Yaşamım boyunca üzerimde iz bırakan
romanlardan biri de -Ömer Hayyam ekseninde- “Semerkant !” On sekiz yaşımda,
Esin Talû Çelikkan çevirisinden okumuşum. Farklı çevirileri de mevcut… Kitap
hayli yıpranmış kitaplığımda. Ömer Hayyam’ın rubâîlerini de, yine o yıllar,
Sabahattin Eyüboğlu tercümesinden okumuştum. Sonraları Yahya Kemal’den de
okudum. Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirilerini de bir vakit, yazar arkadaşım
Orçun Üçer tavsiye etmişti.
Romana bakarsak: İnsan o yaşlarda
bazı ayrıntılara dikkat edemiyor. Romanın havasına kapılıp gidiyor. Özellikle
yazarın, romanın merkezine aldığı Ömer Hayyam, beni bugün de etkiledi; ama bazı
bilgi yetersizliklerim hâlâ devam ediyor açıkçası. Sanıyorum, ilerde tekrar
geri döneceğim romanlardan biri Semerkant. Bu yüzden tarihî bir değerlendirme
yapmak gibi bir durumum yok. Umarım daha sonra tekrar dönebilirim bu iyi
romana.
Roman, üç arkadaştan söz açar…
Önemli tarihî kişiliklerden olan, binli yılların başlarında, çağı etkilemiş üç
İranlı!
Sayfa altmış altıdan not almışım: “
Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve
dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah.”
Roman dört bölüme ayrılmış: “Şairler ve Sevgililer”, “Haşhaşiler Cenneti”,
“Bininci Yılın Sonu”, “Denizde Bir Şair”.
Bölümleri hatırlatma gereği duydum,
çünkü ilk iki bölümde Ömer Hayyam-Nizamülmülk-Hasan Sabbah konu edinmiş. Tâbir
yerindeyse, bir üçleme ele alınmış. Bu yüzden “Bininci Yılın Sonu” ve “Denizde
Bir Şair” adlı diğer iki bölümde roman tekrardan başlıyor sanki. Bu okuru
yanıltabilir. Ben en azından bunu böyle tecrübe etmiş oldum.
Sayfa yüz otuz üçe kadarki bölümde,
daha çok bu üç tarihî figürün hayatı, birbiriyle ilişkileri ve tarihe nasıl
şekil verdikleri, heyecanlı, gizemli ve cesur bir anlatımla irdeleniyor.
Bilindiği üzere Nizamülmülk, Büyük
Selçuklu Devleti'nin veziri. Roman bu tarihî şahsiyetin, Ömer Hayyam ve Hasan
Sabbah’la olan ilişkilerine değinmiş.
(Şunu da hatırlatalım: Nizamülmülk,
meşhûr “Siyasetnâme” adlı kitabının yazarı.)
Romanda diğer meşhurumuz Hasan
Sabbah ise, tarihin eski ezoterik ve Bâtınî örgütü
Haşhaşiler’in kurucusu.
Ve Ömer Hayyam !
Romanın kurgusu itibariyle
“Benjamin”, ana karakterimiz. Anlatıcımız desek daha doğru bir kelime seçimi
yapmış oluruz. Ömer Hayyam’ı, hayatını, rubâîyatını ve “Semerkant Elyazması”
adlı kitabın kayboluş hikâyesini canlı tutmuş Amin Maalouf. Özellikle romanda
geçen Ömer (Hayyam) ile Cihan arasındaki aşk, Benjamin’in Şirin’e olan aşkına
yansımış. Böyle kurgulamış yazar. Bu bölüm çok etkileyici. Ayrıntıları görmek
açısından.
Romanın bence en etkileyici konusu
Semerkant Elyazması’nın kayboluş, bulunuş ve tekrardan kayboluş hikâyesi. İşte
burada romanın asıl mevzûna girmiş bulunuyoruz.
Kitabın girişinde Benjamin adlı
karakterimiz, bize anlatacağı hikâye hakkında bazı ön-bilgiler veriyor:
“Antantik’in dibinde bir kitap var.”
Bu bölümden alıntı yapmanın,
romanın gizemini bozacağını düşünmüyorum. Zaten hemen romanın girişinde ifade
ediliyor bu konu:”14 Nisan 1912’yi 15 Nisan 1912’ye bağlayan gece, Titanic gemisi,
Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı
bilge ozan, gökbilimci Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının elyazması tek örneği idi.”
Benjamin burada kendini de
tanıtıyor. Öncelikle Benjamin’in hikâyesine kulak kesilmek gerekiyor.
Benjamin’in hikâyesi bir anlamda
Ömer Hayyam ile örtüşüyor: “Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine
bindiren ben değil miyim? Bin yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı
değilse, nedir ?” Burada Ömer Hayyam’ın Rubâîyat’ının elyazması tek örneğinden
bahsediliyor. Akıbeti hakkında daha fazla ileri gitmeyelim, okurun heyecanını
bölmek istemem.
Ve işte etkileyici bir Edgar Allan
Poe (1809-1849) dizeleriyle romana giriş yapıyoruz: “Ve şimdi, bakışlarını
Semerkant üzerine gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin
kaderini ellerinde tutmuyor mu ?”
Semerkant deyince de akıllara sıra
dışı bir ozan geliyor elbette. Hayyam’ın şu cesur dörtlüğünü on sekiz yaşında
okumuş, ona benzer bir dörtlük yazmaya çalışmıştım. Bu dörtlükle romana irkiltici,
ama yıkıcı bir etkiyle giriyorsunuz:
Kim Senin Yasanı çiğnemedi ki söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
Yaptığım kötülüğü,
kötülükle ödetirsen Sen,
Sen ile ben arasında ne fark kalır
ki, söyle?
Henüz genç bir delikanlı, yirmi dört yaşlarında, çiçeği burnunda Ömer
karakterimiz bir münakaşa sırasında şu sözlere maruz kalıyor: “Bu adam bir
sarhoş, bir zındık, bir feylezof! Anlatıcı hemen açıklama gereği duymuş burada.
Şu son söz “feylozof” hakkında:
“Onlar için “feylezof” sözcüğü, Yunanın din dışı bilimlerine, genelde din ya da
edebiyat dışı her şeye ilgi gösteren adam anlamına geliyordu. Ömer Hayyam, genç
yaşına karşın, tanınmış bir feylezoftu.”
Manzara bu !
Girişteki bu yorumlardan
anlaşılacağı gibi, romanın genel havası hakkında hemen ilk başta bir tahmîn
yürütmek mümkün oluyor kanısındayım.
Kısa kısa romanda Türk okurunu,
özellikle bize ait bazı değerler açısından çarpan bölümler ilginç.
Selçuklu, Nizamülmülk, Ömer Hayyam
ve Hasan Sabbah’a değinmiştim. Romanda Türkiye, İstanbul sahneleri, bize ait
bazı duygular uyandırıyor. Bu bölümleri “algıda seçici” bir hava içinde okudum
diyebilirim. Sonra Ömer Hayyam’ın ömrünün son günlerine yakın Allah ile olan
ilişkisine değinildiği sahne de beni oldukça etkiledi:”Çetrefilli sözlerle
sultanlara ve kadılara hitap edilir, Yaradan’a değil. Tanrı uludur, bizim
eğilip bükülmemize, yaltaklanmamıza ihtiyacı yoktur. Beni düşünür yaratmıştır,
ben de düşünüyorum ve düşüncelerimin ürününü gizlemeden O’na açıklıyorum.”
Hayyam, dörtlükleri için de şu
yoruma varır romanda: “Allah’ın var olduğuna inanmasaydım, O’na hitap
etmezdim.”
Ve bitirirken -bize yakın gelecek-
bir Nasrettin Hoca fıkrasını da eklemiş Amin Maalouf.
Ama Titanic sahneleri oldukça
örtük, kopuk ve aceleye gelmiş.
Vurucu bir sahne daha: Alamut
yağmalanmadan önce Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han, subaylarıyla çevreyi
gezmektedir. Askerlerine her şeyi yıkmalarını, taş üstünde taş bırakmamalarını
emreder. Öyle de olur. Ama yağmadan az önce kentin kütüphanesine, Cüveyni adlı,
oyuz yaşlarındaki bir tarihçinin girmesine izin verir. Cüveyni’nin yanında bir
el arabası ve kapının dışında bir Moğol subayı beklemektedir.
(Cüveyni, Hulagu’nun emriyle “Dünya
Fatihi’nin Tarihi”ni yazmaktadır o sıra. Bu yapıt günümüzde
de Moğol istilaları
hakkında yazılmış en değerli kaynaktır. s.132)
Cüveyni’nin, on binlerce el yazması
kitaplar arasında kurtarabileceği kitaplar; en fazla bir el arabası
doluluğundadır. Bu sahnede Umberto Eco’nun “Gül’ün Adı” adlı romanından
uyarlanan sinema filminin son sahnesine paralel bir fragman var. Orada da
manastırdaki kitaplar ateşe veriliyordu. İşte Semerkant’ta da (Cüveyni
kütüphaneden çıktıktan sonra) -Eco’da olduğu gibi- kitaplar ateşe veriliyor. Bu
sahne kısa anlatılarla geçiştirilmiş.
Bu bölümü okurken aklımdan Umberto
Eco’nun Gül’ün Adı adlı romanını anımsadım. Böyle bir konudaki romanı Eco
yazmış olsa, ne gibi bir roman çıkardı açıkçası bu da benim merak ettiğim bir
durum.
Her arka kapak yazılarını kitap
üzerine yazdığım yazılarda kullanmaktan itina göstermeye çalışan bir kitap
sever olarak, arka kapağa alıntılanan şu yazı, bence Semerkant’ı en iyi
açıklayan yazı olmuş: “Titanic’te Rubaiyat ! Doğu’nun çiçeği Batı’nın
Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel ânı görebilseydin !”
Tabiî, bu alıntı da kitap içinden
seçilmiş. Kitabı okuyunca rastlayacaksınız.
Böyle bir roman hakkında tanıtım
yazısına bir son-söz yakışacak. Yine romanın içinden:
“Özgürlüğümüzün ve egemenliğimizin zorla elimizden alınması belki de Allah’ın
emridir. Ama onları kendi ellerimizle teslim edecek değiliz.”(s.239)
Romana tekrar geri dönmek üzere:
“Ayağa kalk, uyumak için
Önümüzde
sonsuzluk var !”*