15 Nisan 2020 Çarşamba

Semerkant'a Geri Dönmek

Yaşamım boyunca üzerimde iz bırakan romanlardan biri de -Ömer Hayyam ekseninde- “Semerkant !” On sekiz yaşımda, Esin Talû Çelikkan çevirisinden okumuşum. Farklı çevirileri de mevcut… Kitap hayli yıpranmış kitaplığımda. Ömer Hayyam’ın rubâîlerini de, yine o yıllar, Sabahattin Eyüboğlu tercümesinden okumuştum. Sonraları Yahya Kemal’den de okudum. Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirilerini de bir vakit, yazar arkadaşım Orçun Üçer tavsiye etmişti.

Romana bakarsak: İnsan o yaşlarda bazı ayrıntılara dikkat edemiyor. Romanın havasına kapılıp gidiyor. Özellikle yazarın, romanın merkezine aldığı Ömer Hayyam, beni bugün de etkiledi; ama bazı bilgi yetersizliklerim hâlâ devam ediyor açıkçası. Sanıyorum, ilerde tekrar geri döneceğim romanlardan biri Semerkant. Bu yüzden tarihî bir değerlendirme yapmak gibi bir durumum yok. Umarım daha sonra tekrar dönebilirim bu iyi romana.

Roman, üç arkadaştan söz açar… Önemli tarihî kişiliklerden olan, binli yılların başlarında, çağı etkilemiş üç İranlı!

Sayfa altmış altıdan not almışım: “ Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah.”

Roman dört bölüme ayrılmış: “Şairler ve Sevgililer”, “Haşhaşiler Cenneti”, “Bininci Yılın Sonu”, “Denizde Bir Şair”.

Bölümleri hatırlatma gereği duydum, çünkü ilk iki bölümde Ömer Hayyam-Nizamülmülk-Hasan Sabbah konu edinmiş. Tâbir yerindeyse, bir üçleme ele alınmış. Bu yüzden “Bininci Yılın Sonu” ve “Denizde Bir Şair” adlı diğer iki bölümde roman tekrardan başlıyor sanki. Bu okuru yanıltabilir. Ben en azından bunu böyle tecrübe etmiş oldum.

Sayfa yüz otuz üçe kadarki bölümde, daha çok bu üç tarihî figürün hayatı, birbiriyle ilişkileri ve tarihe nasıl şekil verdikleri, heyecanlı, gizemli ve cesur bir anlatımla irdeleniyor.

Bilindiği üzere Nizamülmülk, Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri. Roman bu tarihî şahsiyetin, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’la olan ilişkilerine değinmiş.

(Şunu da hatırlatalım: Nizamülmülk, meşhûr “Siyasetnâme” adlı kitabının yazarı.)

Romanda diğer meşhurumuz Hasan Sabbah ise, tarihin eski ezoterik ve Bâtınî örgütü Haşhaşiler’in kurucusu.

Ve Ömer Hayyam !

Romanın kurgusu itibariyle “Benjamin”, ana karakterimiz. Anlatıcımız desek daha doğru bir kelime seçimi yapmış oluruz. Ömer Hayyam’ı, hayatını, rubâîyatını ve “Semerkant Elyazması” adlı kitabın kayboluş hikâyesini canlı tutmuş Amin Maalouf. Özellikle romanda geçen Ömer (Hayyam) ile Cihan arasındaki aşk, Benjamin’in Şirin’e olan aşkına yansımış. Böyle kurgulamış yazar. Bu bölüm çok etkileyici. Ayrıntıları görmek açısından.

Romanın bence en etkileyici konusu Semerkant Elyazması’nın kayboluş, bulunuş ve tekrardan kayboluş hikâyesi. İşte burada romanın asıl mevzûna girmiş bulunuyoruz.

Kitabın girişinde Benjamin adlı karakterimiz, bize anlatacağı hikâye hakkında bazı ön-bilgiler veriyor: “Antantik’in dibinde bir kitap var.”

Bu bölümden alıntı yapmanın, romanın gizemini bozacağını düşünmüyorum. Zaten hemen romanın girişinde ifade ediliyor bu konu:”14 Nisan 1912’yi 15 Nisan 1912’ye bağlayan gece, Titanic gemisi, Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı bilge ozan, gökbilimci Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının elyazması tek örneği idi.”

Benjamin burada kendini de tanıtıyor. Öncelikle Benjamin’in hikâyesine kulak kesilmek gerekiyor.

Benjamin’in hikâyesi bir anlamda Ömer Hayyam ile örtüşüyor: “Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine bindiren ben değil miyim? Bin yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir ?” Burada Ömer Hayyam’ın Rubâîyat’ının elyazması tek örneğinden bahsediliyor. Akıbeti hakkında daha fazla ileri gitmeyelim, okurun heyecanını bölmek istemem.

Ve işte etkileyici bir Edgar Allan Poe (1809-1849) dizeleriyle romana giriş yapıyoruz: “Ve şimdi, bakışlarını Semerkant üzerine gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu ?”

Semerkant deyince de akıllara sıra dışı bir ozan geliyor elbette. Hayyam’ın şu cesur dörtlüğünü on sekiz yaşında okumuş, ona benzer bir dörtlük yazmaya çalışmıştım. Bu dörtlükle romana irkiltici, ama yıkıcı bir etkiyle giriyorsunuz:

                                  Kim Senin Yasanı çiğnemedi ki söyle?
                                  Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
                                  Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen Sen,
                                  Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?

Henüz genç bir delikanlı, yirmi dört yaşlarında, çiçeği burnunda Ömer karakterimiz bir münakaşa sırasında şu sözlere maruz kalıyor: “Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylezof! Anlatıcı hemen açıklama gereği duymuş burada.

Şu son söz “feylozof” hakkında: “Onlar için “feylezof” sözcüğü, Yunanın din dışı bilimlerine, genelde din ya da edebiyat dışı her şeye ilgi gösteren adam anlamına geliyordu. Ömer Hayyam, genç yaşına karşın, tanınmış bir feylezoftu.”

Manzara bu !

Girişteki bu yorumlardan anlaşılacağı gibi, romanın genel havası hakkında hemen ilk başta bir tahmîn yürütmek mümkün oluyor kanısındayım.

Kısa kısa romanda Türk okurunu, özellikle bize ait bazı değerler açısından çarpan bölümler ilginç.
Selçuklu, Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’a değinmiştim. Romanda Türkiye, İstanbul sahneleri, bize ait bazı duygular uyandırıyor. Bu bölümleri “algıda seçici” bir hava içinde okudum diyebilirim. Sonra Ömer Hayyam’ın ömrünün son günlerine yakın Allah ile olan ilişkisine değinildiği sahne de beni oldukça etkiledi:”Çetrefilli sözlerle sultanlara ve kadılara hitap edilir, Yaradan’a değil. Tanrı uludur, bizim eğilip bükülmemize, yaltaklanmamıza ihtiyacı yoktur. Beni düşünür yaratmıştır, ben de düşünüyorum ve düşüncelerimin ürününü gizlemeden O’na açıklıyorum.”

Hayyam, dörtlükleri için de şu yoruma varır romanda: “Allah’ın var olduğuna inanmasaydım, O’na hitap etmezdim.”

Ve bitirirken -bize yakın gelecek- bir Nasrettin Hoca fıkrasını da eklemiş Amin Maalouf.

Ama Titanic sahneleri oldukça örtük, kopuk ve aceleye gelmiş.

Vurucu bir sahne daha: Alamut yağmalanmadan önce Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han, subaylarıyla çevreyi gezmektedir. Askerlerine her şeyi yıkmalarını, taş üstünde taş bırakmamalarını emreder. Öyle de olur. Ama yağmadan az önce kentin kütüphanesine, Cüveyni adlı, oyuz yaşlarındaki bir tarihçinin girmesine izin verir. Cüveyni’nin yanında bir el arabası ve kapının dışında bir Moğol subayı beklemektedir.

(Cüveyni, Hulagu’nun emriyle “Dünya Fatihi’nin Tarihi”ni yazmaktadır o sıra. Bu yapıt günümüzde 
de Moğol istilaları hakkında yazılmış en değerli kaynaktır. s.132)

Cüveyni’nin, on binlerce el yazması kitaplar arasında kurtarabileceği kitaplar; en fazla bir el arabası doluluğundadır. Bu sahnede Umberto Eco’nun “Gül’ün Adı” adlı romanından uyarlanan sinema filminin son sahnesine paralel bir fragman var. Orada da manastırdaki kitaplar ateşe veriliyordu. İşte Semerkant’ta da (Cüveyni kütüphaneden çıktıktan sonra) -Eco’da olduğu gibi- kitaplar ateşe veriliyor. Bu sahne kısa anlatılarla geçiştirilmiş.

Bu bölümü okurken aklımdan Umberto Eco’nun Gül’ün Adı adlı romanını anımsadım. Böyle bir konudaki romanı Eco yazmış olsa, ne gibi bir roman çıkardı açıkçası bu da benim merak ettiğim bir durum.

Her arka kapak yazılarını kitap üzerine yazdığım yazılarda kullanmaktan itina göstermeye çalışan bir kitap sever olarak, arka kapağa alıntılanan şu yazı, bence Semerkant’ı en iyi açıklayan yazı olmuş: “Titanic’te Rubaiyat ! Doğu’nun çiçeği Batı’nın Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel ânı görebilseydin !”

Tabiî, bu alıntı da kitap içinden seçilmiş. Kitabı okuyunca rastlayacaksınız.
Böyle bir roman hakkında tanıtım yazısına bir son-söz yakışacak. Yine romanın içinden:

“Özgürlüğümüzün ve egemenliğimizin zorla elimizden alınması belki de Allah’ın emridir. Ama onları kendi ellerimizle teslim edecek değiliz.”(s.239)

Romana tekrar geri dönmek üzere: “Ayağa kalk, uyumak için
                                                           Önümüzde sonsuzluk var !”*


                                                                                                                                





 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder