Alfred Wallis bir tüccarmış,
yetmişinden sonra resme başlamış diyorlar; yolun yarısına bir yıl kala ben de
Wallis gibi kendime arkadaşlar edinmek isterdim. Bir mektubunda resme
başlamasının sebebini şöyle açıklamış Wallis: "kendime arkadaşlık edecek
bir uğraş”. C.S.Tarancı’nın otuz beş yaş’ını son iki-üç yıldır bütün şiddetiyle
duyumsamamak elde değilken; içlerime kadar işlerken şiir; şimdi yolun yarısına
bir kala ben de kendime arkadaş edinmek istiyorum… Bu, resim sanatı neden
olmasın… Peki, ama hangi düzlemde: İşte bu kafa karışıklığımla kitaplara
sarıyorum ya sürekli. Sezer Tansuğ’u, otuz dördümde tanımış olmanın verdiği bir
hüzün olsa gerek bu serzenişler. Neredeyse otuz beş yaş, yolun yarısı eder. Estetin,
Resim Sanatının Tarihi (Remzi Kit.) adlı kitabına geçende bir kültür merkezinde
rastladım, kütüphanede. Kapakta yer alan “mağara duvarına yapılmış bir motif”
çarptı beni ilk başta: Keskin çizgilerle resmedilmişti hayvan. Galiba ilk
“çizgi” vardı. Çocukluğumuzdan kalma çizgilerimiz hep ezberde, değil mi? İşte
öyle bir şey. Düz çizgilerle resimler çizmeye çalışırdı o yaştaki çocuk. İlk
insan da böyle yapmış. Çizginin önemini kısa bir açıklamayla belirtmiş Sezer
Tansuğ, açıkçası çocukluğuma yol aldım. Tekrar okumak istiyorum Tansuğ’un o
cümlesini: “Çizgi, yüzey üzerine nesnenin ilk dış sınırlandırma eylemi olduğu
için renkten de öte gelir. Resmin salt çizgilendirme isteğinden doğduğu bile
ifade edilmiştir. Nitekim Tarihöncesi insanın resim dünyasında da, ilkel
insanda da, çocukta da çizgi bu temel eğilimi belirler ve resim diliyle
ifadenin ana aracı olur.”
Tabii kitap bu yazdıklarımdan öte,
çok farklı da bir çalışma aslı itibariyle. Dünya resim sanat tarihi hakkında
güzel, özel bir derleme demeliyim öncelikle... Coğrafi, kültürel, dönemsel bir
derleme. Elbette, kısa kısa geçişler, hafızayı yoruyor, bir dönemden bir başka
döneme atlarken okur, “açımlayıcı” bir metin de bekliyor kitaptan, o anlamda
yoruyor okuru kitap; “merak güdüsü” harekete geçiyor. Ama en nihayetinde bir
derlemeden söz ediyoruz. Dönem dönem –ayrıntılı- yazılan çalışmalar mutlaka
mevcut ama Sezer Tansuğ’un kitabı, bir “insanlık resim tarihi” panoraması:
Parça parça ele alınmış. Bir çeşit insanın çizgiyle imtihanı âdeta!
Tarih öncesinde yaşayan soyumuzun
mağara duvarlarına yaptığı o ilk hayvan motiflerinden, ilk uygarlıkların
çıkışına, Çin, Japon, Hint ve Orta Asya bölgelerinden, İslâm’da, İslâm
ülkelerindeki resme; Batı dünyasından, sözgelişi İtalyan, Fransız, Alman,
İspanyol, Hollanda ve Flaman ülkelerinden; İngiliz ve Alman resminden,
bir anlamda Rönesans’tan; çağdaş resim akımlarına ince uzun bir serüven.
Okuma sürecimde Google’ı açık
tuttum hâliyle, ağır ağır yol aldım sonra: Her bölümde eksik parçaları
tamamlamamı istiyordu sanki Sezer Tansuğ. Neyse ki, Google var hayatımızda. Bilgisayarımda
bir sürü koleksiyonum oldu ayrıca. Bir yandan Resim Sanatının Tarihi (Remzi
Kit.)ni kat ederken, öte yandan “dünyevî hazlar bahçem”de tek tek seyrediyordum
resimleri. Bu önemliydi. Dönem okuması yaparken “görsel bilgi” de
vazgeçilmez bir unsur olarak yanımızda hep durmaz mı? Kitaptaki resimler okura
yetersiz geliyor bu anlamda, her dönem için “çokça resim” bakmak gerekiyor,
seyretmek; tecrübe etmek…
Tabii böyle bir tecrübe sonrası
(Sezer Tansuğ’u bu kadar geç tanıdığım için.), İskender’e mahcup mahcup bir
şeyler sormak isterken, katmerli cahilliğimi iyiden iyiye deşifre de etmiş
oldum kendisine. Sakin sakin cevapladı: Sezer Tansuğ 1998’de vefat etmiş. (Ben
henüz on sekizimdeymişim.)Türk sanat tarihinin kıymetli kişiliklerinden biri. Şenlikname
Düzeni (Yapı Kredi Yay.) adlı kitabı, okunması gereken önemli eserlerinden,
dedi İskender. En kısa zamanda bütün külliyatını edinmek isterim elbette; bir
meraklı okur olarak... Size de bu vesileyle önermiş olalım.
Sanat eleştirisinin önemsenmediği,
hatta yok sayıldığı bir ülkede yaşıyor olmamıza rağmen, şöyle kütüphane
gezilerinden ne çok değerini bilmediğimiz isim çıkıyor, hayretler içinde
kalıyor insan:
Bu sularda yeni olduğum için, sanat
tarihinden, resim sanat tarihinden, resimden; eleştirisinden söz almak abes
duracağından, Sezer Tansuğ ve Türkiye’de eleştiri bağlamında, Sezer Tansuğ’u
tanımış, onun dönemini yaşamış ve hakkında yazmış bir yazarımızın, sanat
eleştirmenimizin ağzından, Hasan Bülent Kahraman’ın kaleminden alıntıladığım sözü
sizinle paylaşmak istiyorum:
“Bir yanıyla Osmanlı kültürünün bıraktığı gelenek izlerinden yürümeyi
severdi. (…) 1980'lerin ortasına gelinceye kadar Türk resmi, eleştirel bir
söylem geliştirememişti. Bunda kuramsal birikim eksikliğinin önemli payı vardı.
Bu yönde çaba gösterenler gene edebiyatçılardı. Sabahattin Eyüboğlu da,
Tanpınar da, hatta Peyami Safa da 'resim eleştirisi' yapmıştı. Tansuğ'la bu
konuyu çok tartıştık. O, sanat eleştirisinin sadece sanat tarihi içinden
çıkacağına inanıyordu. Ben daha o yıllarda bizatihi sanat tarihinin sorunlu
(ideolojik) ve kapatıcı bir kavram olduğunu öne sürüp felsefe-kuram ikilisini
savunuyordum.”
Doğal olarak, sanatta, sanat eleştirisinde ikilikler varolagelmiş. Önlenemez bir olgu. Düşünce farklılıkları, hiç kuşku yok ki, bizim eleştiri ortamımızı olumlu yönde beslemeli. Aksini kim iddia edebilir ? Gelin görün ki, bizde ideolojik yaklaşımlar hakikaten de sanatı, sanat eleştirisini öldürüyor. Gereğinden fazla politik bir toplum olmamızı sorgulamalı bu bağlamda. Tektip bir eleştiri düşünülebilir mi? Elbette hayır.
Bu arada ben, sıradan bir okur olarak, bu tartışmaların dışında, ilk evvela bir “sanat tarihi okuması” için zihnimi temizledim. Sezer Tansuğ’u daha iyi tanımak için.
Hepimiz tanıyalım isterim.
Not: Edebiyat Burada adlı kültür-sanat sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder