Marcel Proust, Hazlar ve Günler’in
ilk anlatısında, Ölüm’ün derin bir iç sızısı, hayatın tek gerçekliği olmasının
altını çize çize anlatır. İlk bakışta, iç sızısı, tek gerçeklik olsa gerek:
Ölüm!
Ölüm, bir bekleyiştir biz
“yaşamlılar” için. Tek gerçek bekleyiş, bu mudur?
Sanıyorum, elimizde başka bir yanıt
yok.
Bu süreç, bir iç sızısı hâlinde
devam edecek, bitene kadar…
Bütün insanî değerler dediğimiz,
ahlak ya da din, tarih, sosyoloji… Hepsi de insanın önünde, Ölüm’ü yavaşlatan
mekanizmalar. Mutluluğu buralarda arıyoruz çünkü. Bir avuntu. Bu kavramlarla kendimizi
konumlandırıyoruz bir yerde.
İnsan, ilk çıkışta -doğasından
çıkışında-, bu değerleri bir süreç içinde oluşturdu. Ben, bu saydıklarımızın
hepsinin, Ölüm’ün önünde yalandan bir perde oluşturduğunu düşünüyorum: Doğamız,
sosyal çevremiz, tarih bilincimiz ya da inançlarımız vesaire…
Ali Şeriati, doğa, sosyoloji ve
tarih gibi kavramların insanın “zindanı” olduğunu düşünüyordu. Bu zindanlardan
kurtulmanın yolu ise, “din” ya da “aşk” olduğunu belirtiyordu. Ben aşk’a yakın hissediyorum kendimi.
Şeriati de şöyle söylüyor, “din de olsa
olsa bir zindandır kişioğlu için”. Ondan kurtulmanın yolu da aşk’tır. Bir soru:
İnsanın dünya yaşamında ya da canlılık denen sürecinde gerçek mutluluğa erişmesi,
neye yaslanırsa yaslansın (din, sosyoloji, tarih gibi), insana anlık huzur
vermesi mümkün mü?
Ayrıca, adalete inanmadığım halde
adalet'in gelmesi için savaş vermem gerektiğini biliyorum. İlk başta bir
tezatlık vurgusu var gibi gelebilir, fakat dünya yaşamında gerçek bir adaletin
tesis edileceğine inanmıyorum. Ölüme inanıyorum. Ölüm’e inandığım için adalet
üst bir değer bende.
Gelgelelim evrim çok adaletsiz. Hem
biyolojik evrim hem toplumsal evrim. Gene de bu yüce olan adalet için savaşmak
zorunda insanlık.
Kimse mutluluğun ne olduğunu bilmiyor.
“İç sızısı” ve tek gerçeklik olan “ölüm” bu noktada beni olumluyor. Ölüm’ün
somut bir karşılığı var çünkü: Her gün bir “şeyler” ölüp gidiyor hayattan:
Çiçek ölüyor, bir yıldız ölüyor, insan ölüyor. Bütün bunlara tanık insan!
Ölümden sonrasını da bilemeyeceğimiz için, -şimdilik- Proust’un şu sözleri
üzerine düşünmeye değer:”Antik Yunan’da ölülere çörek, süt ve şarap
götürülürdü. Bizler ise, daha bilgece olmasa bile daha incelikli bir yanılgının
cazibesine kapılarak ölülerimize çiçek ve kitap sunuyoruz.”
Kitaplar ve Yazı arasında, Orhan
Pamuk’un deyişiyle, âdeta yarı ölü halinde yaşadığım için, yirmili yaşlarında
olan bu çocuğun; Proust’un sözünü tuttum, heybeme attım.
Dostum Willie Heath’e demiş Proust.
Ölüm üzerine sıkı bir düşünme hâli. Bu yaşta bir insanın, (henüz yirmili
yaşlarında bir yazar Proust, Hazlar ve Günler’i yazdığında) ölüm üzerine
düşünmeye neden bu denli koyulduğunu iyi anlayanlar arasında -hissediyorum-
buluyorum kendimi ben.
Yarı ölü. Neyse ki, Yazı var
hayatımızda. Bu yarı ölü adama çiçek ve kitap; yeter de artar.
Buna rağmen bir canlı için, hele mutluluğun yalnızca insan denen canlıya atfedildiği bir çağda, berbat bir ömürdür bu! Bunu biliyorum. Hazırlıklıyım bu noktada. Belki de hazırlıklı olmam, intiharımı her geçen gün geciktiren de bir unsur. İntiharı kutsuyor değilim burada, her hâliyle anlaşılması güç bir “şey” intihar. Biz yaşamlılar için, üzücü! Üzerine düşünülmesi gereken bir olgu. En azından, birçoklarının aksine, kendimi, bazı düşünce ekolleriyle aldatmıyorum. Uyuşturucu kullanmak belki bünyeyi rahatlatır ama etki alanı geçince huzursuzluk baş gösterir: Gece, yine morfin gerekir sonra, o kötü! Cemil Meriç ne demişti, hatırlayalım: “İnsan bazı bahislerde sağdır, bazı bahislerde sol; bu yüzden bu kelimeleri aşmak gerekli.”
Proust, ne açıdan kullanmıştır bilemiyorum
ama “hastalar da kendilerini ruhlarına daha yakın hisseder” cümlesi bu
söylediklerime bir nebze de olsa tercüman olmuştur. Benim gibileri bulmak için
yazıyorum ben.
Ölüm süreci bir huzursuzluk hâli
insanda, bitmeyen bir iç sıkıntısı…
Proust’un, Willie Heath’e hitaben
söylediği, bir buçuk sayfalık yazıda bu huzursuzluğu duyumsamak mümkün. Benim
duyduğum huzursuzluğa paralel bir huzursuzluk, demeliyim. Şöyle söylemiş
Proust; “Hepsi çalkantılı, ama artık sakinleşmekte olan bir hayatın anlamsız
köpüğünden ibaret.”
Benim yazdıklarım da aksini iddia
etmiyor. Proust’la aynı çerçeveye farklı çağlardan bakıyor olsak da, Ölüm’ün
tek gerçeği olan iç sızısına başka bir yorum bırakmıyor.
Hassasiyetse hassasiyet.
Yazma’nın da olanaksızlığından söz
ediyorum.
Üzülmüyorum. Sözü Proust’un
Paris’te ölen dostuna yazdığı metinden bir pasajla kapatıyorum:
“Bu kitaba müziğimin şiirini ekleyen hakiki
dostun ve eşsiz şiirinin müziğini ekleyen ünlü ve aziz üstadın, ayrıca yazıdan
daha kalıcı ilahi sözleriyle başka birçok kişide olduğu gibi ben de düşüncenin
tohumlarını eken M.Darlu’nün, ne kadar aziz olursa olsun hiçbir canlının bir
ölüden önce onurlandırılmaması gerektiğini hatırlayıp bu son sevgi nişanesini
size ayırmış olmamı affetmelerini dilerim.”
Neyse ki, umut bir inanç eylemidir.
Umutsuz değilim.
Ölüme inanıyorum.
Ölüm her şeyi ve herkesi eşitliyor çünkü.
Ölüm her şeyi ve herkesi eşitliyor çünkü.
07.11.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder