13 Nisan 2020 Pazartesi

E. M. Forster’ın Roman Sanatı Üzerine

Selim İleri’nin sık sık tekrar ettiği, yakındığı bir konudur: Özellikle genç kuşak romancıların, “roman kuramı” üzerine yazılmış kitaplara alâka göstermediklerini söylüyor yazar. Roman yazmaya başlamadan önce, “roman yazımı” hakkında birtakım önbilgilere sahip olmaları gerektiğini ısrarla belirtiyor: “Mutlaka roman kuramı üzerine yazılmış kitaplar okunmalı!” diyor. Bunların başında Edward Morgan Forster’ın (1879-1970) Roman Sanatı (Çev: Ünal Aytür, Adam Yay.) adlı kitabı geliyor. 

Günümüzün gelişen yayıncılık dünyasında başka yetkin kitaplar çıkmıyor mu? Elbette çıkıyor. Önemli çeviriler yapılıyor. Fakat Forster’ın Roman Sanatı, güncelliğini hâlâ koruyor. Forster, hiç kuşkusuz, yirminci yüzyıl İngiliz yazarlarının en önde gelen isimlerinden biri. Türkiye’de daha çok, Maurice (1971) ve Hindistan’a Bir Geçit (1974) adlı romanlarıyla tanınıyor. Roman Sanatı adlı kitabını da meraklıları mutlaka biliyor. 

Ünal Aytür’ün kitaba yazdığı önsözden kısaca yazarı tanıtmak isterim:“Forster, romanlarında, yirminci yüzyıl başlarında İngiliz toplumunda orta sınıf insanların yaşama biçimini ve bunun dayandığı temel değerleri eleştirir. Bu değerleri incelerken güttüğü yol, bunlarla başka ülkelerin, başka toplum kesimlerinin yaşama biçimleri arasında karşılaştırmalar yapmaktadır.”

Roman Sanatı, Forster’ın 1927 yılında Cambridge Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyelerine yaptığı konuşmalardan oluşuyor. Forster, kitabın girişine bir not iletmiş:“Kitap, Trinity Kolej’ince, William Clark adına düzenlenen bir dizi konuşmalardan oluşuyor.” Okunurluğu kolaylaştırmak adına da “ben”, “sizler”, “biz”in yan sıra “sözgelişi”, “bir düşünün”, “ne gariptir ki”, “elbette” gibi sözler de sık sık geçeceğini söylüyor. Ve ekliyor: “Ancak unutulmasın ki, bu sözleri çıkarsaydık, doğacak boşluklardan belki daha uygun, daha iyi başka bazı sözler de çıkıp gidebilirdi.” Kitaptaki yazılar söyleşi metni olduğundan, bu tür konuşmaların yazının akışını bozmadığını ifade etmek isterim. Okurla karşılıklı bir diyalog kurulabiliyor bu anlamda.

Ben Roman Sanatı’nı okuyunca, üzerine düşünülecek, ince elenip sıkı dokunacak bir şeyin varlığını hissettim açıkçası: Has okur olmanın ipuçlarını izledim okurken kitabı; insan ruhunun dehlizlerinde gezinecek bir araç buldum kendime: Roman!

Evet, roman denince Ünal Aytür’ün de önsöz yazısında belirttiği gibi, eskiden beri süregelen bir tutumun etkisi altında kalarak, daha çok genç kızların, ev hanımlarının okuduğu önemsiz bir tür sayılarak küçümsenmiş midir? Türkiye’de pek sanmıyorum. Aksine bu Batı sanatını daima yüceltmiştir Türk okuru. Öte taraftan böyle bir algı da yok değildir. Tanzimat romanıyla birlikte kimi roman sahnelerimizde, okurlar anımsayacaklardır, evde büyük hanım “Kur-ân” okurken, küçük hanım “roman” okumaktadır. Kimi romanlarımızda da ev hanımlarının birbirlerine sesli okuduğu, sıradan bir eğlence aracıdır. Ama gelin görün ki, yükselttiğimiz bu Batı sanatı üzerine “okur” olarak pek düşünmediğimiz kanısındayım ben. Özellikle Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın günümüzde yeni yeni anlaşılıyor olması bunun göstergesidir sanıyorum. Oğuz Atay romancılığı eksenli, A.H.Tanpınar romancılığı eksenli; sonra Orhan Pamuk romancılığı hakkında çıkan kuramsal kitaplar-her ne kadar o yazarın roman dünyasını bize yansıtsalar da- genç romancı ve romancı adaylarının ilk başta okuması gereken “kuramsal kitaplar” olduğunu da belirtmeden geçmek istemem. Öte taraftan da roman üzerine daha çok düşünmeye başladığımız da bir gerçek. Tabiî, ne kadar belirli bir zümrenin dışına çıkmıştır bu algı, tartışmaya açık bir konu.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bizim romanla tanışmamız Tanzimatla beraber olduğu için, on yedinci yüzyıl ve onun devamında on sekizinci yüzyılın başlarında yayımlanan kitapları takip etmek zor olmuştur. Yayıncılığımızın gelişmesi ve internetin de çıkışıyla, bu takip kolaylaşmış olsa da, Avrupa’daki bu geçişi anlamak için de okunmalı Roman Sanatı.

Geleneksel roman anlayışını izlemekle beraber, Forster’ın kendi roman yazımında, yeniye açıldığını konuşmalarının satır aralarında duyumsamak mümkün. Forster, romanı şöyle tanımlıyor: “Yüksek bir tepeye gerek duyuyoruz, çünkü roman dediğimiz şey biçimsiz koskoca bir kara parçasıdır; üstünde tırmanacak, sözgelişi Parnassus ya da Helicon gibi, hatta Pisgah gibi bir dağ yoktur. (Parnassus, Yunanistan’ın güneyinde, Apollon ile esin perilerinin kutsal yeri olan dağdır. Helicon gene Parnassus’un olduğu bölgede bulunan, ama ondan çok daha az yükseklikte bir dağdır; Helicon da esin perilerinin yurdudur. Pisgah, Ürdün’ün doğusunda bir sıradağdır; Musa peygamber buradan kutsal toprakları görmüştür.)” Forster, burada romanı biçimsiz bir hammaddeye benzetiyor, diyebilir miyiz? Sonra da, esin perimizle bu biçimsiz kara parçasını; yavaş yavaş, sadakatle işlememiz gerektiğini mi vurguluyor?  Bunu yaparken bazı gereçlere ihtiyaç duyuyor olmalıyız. Bu noktada Forster’ın konuşmalarına başlık olarak seçtiği, “Roman’ın Yönleri”ni dikkate almak gerekiyor. Bu yönler, yine Forster’ın deyişiyle; bilimsellikten, açık seçicilikten uzak bir söz olduğu için, konumuzu ele almakta bize en büyük özgürlüğü sağlıyor; üstelik hem bizim bir romana değişik bakış yollarımız, hem de bir roman yazarının yazdığı metne karşı değişik bakış yollarını görmesi açısından önemli. Forster, bu noktada bir romanı incelemek için yedi yönünü seçmiş bulunuyor: Öykü, kişiler, olay örgüsü, düşsellik, ermişlik, biçim ve ritim.


Öykü anlatır roman

Öykü denince akla hemen roman sanatı gelmez, fakat roman denince öykü ya da öyküler akla gelebilir. En nihayetinde romanlar öykü anlatırlar. Ya da birçok öyküyü bir arada verirler biz okurlara. Bu yüzden öykü, romanda vazgeçilmez bir unsurdur. “Öykünün geçmişi çok eskidir”, diyor Forster: “Neolitik, belki de paleolitik çağlara değin uzanır. Kafasının biçimine bakılırsa Neandertal adamı da birçok öykü dinlemiş. Mamutlarla, azgın gergedanlarla boğuşmaktan yorgun düşen insanlardan oluşan ilkel dinleyiciler, yaktıkları ateşin çevresine dizilmiş ağzı açık, saçı sakalı birbirine girmiş kimselerdi. Onları uyanık tutan tek şey, merak duygusuydu.” 

Alıntıda okuduğumuz gibi; Forster, öykü anlatmayı ilkel bir davranış olarak görmekte ve buna neden gerek duyduğumuzu okura sormakta. Forster’ın örneğinde ilkel dinleyiciler bazı ezgiler mi dinlemişlerdi? Bunu kestirmek zor, fakat “merak” ettikleri bir şeyler olmalıydı atalarımızın… İşte burada hemen roman okumayı bize cazip hâle getiren “merak” duygusundan söz açıyor Forster. Ve Binbir Gece Masalları’ından örneklerle devam ediyor: “Şehrazat, zorbalar ile ilkel insanlara karşı etkili tek yazınsal araç olan merak silahını kullanmayı iyi bildiği için ölümden kurtulmuştur.” Şehrazad’ı uyanık tutan tek şey meraktı öyleyse. İlk atalarımızı uyanık tutan şeyin “öykü” olduğu gibi.

Forster, bir ilkellikten söz açıyor elbette. Öykünün ne kadar eski olduğundan, fakat roman sanatının da vazgeçilmez bir unsuru olduğundan: “Yazınsal ögeler içinde en yakın, en ilkel olanı öykü ama gene de roman dediğimiz o pek karmaşık yapıların tümünün en büyük ortak yanıdır.”  

Evet, roman sanatında öykü, vazgeçilmez ana dişlilerden biri olduğu aşikâr. Ama her birimizin farklı farklı öyküleri vardır. Ahmet Oktay’ın, “her yüz bir öykü yazar” adlı  kitabın başlığını hatırlamadan geçmek istemem. Başka türlü-Forster gibi söylersek- aslında her birimiz sesimize farklı bir edâ yükleyerek de anlatırız öykülerimizi. Burada, ilk insanın çıkardığı bâzı tuhaf sesler gibi, hepimizin farklı öyküleri olduğunu mu belirtiyor Forster. Böyle de yorumlamak mümkün.

Aslında her iyi yazar kendine has sesini vermek istemekte romanına. Ve öyküsünü bu yollarla ifade etmekte.

Kitapta bazı önemli yazarlardan ve onların tekniklerinden söz açarken yerinde bir örnek vermiş Forster: “Emily Bronte, Rüzgârlı Tepe’de saatini gizlemeye çalışmıştır. Tristram Shandy’de Laurence Sterne saati baş aşağı çevirmiştir. Daha da becerikli bir yazar olan Marcel Proust ise, saatinin akrep ve yelkovanını değiştirip durur, öyle ki romanın kahramanı aynı anda hem sevgilisiyle akşam yemeği yemekte, hem de parkta dadısıyla top oynamaktadır. Bütün bunlar roman kurallarına uygundur, ancak hiçbiri bizim savımızı çürütmez: Romanın temeli öyküdür ve öykü olayların zaman sırasına göre dizilerek anlatılmasıdır.”

Modern romanla birlikte çok farklı anlatım tekniklerini de görmek mümkün. Ve yaşam sürdüğü müddetçe anlatma tekniklerimiz değişse de bu “ilkel” edim, sanıyorum, sona ermeyecektir.

Forster’la kapatıyorum: “Evet, yazık ki öykü anlatır roman”

Kişiler

Kişiler olmadan bir roman yazmak ne derecede mümkündür, üzerine tartışılması gerekir. Gelgelelim kişiler olmadan bir roman düşünmek oldukça zordur. Kişiler derken, öykülerde hayvanlar da yer almıştır; fakat onların ruhsal yapısı çok az bilindiğinden pek tercih edilen bir yöntem olmasa gerek. Forster, kendi yaşadığı dönemde pek başarılı örneklerinin olmadığını söylüyor. Şimdilerde hayvanların roman kişisi olduğu kurgulara rastlamak eskiye nazaran daha fazla olduğunu söylemek gerekiyor. Ama kişi deyince, aklımıza ilk gelen öğe, insan(lar)dır: Romanı da insan kurduğuna göre, yazar ile kendi türü (insan) arasındaki ilişkiyi algılamak/anlamak açısından tarih kitaplarından ziyâde; roman okumak en doğru yol olduğu bir gerçek. Öyle ki, tarih de bir insan yorumu olmasına rağmen, belirli kalıplar içinde sunulmaktadır. Bu anlamda roman bizi bize en iyi anlatan, insan ruhunun derinliklerini en iyi kavrayan bir sanattır. Romanları bu yüzden de okuruz.

Forster’ın da söylediği gibi; roman kişileri, tarih kitaplarındaki insanlardan, hatta kendi yakın dostlarımızdan daha açık görünürler bize. Kaldı ki, roman kişileri, gerçek kişiler değildirler. Tarihi romanlar da olsa olsa o gerçek kişilerden esinlenmedir.

Forster şöyle söylüyor: “Kendisi de aynı yapıda olan roman yazarı; kalemi eline alır ve kolaylık olsun diye esinlenme adını verdiğimiz garip duruma girerek kişiler yaratmaya uğraşır” Son tahlilde romancı, kişileri kendi oluşturur diyebiliriz bu noktada.

Ne var ki, Forster Roman Sanatı’ında şu yoruma da varıyor: “Roman kişileri, soydaşları olan gerçek 
insanlardan daha kaypak, daha ele avuca gelmez kimselerdir. Yüzlerce değişik romancının zihninden doğup birbirlerine ters düşen yöntemlerle yaratıldıkları için, haklarında genellemeler yapmaktan kaçınmayız.”

Öyleyse, romancının yarattığı roman kişisi, okurda da farklı algılamalara yol açıyor olmalı. Her roman okuru, o kişiyi kendi hayal dünyasının süzgecinden de geçirir elbette. Ama dünya edebiyatında öyle güçlü roman kişileri vardır ki; hemen her okurda aynı etkiyi de bırakıyor olabilir. Çok bilinen bir örnekle Dostoyevski’nin Raskolnikov’u böyledir… Flaubert’in Madam Bovary’si, Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i; bizden, Halid Ziyâ’nın Bihter’i, Ahmet Cemil’i; sonra Halide Edib’in Handan’ı, Nahit Sırrı Örik’in Seniha’sı, Selim İleri’nin Cem’i, Handan Sarp’ı... İşte karakter yaratmak da burada devreye giriyor.

Bir başka konu, bir romanda kişilerin uygun bir şekilde harman edilmesinin de altını çiziyor Forster. Roman yazımında bu da dikkate değer bir konu. Aksi halde, romanın çatısını nasıl kuracaksınız?! Kimi yazarlar bakış açısını ön plana çıkarırken, Forster, roman kişilerinin bakış açısından daha önemli olduğunu belirtiyor. Hiç kuşkusuz tartışmaya açık bir diğer konu da bu!

Kişiler konusunda Forster’ın, “kendi kullandığı yönteme aşırı ölçüde ilgi gösteren bir roman yazarı ilginç olmaktan öteye gidemez” sözünü de akla getirmek gerekiyor. Böyle bir yazar, karakter yaratmayı ıskalamış mıdır? Bana öyle geliyor ki, kendi ‘ideolojisini’, yarattığı kişilerle okura dayatmaktadır böyle bir yazarlık anlayışı. Okurdan “taraftar” olmasını beklemektedir.
Kişiler ancak dengeli kurulduğunda bir roman kurulacaktır…

Olay Örgüsü

Olay örgüsü bize -Forster’da olduğu gibi- zekâyı anımsatmaz mı?

Hiç şüphe yok, bir zekâ işidir romanı örmek. Forster’dan okuyalım: “Olay örgüsünü kavrayabilmek için, merak duygusunun yanına zekâ ile belleği de katmamız gerekir." Romanda geçen çeşitli olayların bağlantılarını kurmak için iyi bir belleğe ihtiyaç vardır. Bir yazar, yazdığı romanın başında geçen küçük bir ayrıntıyı; yeri geldiğinde hatırlayamıyor; bir köprü kurup, sonraki sayfalarda okura anımsat(a)mıyorsa belleği ile başı dertte demektir. Bunun için çeşitli yöntemler kullanması gerekir elbette. Orhan Pamuk’un da söz ettiği “saf” ve “düşünceli” romancı ya da okur ayrımı burada karşımıza çıkıyor: Forster, kitabında konu hakkında şöyle bir yoruma varıyor:“Meraklı okuyucu, romanda önüne yeni olgular çıktıkça bunlara şöyle bir göz gezdirip geçer; oysa akıllı okuyucu bunları zihniyle algılar.”

Özellikle ‘düşünceli’ olduklarına kanaat getiren genç romancıların, Forster’ın olay örgüsünden öğrenecekleri çok şey olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Düşşellik, Ermişlik ya da öz-eleştirel bir yaklaşım

Forster soruyor: “Öykü okuyucudan merak bekler, kişiler insanca duygular ile değer yargısı; olay örgüsü ise zekâ ile bellek ister. Peki, düşselliğin bizden beklediği nedir?” Devam ediyor: “…Düşsel yazar şöyle der; işte size yaşamda olmayacak bir şey! Sizden istediğim, önce kitabımı tümüyle kabul etmeniz.”

Romanlar bize reel yaşamda olmayacak şeyleri de gerçekmiş gibi sunmazlar mı?

Elbette, bir romanda geçebilecek her şeyin hayatla tutarlı olmasını beklememeli okur. Romanda düşsellik, yazarın, doğaüstü olay ya da insanüstü durumları en iyi bir biçimde vermesidir okura. Bu noktada yazarın hayal gücü devreye giriyor. Kişiler bölümünde Forster’ın bakış açısını ikinci plana attığını söylemiştik. Buradan çıkardığımız sonuç, bakış açısıyla ilgili olsa gerek. Buna paralel ermişlik bölümünde ise şu yoruma varıyor Forster:  “Roman yazarını uydurmacılık ve gerçekleri çarpıtmakla suçlamadan önce, olaylara bakış açısını kavramamız gerekiyor.”

Kuşkusuz, “düşsellik” ile “ermişlik” arasındaki farkı da algılamak gerekiyor. Düşsellik, gerçekleşmesi olanak dışı şeyler olabiliyorken- ki bunları romanda verebilmek için güçlü bir hayal gücüne ihtiyaç var-; öte yandan ermişlikte, kehanet gibi bir şey çıkıyor karşımıza. Buna, yazarın yazdığı romanın konusuna önceden müdahale etmesi de diyebiliriz. Bu durumları romancı dengelemesi de gerekiyor hâlbuki! “Sesteki edâ tutarlı olmalı”ya getirmeye çalışıyorum sözü.  Ermişlik için Forster, “sesteki bir edâdır” sözünü de söylüyor. Sonsöz olarak bir yorumla kapatıyor bu bölümü: “İçine düştüğünüz tutarsızlıklarla övünmeyin. Ne yazık ki, doğa insanoğluna böyle çalışan bir zihin vermiş; ne yazık ki insanlar aynı zamanda hem doğrucu, hem görkemli olamazlar.” Bu noktada eleştirinin değerini anlamış bulunuyoruz. Romancılar yazdıklarını “eleştirel” bir süzgeçten geçirmeliler, kuşkusuz: Forster da demiyor mu; “eleştirel yaklaşım diye bir şeyin varlığından bile kuşku duyacağız.” İşte roman yazarlarının yazdıklarını, okurlara ısrarla tümüyle kabul ettirmeleri yerine, bir öz-eleştiriden geçirmeleri de söz konusu. Romanda kolay çatılmayan “düşsellik” ve “ermişlik” konusuna bu noktadan da bakmak gerekli oluyor.

Biçim ve Ritim

“Biçim” ve “ritim”in akla getirdiği ilk şey, bütün sanat yapıtlarında kullanılan bir yöntem olduğudur. Hatta vazgeçilmez bir unsurdur. Dünyayı ve evreni ele alalım. Bir biçimi yok mudur?  Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünün bir ritmi olamaz mı? Vardır elbette! Öyleyse, bir sanat eserinde de olmazsa olmazlardandır “biçim” ve “ritim”.  Forster’dan bir örnekle: “Aslında sanat türleri geliştikçe tanımlama bakımından birbirlerine gitgide daha çok bağımlı duruma geliyorlar. Biz de önce resim sanatından bir sözcük olarak romanın ele alacağımız yönüne “biçim”, sonra müzikte kullanılan bir sözcüğü benimseyerek “ritim” adını vereceğiz." Forster, sanatlar arasındaki farkın kapandığını da görüyor burada. Günümüzde, modern zamanlarda, bunu daha net görmek mümkün hâliyle.

Roman sanatına dönersek: Öykünün “merak” duygumuza, olay örgüsünün “zekâ”mıza seslendiğini söylemiştik. Forster gibi söyleyelim: Biçim güzellik duygumuza seslenir. Ritim de bizi sürükler.(Tolstoy’un Savaş ve Barış’ında olduğu gibi.) Roman yazarlarının bu iki önemli unsura dört elle sarılmasını söylüyor yazar. Özellikle ritim konusunda verdiği örnekler yazar adaylarına âdeta bir ders niteliği taşımakta.

Bir örnek: “Kitaplarını önceden tasarlayarak yazan romancıların, ritim yaratabileceklerini sanmıyorum; çünkü ritim, romanda uygun bir geçiş noktasına ulaştığı sırada yazarın içinde doğal olarak bir itici güce dayanmak zorundadır.” Roman yazarlarının bu ritmi elde edebilmeleri için de, oldukça çok roman okumaları gerekiyor sanıyorum.

Roman yazarları roman okuya okuya içlerinde biriktirdikleri/harmanladıkları tınılardan özgün bir ritim sağlayabilirler mi?

Bu, tasarımı olmayan, romanda ön-çalışmasının yapılması oldukça “soyut” bir kavram olan ritmi, iç seslerinde elde edebilirler mi?

Romanda bunları uygulamak ne kadar mümkün?

Bu gibi sorular sordurtuyor Forster –okura- “biçim” ve “ritim”e ayırdığı bu bölümünde.

Sonuç

Evet, başta da belirttiğim gibi, yayıncılık dünyamız çok gelişti. Konu hakkında değerli çalışmalara, -eskiye oranla- ulaşmak çok  daha kolay. Her geçen gün Türkçeye tercümeler yapılmakta. Ama gelin görün ki, Selim İleri’nin de belirtmiş olduğu üzere, kuramsal kitaplara “ilgi” ve “alâka” diğer türlere kıyasla daha az. Türkiye’de romancı adaylarının bu kitapları ne kadar okuduğu/özümsediği bir muamma.

Yeniyi ararken, gelenekten ne kadar besleniyorlar?

Ya da şöyle soralım: Yazarların roman yazımı hakkındaki bilgileri ne ile sınırlı?

Aziz Nesin’in söyleyişiyle, “her üç kişiden beşinin şâir olduğu memlekette”; “hayatımı yazsam roman olur” sözü de güncelliğini korumakta. Şiir okumaktan sıkılan ama deli gibi şiir yazan bir toplumun içinde yaşıyoruz. Bu durum, roman için de geçerli, hiç şüphesiz. Öyleyse, niteliği öne çıkarmak adına, genç romancıların ya da şairlerin veyahut sanatçıların yaptıkları işe biraz olsun saygı göstermesi adına bu gibi kuramsal bilgileri de edinmesi gerekiyor sanıyorum.

Kapatırken Forster’ın bir sözünü birlikte okumak isterim: “Eğer insanoğlunun yaratılışı bir gün değişirse, bireyler kendilerine yeni bir gözle bakmayı başardıkları için değişeceklerdir. İnsanoğlunun kendi kendini inceleme olanağı yoktur; böyle bir olanak varsa, bu, yazının sonu olur.” 

Her yaşanılan hayat romanı mümkün kılmamaktadır. Bu noktada Türk romancıların, romancı adaylarının dünyaya söyleyecekleri yeni bir “şey” olması gerekiyor. Yeni romanın mümkünlüğü de (bir bakıma) kuramı bilmek ve geliştirmekle gerçekleşecektir.

Roman Sanatı (E.M.Forster, Çev: Ünal Aytür, Adam Yay.) bu anlamda okunmalı!

10 Aralık 2013/Salı
17 Aralık 2019/Perşembe

Not: Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder