyor. Bunu önemli buluyorum.

Dergiler, kitap ekleri ne güne duruyor diyebilirsiniz, lakin “sıcak bilgi” insana iyi gelmiyor da değil... “Meraklı okur” peşine düşüyor bu kitapların/yazarların, sonuç itibariyle.

Edebiyat arkeologları, “yazar/yazar adayı” ya da “okur” olabiliyorlar. Yalnızca paylaşım olsun diye kitapları olduğu gibi yapıştıranlar var. Evet, olduğu gibi; belki de hiç okumadılar o kitapları. Ne fark eder; okumak isteyenlere bir kanal açıyorlar. Az şey mi?

Açıkçası, hiç okumadığım, ismini dahi işitmediğim, yalnızca kimi yıllanmış edebiyat dergilerinde silik bir iz bırakmış edebiyatçılarımızı burada tanıdım ben. Galiba, iyi bir dergi okuru olmadığım da böylece çıkmış oldu ortaya. İşte kazı da böyle başlıyor ya zaten. Facebook’ta gördüğün bir kitap, beni eski dergiler arasında gezintiye çıkarabiliyor.

Ancak üç-dört yıldır dergi takipçisi olduğumu belirtmeliyim. Okur olmaya,”  nitelikli bir okur” olmaya çalışmak gibi bir aşkın peşine de böyle böyle düştüm... Evimde internet olmadığı yıllarda, dergilerle yetiniyordum hâliyle. Ama şimdi, en azından internet var, "edebiyat arkeologları" var. Gündemden uzak durmak nerdeyse imkânsız.

Şimdilerde yeni-eski edebiyatı (edebiyatın eskisi mi olur, benimki de laf.) buradan da takip ediyorum. Edebiyat arkeologları buradalar. Aslında o arkeologlar bir aracı benim için; asıl kaynağın bilgisine ulaşmamı sağlayan kişi ya da kişiler; bir nevi kazı alanının tozunu-toprağını yutan; ismi-cismi duyulmayanlar. 

Bu yazı onlara bir selâm.

02.02.2014

İyi Şanslar


Hepimizin zaman zaman üzüldüğü, hayal kırıklığına uğradığı, karamsarlığa kapıldığı anlar mutlaka olmuştur. Bunlar, insan olmamızın bize getirmiş olduğu-çok doğal- bazı durumlar. Bu gibi durumlara, aşırı tepkiler gösteren, her fırsatta durumunu dillendiren, size şikâyet eden yakın arkadaşımıza da, “Depresyona girmişsin sen !” der,  kestirip atmaz mıyız? Hâlbuki bir vakit biz de yaşamışızdır böylesi karamsarlıklar, hayal kırıklıkları, hüzünler; melankoli… Dertsiz, tasasız bir dünya düşünülebilir mi?

İnsan psikolojisi hakkında yazılmış kitapları okuyanlar bilecekler: Yer yer, ‘sıfır stres yoktur’, diye tekrarlara giderler. Hatırlatma gereği duydum: “Sıfır stres, ölümdür !”

Ivy M. Blackburn’ün Depresyon ve Başaçıkma Yolları adlı kitabı, normal “keder” ve “mutsuzluk” durumu ile “depresyon” arasındaki ayrımı yapabilmemde bazı ipuçları verdi bana. Bir kere şunu bilmemiz gerekiyor: Her hayal kırıklığına uğrayan, üzülen, karamsarlığa kapılan kişiler, depresyon hastası değildirler!

Depresyon, ciddi ve acı veren bir rahatsızlık olduğu bilinir. Bütün yaşamımızı da etkileyen bir durumdur çünkü; ciddiyet derecesi kişiden kişiye değişse de…

“Depresyon hastası olduğumuzu nasıl anlarız?” “Bu durumdan nasıl kurtuluruz?” İşte bu sorulara cevap veriyordu kitap.

Biyolojik, psikolojik ve zihinsel faktörlerin bu hastalıkta önemli payı olduğunu belirtiyordu yazar. Örneğin bir yerde, depresyon geçirmiş biriyle kan bağı olan yakın akrabaların depresyona girme olasılığının, kan bağı olmayanlara kıyasla daha yüksek olduğunu belirtiyordu: Bu genetik boyutu! Yani biyolojik. Psikolojik boyutunda ise, belli bir “duruma tepki” olarak baş gösteren bir şey vardı. Örnekse: Ölüm karşısında bir kayıp duygusu yaşamaz mıyız?

Konu hakkında Blackburn, Freud’un bir modelinden bahsediyor. Kitaptan, olduğu gibi naklediyorum: “Sigmund Freud, yıllarca, depresyonda yaşanan bu ‘kayıp’ duygusunu, ölüm gibi büyük kayıplar karşısında yaşanan ‘yas reaksiyonu’ modeliyle açıklamaya çalışmıştı.”

Ayrılıklarda da bu kayıp duygusunu derinden yaşayanlar var elbet. Kitaptan örneklerle bazı başlıkları paylaşmak isterim:

“Aşırı Genelleme”(Başımıza hoş olmayan bir olay geldiği için, bunun her zaman böyle olacağını düşünmek.), “Kişileştirme”(Olumsuz olaylardan yalnızca kendimizi sorumlu tutma.), “Siyah ya da Beyaz (ya hep ya hiç) tarzı düşünceler”(Diğer insanlar mutludur, siz değilsinizdir.), “Hemen Sonuca Atlama”(Bana aldırış etmiyorlar, değer vermiyorlar, düşüncesi.), “Felaket Haline Getirme”(Korkunç hata yaptım, insan içine çıkamıyorum, düşüncesi.), “Olumluyu Değiştirme”(Birisi dış görünüşünüzle ilgili bir kompliman yapıyor, ama siz;“Bu yalnızca sözleri, aslında ne kadar berbat göründüğümü biliyor, düşüncesi.), ‘Meli’ ‘Malı’ Kurallar”(Gerek kendimizin, gerekse diğer insanlar için, gelişi-güzel ve yerine getirilmesi mümkün olmayan kurallar koyan bir öğretmen gibi davranmak.)”

Söylemem yersiz, bu gibi duyguları hat safhada, çok uçlarda yaşadığımızı anladığımızda, derhal bir sağlık merkezine başvurmamız gerekiyor. Kitap, bize bu durumlarla başa çıkma yollarını, depresyonla savaşmayı; kendi kendimize kaldığımızda neler yapabileceğimizi aktarıyor. Ancak bu bilgileri, bir uzman kontrolünde hayatımıza uygulamamızın daha sağlıklı olacağını da vurguluyor. 
Hiç şüphesiz, bu konularda profesyonel yardım almak en sağlıklı yol olmalıdır.

Fakat kitap, anket aracılığıyla kendimiz hakkında birtakım ölçümler yapmamız için de bir bölüm ayırmış. Soru cevap şeklinde yapılan bu anket, bir derecelendirme sistemi: “Beck Depresyon Ölçeği”
Daha önce Amerikan toplumuna uygulanmış bu ölçeğin soruları, kitapta Türkiye toplumuna göre yeniden uyarlanmış. Kitabın çevirmenlerini de bu vesileyle analım: R. Neslihan Rugancı, Nesrin H. Şahin.

Depresyonun tedavisi hakkında teknik ayrıntılarına girildiği üçüncü bölümde okuyucuya bir uyarı var: ”Dileyen okuyucu bu bölümü atlayabilir.”

Kitabın tamamına bakarsak, genel okuyucuya yönelik, yalın bir dil ile anlatılmış. Akademik bir dili yok: Bu açıdan rahat okunan bir kitap olduğunu söylemeliyim.

Kitabı okuyup bitirince geçen yıllarda kısa bir zaman arkadaşlığını paylaştığım “hayvan dostum” “Şans” gelmişti aklıma. Mecburi bir ayrılık yaşamıştım. Ayrıntılarına girmeyelim: Ölmedi, korkmayın! Şans’ın şimdi çok güzel bir ailesi var.

O gidince, gözyaşlarıma hâkim olamamış, ağlamıştım.

Sonraki günlerde de sürekli gözyaşlarımı tutamıyordum. Günlerce onun yokluğunu odamda hissetmiştim. Şans’ın gittiği günlerin haftasında günceme şunları yazmışım: ”Kitap okuyordum, şimdi ara verdim. Nasıl da alışmışım Şans’a. Şans için derdim ya, ne kadar da sessiz bir köpek. Şimdi onun nefes alış-verişlerini dahi özlüyorum. Asıl şimdi şimdi sessizliğin farkına varıyorum. Daha önce hayatımı paylaşan bir dostum varmış. Şimdi yok! Sürekli ağlıyorum!”

Tabii, bu durumu sonra sonra atlattım. Ayrılığın her türlüsü çok kötü elbette, ama bir insanın kendini bu kadar üzmesi doğru mu?

İşte kitap, depresyon nezdinde, bu soruya da cevap arıyordu.                                      

Edinburgh’un ana caddesinde, bir köpek heykeli olduğu söylenir: Bu heykel, 1858’de ölen sahibinin mezarını 14 yıl boyunca, kendi ölümüne değin, oturup bekleyen bu küçük köpeğin anısınadır.
Acaba, bu sadık dostumuz depresyona mı girmişti?

Hatırlatmakta fayda var, ister depresyonda olalım, ister olmayalım, “Depresyon ve Başaçıkma Yolları”(Remzi Kitapevi), -biz okurlara- yaşamdan daha fazla zevk alabilmemiz için yardımcı olmaya çalışıyor.

İyi “Şans”lar…

07 Temmuz 2013