Selim İleri’nin sık sık tekrar ettiği, yakındığı bir
konudur: Özellikle genç kuşak romancıların, “roman kuramı” üzerine yazılmış
kitaplara alâka göstermediklerini söylüyor yazar. Roman yazmaya başlamadan
önce, “roman yazımı” hakkında birtakım önbilgilere sahip olmaları gerektiğini
ısrarla belirtiyor: “Mutlaka roman kuramı üzerine yazılmış kitaplar okunmalı!” diyor. Bunların başında Edward Morgan Forster’ın (1879-1970) Roman Sanatı (Çev:
Ünal Aytür, Adam Yay.) adlı kitabı geliyor.
Günümüzün gelişen yayıncılık dünyasında başka yetkin kitaplar çıkmıyor mu? Elbette çıkıyor. Önemli çeviriler yapılıyor. Fakat Forster’ın Roman Sanatı, güncelliğini hâlâ koruyor. Forster, hiç kuşkusuz, yirminci yüzyıl İngiliz yazarlarının en önde gelen isimlerinden biri. Türkiye’de daha çok, Maurice (1971) ve Hindistan’a Bir Geçit (1974) adlı romanlarıyla tanınıyor. Roman Sanatı adlı kitabını da meraklıları mutlaka biliyor.
Günümüzün gelişen yayıncılık dünyasında başka yetkin kitaplar çıkmıyor mu? Elbette çıkıyor. Önemli çeviriler yapılıyor. Fakat Forster’ın Roman Sanatı, güncelliğini hâlâ koruyor. Forster, hiç kuşkusuz, yirminci yüzyıl İngiliz yazarlarının en önde gelen isimlerinden biri. Türkiye’de daha çok, Maurice (1971) ve Hindistan’a Bir Geçit (1974) adlı romanlarıyla tanınıyor. Roman Sanatı adlı kitabını da meraklıları mutlaka biliyor.
Ünal Aytür’ün kitaba yazdığı önsözden kısaca yazarı tanıtmak isterim:“Forster, romanlarında, yirminci yüzyıl başlarında İngiliz toplumunda orta sınıf insanların yaşama biçimini ve bunun dayandığı temel değerleri eleştirir. Bu değerleri incelerken güttüğü yol, bunlarla başka ülkelerin, başka toplum kesimlerinin yaşama biçimleri arasında karşılaştırmalar yapmaktadır.”
Roman Sanatı, Forster’ın 1927 yılında Cambridge
Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyelerine yaptığı konuşmalardan oluşuyor.
Forster, kitabın girişine bir not iletmiş:“Kitap, Trinity Kolej’ince, William
Clark adına düzenlenen bir dizi konuşmalardan oluşuyor.” Okunurluğu
kolaylaştırmak adına da “ben”, “sizler”, “biz”in yan sıra “sözgelişi”, “bir
düşünün”, “ne gariptir ki”, “elbette” gibi sözler de sık sık geçeceğini
söylüyor. Ve ekliyor: “Ancak unutulmasın ki, bu sözleri çıkarsaydık, doğacak
boşluklardan belki daha uygun, daha iyi başka bazı sözler de çıkıp
gidebilirdi.” Kitaptaki yazılar söyleşi metni olduğundan, bu tür konuşmaların
yazının akışını bozmadığını ifade etmek isterim. Okurla karşılıklı bir diyalog
kurulabiliyor bu anlamda.
Ben Roman Sanatı’nı okuyunca, üzerine düşünülecek,
ince elenip sıkı dokunacak bir şeyin varlığını hissettim açıkçası: Has okur
olmanın ipuçlarını izledim okurken kitabı; insan ruhunun dehlizlerinde
gezinecek bir araç buldum kendime: Roman!
Evet, roman denince Ünal Aytür’ün de önsöz yazısında
belirttiği gibi, eskiden beri süregelen bir tutumun etkisi altında kalarak,
daha çok genç kızların, ev hanımlarının okuduğu önemsiz bir tür sayılarak
küçümsenmiş midir? Türkiye’de pek sanmıyorum. Aksine bu Batı sanatını daima
yüceltmiştir Türk okuru. Öte taraftan böyle bir algı da yok değildir. Tanzimat
romanıyla birlikte kimi roman sahnelerimizde, okurlar anımsayacaklardır, evde
büyük hanım “Kur-ân” okurken, küçük hanım “roman” okumaktadır. Kimi romanlarımızda
da ev hanımlarının birbirlerine sesli okuduğu, sıradan bir eğlence aracıdır.
Ama gelin görün ki, yükselttiğimiz bu Batı sanatı üzerine “okur” olarak pek düşünmediğimiz
kanısındayım ben. Özellikle Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın günümüzde yeni yeni
anlaşılıyor olması bunun göstergesidir sanıyorum. Oğuz Atay romancılığı
eksenli, A.H.Tanpınar romancılığı eksenli; sonra Orhan Pamuk romancılığı
hakkında çıkan kuramsal kitaplar-her ne kadar o yazarın roman dünyasını bize
yansıtsalar da- genç romancı ve romancı adaylarının ilk başta okuması gereken
“kuramsal kitaplar” olduğunu da belirtmeden geçmek istemem. Öte taraftan da
roman üzerine daha çok düşünmeye başladığımız da bir gerçek. Tabiî, ne kadar
belirli bir zümrenin dışına çıkmıştır bu algı, tartışmaya açık bir konu.
Yukarıda da belirttiğim gibi, bizim romanla tanışmamız Tanzimatla beraber olduğu için, on yedinci yüzyıl ve onun devamında on sekizinci yüzyılın başlarında yayımlanan kitapları takip etmek zor olmuştur. Yayıncılığımızın gelişmesi ve internetin de çıkışıyla, bu takip kolaylaşmış olsa da, Avrupa’daki bu geçişi anlamak için de okunmalı Roman Sanatı.
Geleneksel roman anlayışını izlemekle beraber, Forster’ın kendi roman yazımında, yeniye açıldığını konuşmalarının satır aralarında duyumsamak mümkün. Forster, romanı şöyle tanımlıyor: “Yüksek bir tepeye gerek duyuyoruz, çünkü roman dediğimiz şey biçimsiz koskoca bir kara parçasıdır; üstünde tırmanacak, sözgelişi Parnassus ya da Helicon gibi, hatta Pisgah gibi bir dağ yoktur. (Parnassus, Yunanistan’ın güneyinde, Apollon ile esin perilerinin kutsal yeri olan dağdır. Helicon gene Parnassus’un olduğu bölgede bulunan, ama ondan çok daha az yükseklikte bir dağdır; Helicon da esin perilerinin yurdudur. Pisgah, Ürdün’ün doğusunda bir sıradağdır; Musa peygamber buradan kutsal toprakları görmüştür.)” Forster, burada romanı biçimsiz bir hammaddeye benzetiyor, diyebilir miyiz? Sonra da, esin perimizle bu biçimsiz kara parçasını; yavaş yavaş, sadakatle işlememiz gerektiğini mi vurguluyor? Bunu yaparken bazı gereçlere ihtiyaç duyuyor olmalıyız. Bu noktada Forster’ın konuşmalarına başlık olarak seçtiği, “Roman’ın Yönleri”ni dikkate almak gerekiyor. Bu yönler, yine Forster’ın deyişiyle; bilimsellikten, açık seçicilikten uzak bir söz olduğu için, konumuzu ele almakta bize en büyük özgürlüğü sağlıyor; üstelik hem bizim bir romana değişik bakış yollarımız, hem de bir roman yazarının yazdığı metne karşı değişik bakış yollarını görmesi açısından önemli. Forster, bu noktada bir romanı incelemek için yedi yönünü seçmiş bulunuyor: Öykü, kişiler, olay örgüsü, düşsellik, ermişlik, biçim ve ritim.
Yukarıda da belirttiğim gibi, bizim romanla tanışmamız Tanzimatla beraber olduğu için, on yedinci yüzyıl ve onun devamında on sekizinci yüzyılın başlarında yayımlanan kitapları takip etmek zor olmuştur. Yayıncılığımızın gelişmesi ve internetin de çıkışıyla, bu takip kolaylaşmış olsa da, Avrupa’daki bu geçişi anlamak için de okunmalı Roman Sanatı.
Geleneksel roman anlayışını izlemekle beraber, Forster’ın kendi roman yazımında, yeniye açıldığını konuşmalarının satır aralarında duyumsamak mümkün. Forster, romanı şöyle tanımlıyor: “Yüksek bir tepeye gerek duyuyoruz, çünkü roman dediğimiz şey biçimsiz koskoca bir kara parçasıdır; üstünde tırmanacak, sözgelişi Parnassus ya da Helicon gibi, hatta Pisgah gibi bir dağ yoktur. (Parnassus, Yunanistan’ın güneyinde, Apollon ile esin perilerinin kutsal yeri olan dağdır. Helicon gene Parnassus’un olduğu bölgede bulunan, ama ondan çok daha az yükseklikte bir dağdır; Helicon da esin perilerinin yurdudur. Pisgah, Ürdün’ün doğusunda bir sıradağdır; Musa peygamber buradan kutsal toprakları görmüştür.)” Forster, burada romanı biçimsiz bir hammaddeye benzetiyor, diyebilir miyiz? Sonra da, esin perimizle bu biçimsiz kara parçasını; yavaş yavaş, sadakatle işlememiz gerektiğini mi vurguluyor? Bunu yaparken bazı gereçlere ihtiyaç duyuyor olmalıyız. Bu noktada Forster’ın konuşmalarına başlık olarak seçtiği, “Roman’ın Yönleri”ni dikkate almak gerekiyor. Bu yönler, yine Forster’ın deyişiyle; bilimsellikten, açık seçicilikten uzak bir söz olduğu için, konumuzu ele almakta bize en büyük özgürlüğü sağlıyor; üstelik hem bizim bir romana değişik bakış yollarımız, hem de bir roman yazarının yazdığı metne karşı değişik bakış yollarını görmesi açısından önemli. Forster, bu noktada bir romanı incelemek için yedi yönünü seçmiş bulunuyor: Öykü, kişiler, olay örgüsü, düşsellik, ermişlik, biçim ve ritim.
Öykü anlatır roman
Öykü denince akla hemen roman sanatı gelmez, fakat
roman denince öykü ya da öyküler akla gelebilir. En nihayetinde romanlar öykü
anlatırlar. Ya da birçok öyküyü bir arada verirler biz okurlara. Bu yüzden
öykü, romanda vazgeçilmez bir unsurdur. “Öykünün geçmişi çok eskidir”, diyor
Forster: “Neolitik, belki de paleolitik çağlara değin uzanır. Kafasının
biçimine bakılırsa Neandertal adamı da birçok öykü dinlemiş. Mamutlarla, azgın
gergedanlarla boğuşmaktan yorgun düşen insanlardan oluşan ilkel dinleyiciler,
yaktıkları ateşin çevresine dizilmiş ağzı açık, saçı sakalı birbirine girmiş
kimselerdi. Onları uyanık tutan tek şey, merak duygusuydu.”
Alıntıda okuduğumuz gibi; Forster, öykü anlatmayı ilkel bir davranış olarak görmekte ve buna neden gerek duyduğumuzu okura sormakta. Forster’ın örneğinde ilkel dinleyiciler bazı ezgiler mi dinlemişlerdi? Bunu kestirmek zor, fakat “merak” ettikleri bir şeyler olmalıydı atalarımızın… İşte burada hemen roman okumayı bize cazip hâle getiren “merak” duygusundan söz açıyor Forster. Ve Binbir Gece Masalları’ından örneklerle devam ediyor: “Şehrazat, zorbalar ile ilkel insanlara karşı etkili tek yazınsal araç olan merak silahını kullanmayı iyi bildiği için ölümden kurtulmuştur.” Şehrazad’ı uyanık tutan tek şey meraktı öyleyse. İlk atalarımızı uyanık tutan şeyin “öykü” olduğu gibi.
Alıntıda okuduğumuz gibi; Forster, öykü anlatmayı ilkel bir davranış olarak görmekte ve buna neden gerek duyduğumuzu okura sormakta. Forster’ın örneğinde ilkel dinleyiciler bazı ezgiler mi dinlemişlerdi? Bunu kestirmek zor, fakat “merak” ettikleri bir şeyler olmalıydı atalarımızın… İşte burada hemen roman okumayı bize cazip hâle getiren “merak” duygusundan söz açıyor Forster. Ve Binbir Gece Masalları’ından örneklerle devam ediyor: “Şehrazat, zorbalar ile ilkel insanlara karşı etkili tek yazınsal araç olan merak silahını kullanmayı iyi bildiği için ölümden kurtulmuştur.” Şehrazad’ı uyanık tutan tek şey meraktı öyleyse. İlk atalarımızı uyanık tutan şeyin “öykü” olduğu gibi.
Forster, bir ilkellikten söz açıyor elbette. Öykünün
ne kadar eski olduğundan, fakat roman sanatının da vazgeçilmez bir unsuru
olduğundan: “Yazınsal ögeler içinde en yakın, en ilkel olanı öykü ama gene de
roman dediğimiz o pek karmaşık yapıların tümünün en büyük ortak yanıdır.”
Evet, roman sanatında öykü, vazgeçilmez ana dişlilerden biri olduğu aşikâr. Ama her birimizin farklı farklı öyküleri vardır. Ahmet Oktay’ın, “her yüz bir öykü yazar” adlı kitabın başlığını hatırlamadan geçmek istemem. Başka türlü-Forster gibi söylersek- aslında her birimiz sesimize farklı bir edâ yükleyerek de anlatırız öykülerimizi. Burada, ilk insanın çıkardığı bâzı tuhaf sesler gibi, hepimizin farklı öyküleri olduğunu mu belirtiyor Forster. Böyle de yorumlamak mümkün.
Aslında her iyi yazar kendine has sesini vermek istemekte romanına. Ve öyküsünü bu yollarla ifade etmekte.
Kitapta bazı önemli yazarlardan ve onların
tekniklerinden söz açarken yerinde bir örnek vermiş Forster: “Emily Bronte,
Rüzgârlı Tepe’de saatini gizlemeye çalışmıştır. Tristram Shandy’de Laurence
Sterne saati baş aşağı çevirmiştir. Daha da becerikli bir yazar olan Marcel
Proust ise, saatinin akrep ve yelkovanını değiştirip durur, öyle ki romanın
kahramanı aynı anda hem sevgilisiyle akşam yemeği yemekte, hem de parkta
dadısıyla top oynamaktadır. Bütün bunlar roman kurallarına uygundur, ancak
hiçbiri bizim savımızı çürütmez: Romanın temeli öyküdür ve öykü olayların zaman
sırasına göre dizilerek anlatılmasıdır.”
Modern romanla birlikte çok farklı anlatım
tekniklerini de görmek mümkün. Ve yaşam sürdüğü müddetçe anlatma tekniklerimiz
değişse de bu “ilkel” edim, sanıyorum, sona ermeyecektir.
Forster’la kapatıyorum: “Evet, yazık ki öykü anlatır
roman”
Kişiler
Kişiler olmadan bir roman yazmak ne derecede
mümkündür, üzerine tartışılması gerekir. Gelgelelim kişiler olmadan bir roman
düşünmek oldukça zordur. Kişiler derken, öykülerde hayvanlar da yer almıştır;
fakat onların ruhsal yapısı çok az bilindiğinden pek tercih edilen bir yöntem
olmasa gerek. Forster, kendi yaşadığı dönemde pek başarılı örneklerinin
olmadığını söylüyor. Şimdilerde hayvanların roman kişisi olduğu kurgulara
rastlamak eskiye nazaran daha fazla olduğunu söylemek gerekiyor. Ama kişi
deyince, aklımıza ilk gelen öğe, insan(lar)dır: Romanı da insan kurduğuna göre,
yazar ile kendi türü (insan) arasındaki ilişkiyi algılamak/anlamak açısından
tarih kitaplarından ziyâde; roman okumak en doğru yol olduğu bir gerçek. Öyle
ki, tarih de bir insan yorumu olmasına rağmen, belirli kalıplar içinde
sunulmaktadır. Bu anlamda roman bizi bize en iyi anlatan, insan ruhunun
derinliklerini en iyi kavrayan bir sanattır. Romanları bu yüzden de okuruz.
Forster’ın da söylediği gibi; roman kişileri, tarih kitaplarındaki insanlardan, hatta kendi yakın dostlarımızdan daha açık görünürler bize. Kaldı ki, roman kişileri, gerçek kişiler değildirler. Tarihi romanlar da olsa olsa o gerçek kişilerden esinlenmedir.
Forster şöyle söylüyor: “Kendisi de aynı yapıda olan
roman yazarı; kalemi eline alır ve kolaylık olsun diye esinlenme adını
verdiğimiz garip duruma girerek kişiler yaratmaya uğraşır” Son tahlilde
romancı, kişileri kendi oluşturur diyebiliriz bu noktada.
Ne var ki, Forster Roman Sanatı’ında şu yoruma da
varıyor: “Roman kişileri, soydaşları olan gerçek
insanlardan daha kaypak, daha
ele avuca gelmez kimselerdir. Yüzlerce değişik romancının zihninden doğup
birbirlerine ters düşen yöntemlerle yaratıldıkları için, haklarında
genellemeler yapmaktan kaçınmayız.”
Öyleyse, romancının yarattığı roman kişisi, okurda
da farklı algılamalara yol açıyor olmalı. Her roman okuru, o kişiyi kendi hayal
dünyasının süzgecinden de geçirir elbette. Ama dünya edebiyatında öyle güçlü
roman kişileri vardır ki; hemen her okurda aynı etkiyi de bırakıyor olabilir.
Çok bilinen bir örnekle Dostoyevski’nin Raskolnikov’u böyledir… Flaubert’in
Madam Bovary’si, Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i; bizden, Halid Ziyâ’nın
Bihter’i, Ahmet Cemil’i; sonra Halide Edib’in Handan’ı, Nahit Sırrı Örik’in
Seniha’sı, Selim İleri’nin Cem’i, Handan Sarp’ı... İşte karakter yaratmak da
burada devreye giriyor.
Bir başka konu, bir romanda kişilerin uygun bir
şekilde harman edilmesinin de altını çiziyor Forster. Roman yazımında bu da
dikkate değer bir konu. Aksi halde, romanın çatısını nasıl kuracaksınız?! Kimi
yazarlar bakış açısını ön plana çıkarırken, Forster, roman kişilerinin bakış
açısından daha önemli olduğunu belirtiyor. Hiç kuşkusuz tartışmaya açık bir
diğer konu da bu!
Kişiler konusunda Forster’ın, “kendi kullandığı
yönteme aşırı ölçüde ilgi gösteren bir roman yazarı ilginç olmaktan öteye
gidemez” sözünü de akla getirmek gerekiyor. Böyle bir yazar, karakter yaratmayı
ıskalamış mıdır? Bana öyle geliyor ki, kendi ‘ideolojisini’, yarattığı
kişilerle okura dayatmaktadır böyle bir yazarlık anlayışı. Okurdan “taraftar”
olmasını beklemektedir.
Kişiler ancak dengeli kurulduğunda bir roman
kurulacaktır…
Olay Örgüsü
Olay örgüsü bize -Forster’da olduğu gibi- zekâyı
anımsatmaz mı?
Hiç şüphe yok, bir zekâ işidir romanı örmek.
Forster’dan okuyalım: “Olay örgüsünü kavrayabilmek için, merak duygusunun
yanına zekâ ile belleği de katmamız gerekir." Romanda geçen çeşitli
olayların bağlantılarını kurmak için iyi bir belleğe ihtiyaç vardır. Bir yazar,
yazdığı romanın başında geçen küçük bir ayrıntıyı; yeri geldiğinde
hatırlayamıyor; bir köprü kurup, sonraki sayfalarda okura anımsat(a)mıyorsa
belleği ile başı dertte demektir. Bunun için çeşitli yöntemler kullanması
gerekir elbette. Orhan Pamuk’un da söz ettiği “saf” ve “düşünceli” romancı ya
da okur ayrımı burada karşımıza çıkıyor: Forster, kitabında konu hakkında şöyle
bir yoruma varıyor:“Meraklı okuyucu, romanda önüne yeni olgular çıktıkça
bunlara şöyle bir göz gezdirip geçer; oysa akıllı okuyucu bunları zihniyle
algılar.”
Özellikle ‘düşünceli’ olduklarına kanaat getiren
genç romancıların, Forster’ın olay örgüsünden öğrenecekleri çok şey olduğunu
düşünmeden edemiyorum.
Düşşellik, Ermişlik ya da öz-eleştirel
bir yaklaşım
Forster soruyor: “Öykü okuyucudan merak bekler, kişiler insanca duygular ile değer yargısı; olay örgüsü ise zekâ ile bellek ister. Peki, düşselliğin bizden beklediği nedir?” Devam ediyor: “…Düşsel yazar şöyle der; işte size yaşamda olmayacak bir şey! Sizden istediğim, önce kitabımı tümüyle kabul etmeniz.”
Forster soruyor: “Öykü okuyucudan merak bekler, kişiler insanca duygular ile değer yargısı; olay örgüsü ise zekâ ile bellek ister. Peki, düşselliğin bizden beklediği nedir?” Devam ediyor: “…Düşsel yazar şöyle der; işte size yaşamda olmayacak bir şey! Sizden istediğim, önce kitabımı tümüyle kabul etmeniz.”
Romanlar bize reel yaşamda olmayacak şeyleri de
gerçekmiş gibi sunmazlar mı?
Elbette, bir romanda geçebilecek her şeyin hayatla tutarlı olmasını beklememeli okur. Romanda düşsellik, yazarın, doğaüstü olay ya da insanüstü durumları en iyi bir biçimde vermesidir okura. Bu noktada yazarın hayal gücü devreye giriyor. Kişiler bölümünde Forster’ın bakış açısını ikinci plana attığını söylemiştik. Buradan çıkardığımız sonuç, bakış açısıyla ilgili olsa gerek. Buna paralel ermişlik bölümünde ise şu yoruma varıyor Forster: “Roman yazarını uydurmacılık ve gerçekleri çarpıtmakla suçlamadan önce, olaylara bakış açısını kavramamız gerekiyor.”
Kuşkusuz, “düşsellik” ile “ermişlik” arasındaki farkı da algılamak gerekiyor. Düşsellik, gerçekleşmesi olanak dışı şeyler olabiliyorken- ki bunları romanda verebilmek için güçlü bir hayal gücüne ihtiyaç var-; öte yandan ermişlikte, kehanet gibi bir şey çıkıyor karşımıza. Buna, yazarın yazdığı romanın konusuna önceden müdahale etmesi de diyebiliriz. Bu durumları romancı dengelemesi de gerekiyor hâlbuki! “Sesteki edâ tutarlı olmalı”ya getirmeye çalışıyorum sözü. Ermişlik için Forster, “sesteki bir edâdır” sözünü de söylüyor. Sonsöz olarak bir yorumla kapatıyor bu bölümü: “İçine düştüğünüz tutarsızlıklarla övünmeyin. Ne yazık ki, doğa insanoğluna böyle çalışan bir zihin vermiş; ne yazık ki insanlar aynı zamanda hem doğrucu, hem görkemli olamazlar.” Bu noktada eleştirinin değerini anlamış bulunuyoruz. Romancılar yazdıklarını “eleştirel” bir süzgeçten geçirmeliler, kuşkusuz: Forster da demiyor mu; “eleştirel yaklaşım diye bir şeyin varlığından bile kuşku duyacağız.” İşte roman yazarlarının yazdıklarını, okurlara ısrarla tümüyle kabul ettirmeleri yerine, bir öz-eleştiriden geçirmeleri de söz konusu. Romanda kolay çatılmayan “düşsellik” ve “ermişlik” konusuna bu noktadan da bakmak gerekli oluyor.
Biçim ve Ritim
“Biçim” ve “ritim”in akla getirdiği ilk şey, bütün
sanat yapıtlarında kullanılan bir yöntem olduğudur. Hatta vazgeçilmez bir
unsurdur. Dünyayı ve evreni ele alalım. Bir biçimi yok mudur? Dünyanın
kendi ekseni etrafında dönüşünün bir ritmi olamaz mı? Vardır elbette! Öyleyse,
bir sanat eserinde de olmazsa olmazlardandır “biçim” ve “ritim”. Forster’dan
bir örnekle: “Aslında sanat türleri geliştikçe tanımlama bakımından
birbirlerine gitgide daha çok bağımlı duruma geliyorlar. Biz de önce resim
sanatından bir sözcük olarak romanın ele alacağımız yönüne “biçim”, sonra
müzikte kullanılan bir sözcüğü benimseyerek “ritim” adını vereceğiz."
Forster, sanatlar arasındaki farkın kapandığını da görüyor burada. Günümüzde,
modern zamanlarda, bunu daha net görmek mümkün hâliyle.
Roman sanatına dönersek: Öykünün “merak” duygumuza, olay örgüsünün “zekâ”mıza seslendiğini söylemiştik. Forster gibi söyleyelim: Biçim güzellik duygumuza seslenir. Ritim de bizi sürükler.(Tolstoy’un Savaş ve Barış’ında olduğu gibi.) Roman yazarlarının bu iki önemli unsura dört elle sarılmasını söylüyor yazar. Özellikle ritim konusunda verdiği örnekler yazar adaylarına âdeta bir ders niteliği taşımakta.
Bir örnek: “Kitaplarını önceden tasarlayarak yazan
romancıların, ritim yaratabileceklerini sanmıyorum; çünkü ritim, romanda uygun
bir geçiş noktasına ulaştığı sırada yazarın içinde doğal olarak bir itici güce
dayanmak zorundadır.” Roman yazarlarının bu ritmi elde edebilmeleri için de,
oldukça çok roman okumaları gerekiyor sanıyorum.
Roman yazarları roman okuya okuya içlerinde
biriktirdikleri/harmanladıkları tınılardan özgün bir ritim sağlayabilirler mi?
Bu, tasarımı olmayan, romanda ön-çalışmasının
yapılması oldukça “soyut” bir kavram olan ritmi, iç seslerinde elde edebilirler
mi?
Romanda bunları uygulamak ne kadar mümkün?
Bu gibi sorular sordurtuyor Forster –okura- “biçim”
ve “ritim”e ayırdığı bu bölümünde.
Sonuç
Evet, başta da belirttiğim gibi, yayıncılık dünyamız
çok gelişti. Konu hakkında değerli çalışmalara, -eskiye oranla- ulaşmak çok daha kolay. Her geçen gün Türkçeye tercümeler
yapılmakta. Ama gelin görün ki, Selim İleri’nin de belirtmiş olduğu üzere,
kuramsal kitaplara “ilgi” ve “alâka” diğer türlere kıyasla daha az. Türkiye’de
romancı adaylarının bu kitapları ne kadar okuduğu/özümsediği bir muamma.
Yeniyi ararken, gelenekten ne kadar besleniyorlar?
Ya da şöyle soralım: Yazarların roman yazımı
hakkındaki bilgileri ne ile sınırlı?
Aziz Nesin’in söyleyişiyle, “her üç kişiden beşinin
şâir olduğu memlekette”; “hayatımı yazsam roman olur” sözü de güncelliğini
korumakta. Şiir okumaktan sıkılan ama deli gibi şiir yazan bir toplumun içinde
yaşıyoruz. Bu durum, roman için de geçerli, hiç şüphesiz. Öyleyse, niteliği öne
çıkarmak adına, genç romancıların ya da şairlerin veyahut sanatçıların yaptıkları
işe biraz olsun saygı göstermesi adına bu gibi kuramsal bilgileri de edinmesi
gerekiyor sanıyorum.
Kapatırken Forster’ın bir sözünü birlikte okumak isterim: “Eğer insanoğlunun yaratılışı bir gün değişirse, bireyler kendilerine yeni bir gözle bakmayı başardıkları için değişeceklerdir. İnsanoğlunun kendi kendini inceleme olanağı yoktur; böyle bir olanak varsa, bu, yazının sonu olur.”
Her yaşanılan hayat romanı mümkün kılmamaktadır. Bu noktada Türk romancıların, romancı adaylarının dünyaya söyleyecekleri yeni bir “şey” olması gerekiyor. Yeni romanın mümkünlüğü de (bir bakıma) kuramı bilmek ve geliştirmekle gerçekleşecektir.
Roman Sanatı (E.M.Forster, Çev: Ünal Aytür, Adam
Yay.) bu anlamda okunmalı!
10 Aralık 2013/Salı
17 Aralık 2019/Perşembe
Not: Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.
Not: Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder